Açılım, devletin kendisini yeniden yapılandırma projesidir

Mazlum-Der eski G. Başkan Yardımcısı Şeyhmus Ülek: Tek cümle ile ifade etmek gerekirse açılım, “Türk Devletinin kendisini yeniden yapılandırma projesidir” diyebilirim. Tabi devleti bu noktaya getiren, böyle bir açılım ihtiyacı ile karşı karşıya bırakan çeşitli sebepler mevcuttur.

02-01-2010


Bölgeden biri olan Şehmus Ülek’e son dönemde yaşananları, kendi değerlendirme ve beklentilerini sorduk. Bölgede gelişmeleri yakından takip eden bir Müslüman aydın olarak önemli ve çarpıcı açıklamalarda bulundu. Şehmus Ülek’in katkılarının bundan sonra da sürmesini umarak, okuyucularımıza bu önemli söyleşiyi sunuyoruz. 

Tokat Reşadiye’de askeri konvoya yapılan saldırının geçte olsa PKK’nın üstlenmesinin ardından anayasa mahkemesinin DTP’nin kapatılması ile ilgili kararını açıklaması açılım sürecinin en kritik dönemine girmesini de beraberinde getirdi. İsterseniz bu son iki olaydan başlayalım. Sizce bu olayların arda arda gelmesi açılım sürecini bitirmek üzere planlı bir karşı hamle olarak görülebilir mi? Anayasa mahkemesinin Kapatma kararını bir hukukçu olarak nasıl karşılıyorsunuz?

Bu iki olayın, açılım sürecini bitirmek üzere geliştirilmiş planlı karşı hamleler olduğunu söyleyebilecek verilere sahip değilim. Ama sonuçları itibariyle değerlendirdiğimizde her iki olay da açılım sürecini zora sokmuş; her iki kesimden (Kürt ve Türk) açılım karşıtlarına, ellerini güçlendirecek argümanlar sunmuştur. DTP’nin kapatılma kararının siyasal alanı zayıflatarak Öcalan’ın ve Kandil’in etkinliğini arttıracağını, Öcalan’ın cezaevi koşullarını bahane ederek sokaklarda gösteri yapan PKK/DTP tabanını daha da tahrik edeceğini herkes görüyor.  Öcalan ve PKK ise her zaman olduğu gibi yine en iyi yaptığı şeyi yapıyor, çelişkileri kullanıyor. Bunalıma oynayarak, kriz yaratarak devlet içerisinde ve siyasette açılım karşıtlarına hükümeti sıkıştıracak malzeme sunuyor. Diğer taraftan da Öcalan üzerinden hükümete mesaj veriyor, örgütü ve kitleleri kontrol etme gücüne sahip olduğunu, önü açılır ve durumu iyileştirilirse açılım sürecine katkı sunabileceğini belirterek kendi çözümünü dayatıyor.

Anayasa Mahkemesinin DTP’yi kapatma kararının hukukiliğini tartışmayı ise gereksiz görüyorum. Zira mahkemenin bugüne kadar ki tüm kararlarında gözlenebileceği gibi, davalar belirli siyasi hesaplarla açılıyor; kararlar da yaratabileceği siyasal sonuçlar gözetilerek veriliyor. Dolayısıyla karara hukuki bir değer atfetmiyorum. Sadece siyasal sonuçları itibariyle değerlendirilmesi gereken önemli bir karar olarak değerlendiriyorum. 

Özellikle DTP’nin kapatılması açılım süreci bağlamında bir siyasi kaos oluşturabilir mi? PKK açısından bu istenen bir sonuç mu? Bundan sonra neler olabilir? Bu durum açılım sürecini nasıl etkiler? Yeniden silahlar mı konuşacak?

Mahkeme partiyi kapatırken kararının ülkede siyasal kaosa sebep ol<maması için de özen göstermiştir. İddianamede siyaset yasağı istenen Milletvekili sayısı sekiz iken mahkeme sadece ikisinin vekilliğini düşürerek muhtemel yeni partiye grup kurma imkanı tanımıştır. DTP bu sonucu sürekli beklediği için yedekte kurulu bir parti zaten mevcuttu. Bağımsız Milletvekili Ufuk URAS, mecliste grup kurmak için ihtiyaç olması halinde DTP’lilerle birlikte olacağını önceden açıklamıştı. Dolayısıyla DTP’liler yeni partiye geçerek grup kurma imkanına sahiptirler.

PKK – DTP ilişkisine gelince, bu geleneğin tüm partileri gibi DTP de PKK ve Öcalan’ın vesayeti altında faaliyet yürütmüştür. Önemli kararlarının hiç birisinde yetkili kurulları ve parti örgütü özgür iradesiyle karar verememiştir. Aslında DTP Anayasa Mahkemesinden önce Abdullah Öcalan tarafından kapatılmıştır. Sürekli eleştirilmiş, adeta Öcalan’ın şamar oğlanına döndürülmüştür. Zaten Öcalan da son avukat görüşmesinde kapatma davasına ilişkin olarak “dünyanın sonu değil, yeniden örgütlenerek yollarına devam ederler” diyor.

Hükümet, DTP’nin PKK’nin vesayeti altında olduğu gerçeğine bildiği halde, DTP’li vekillerin halkın oylarıyla seçilmiş meşru temsilciler olduğu saikini öne çıkararak açılım sürecinde DTP’nin rol almasını istiyordu. Kısa sürede inisiyatif alacak bir meclis grubu oluşmazsa hükümet ciddi bir açmazla karşılaşabilir. Açılım sürecinde muhatap olarak, hiçbir zaman görüşmeyeceğini açıkladığı illegal bir örgüt ve onun lideri ile karşı karşıya kalabilir.

Silah, belki de bir süreliğine daha pazarlık gücünü arttıracak araç olarak kullanılacaktır. Ancak PKK’nin de günümüz koşullarında silahla, savaş ve şiddetle sonuç alınmayacağı noktasına geldiğini düşünüyorum.   

“Kürt Açılımı”, “Demokratik Açılım” veya “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” diye adlandırılan Süreci başından beri izleyen biri olarak şimdiye kadar yaşananlar ile ilgili bir değerlendirme yapabilir misiniz? Açılım süreciyle ilgili genel olarak bakış açınız nedir?

Tek cümle ile ifade etmek gerekirse açılım, “Türk Devletinin kendisini yeniden yapılandırma projesidir” diyebilirim. Tabi  devleti bu noktaya getiren, böyle bir açılım ihtiyacı ile karşı karşıya bırakan çeşitli sebepler mevcuttur. Bu sebeplerin bir kısmının on yıllar öncesine dayanan bir geçmişi vardır. Soğuk savaş döneminin sona ermesi ile birlikte küresel güçler, küreselleşme politikalarını tedavüle koydu. Ulus devletler bu politikaların uygulanmasının önünde ciddi birer engel olarak belirmeye başladı. Uluslar arası sistem, ulus devlet modelinin miadını doldurduğunu ilan etti ve gerektiğinde güç kullanarak bu devletleri değişime zorladı. Türk Devleti de bu koşullarda, inkar ve asimilasyona dayalı politikaları sürdüremeyeceğini gördü ve değişmeye karar verdi.  ABD’nin Irak’a müdahalesi ve sonrasında oluşan siyasal yapı; Türkiye’nin üstlendiği bölgesel rol ve bölgesel güç olma hedefi; enerji kaynaklarının batıya aktarılma güzergahında yer alması ve bunların güvenliği; PKK’nin yirmi beş yıldır sürdürdüğü silahlı mücadele; şüphesiz tüm bunlar, açılım politikalarında rol oynayan/oynayacak olan, üzerinde derin analizler yapılabilecek faktörlerdir.  

Sürecin önemli dönemeçlerinden bir TBMM’nin açılışı idi.  Toplumda sürecin bundan sonra nasıl yol alacağına dair bir ‘yol haritasının’ Meclis çatısı altında oluşma beklentisi oldukça yüksekti. 10 Kasım ve sonraki günlerde Mecliste yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz? Ak partinin süreçle ilgili yaklaşımlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Açılımdan söz edilmeye başlandığı andan itibaren siyasi partilerin takındığı tutum dikkate alındığında meclisteki tablo sürpriz olmadı. Ancak bugüne kadar devletin kırmızı kitaplarında temel tehdit unsuru olarak tanımlanmış; çerçevesi devletin kırmızı çizgileri ile belirlenmiş bir sorunun mecliste konuşulmuş olması oldukça önemliydi ve başlı başına bir açılımdı. Ancak hükümetin açıklamaları ile CDP ve MHP’nin izlediği politikalar bir çelişkiyi açığa çıkardı. Hükümet, açılımın devlet projesi olduğunu açıkladı.  Ben CHP ve MHP’nin kuruluş felsefeleri ve bugüne kadar izledikleri siyasal çizgi dikkate alındığında devlet karşıtı bir tutum takınmayacaklarını; hatta bu iki partinin devlet partisi olarak nitelenebileceklerini düşünüyorum. Bu nedenle bu partilerin açılım karşıtı tutumları ile hükümetin açıklaması çelişki arzediyor. Dolayısıyla açılım politikalarına ilişkin olarak “devlet”in yekpare olmadığı, direnen unsurların olduğu anlaşılıyor. Görünen o ki, Ak Parti açılım konusunda ürkek davranıyor ve devlete sığınma ihtiyacı duyuyor. Ancak devletten de istediği desteği alamıyor.    

Özellikle DTP’den sonra bölgede en fazla oy alan Ak Partinin açılım süreciyle ilgili içte ve dışta izlediği Politikaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Açılım sürecinin koordinatör bakanı Beşir Atalay, kısa, orta ve uzun vadede yapılacaklarla ilgili atılacak adımlardan bahsetti. Bu süreçle ilgili başta bölge halkı bağlamında yapılacaklar yeterlimi? Sizce beklentiler karşılandı mı?

Önceki soruya verdiğim cevapta değindiğim gibi Ak Parti, Türkiye Cumhuriyetinin en önemli sorunu olarak tanımladığı Kürt sorununun çözümüne ilişkin politikalarda devlete sığınmamalı ve cesur olmalıdır. Çünkü devletin kendisi, kuruluş felsefesi ve dayandığı tüm paradigmalar itibarıyla sorundur/sorunludur. Bu nedenledir ki açılımın devlet projesi olduğu söylemi, yine Koordinatör Bakan Beşir ATALAY’ın sorunun çözümünde öngördüğümüz model “Türkiye Modeli” olacak şeklindeki açıklaması özellikle Kürtlerde güvensizlik yaratıyor. Zira bu ifadeler hemen bize Türk Devletinin başka özelliklerini çağrıştırmaktadır. Örneğin Demokrasi, Laiklik, Hukuk devleti gibi kavramlar çağdaş dünyada tanımlanmış, asgari standartları belirlenmiş ve bunları öne çıkaran ülkelerde de aşağı yukarı benzer uygulamaları olan kavramlardır. Ancak bunların Türkiye’deki uygulamaları kendine özgüdür. Türk laikliği “militan laiklik”, demokrasisi “vesayetçi”dir. Hukuk devleti ise sık sık rutin dışına çıkabilen, Ergenekon, Susurluk, Şemdinli gibi yapılanmaların cirit attığı; sistemde bazen görünür olan, bazen de görünmezliğe bürünen Jitem gibi kurumlara sahip bir devlettir. Dolayısıyla Türk Devletinin Kürd açılımı için öngördüğü “Türkiye Modeli” de bunlar gibi sorunlu olacaktır.

Oysa insan hakları, kolektif haklar, ulusal haklar evrenseldir. Bu haklara ilişkin olarak tüm dünyada tanımlanmış, genel kabul gören asgari standartlar belirlenmiştir. Uluslar arası hukuk bunları güvence altına almaktadır. Sorunun çözümünde esas alınacak temel kriterler de bunlardır. Bu nedenle “Türkiye Modeli” nitelemesi hukuktan, adaletten kaçıştır. Siyaset, bu süreçte devlete sığınmadan aktif bir rol üstlenmelidir. Kürtler bugüne kadar, ıslahat planlarından tutun, tenkil, tehcir, köy yakma ve boşaltma, sıkıyönetim, OHAL, koruculuk, v.b çok sayıda devlet projesi ile tanıştı. Bu nedenle Kürtlerin, kendilerine karşı işlenmiş çok sayıda insanlık suçunun faili olan devletin yeni projelerine güven duymaları kolay olmayacaktır.  

Cumhuriyet tarihi boyunca sorunun inkar, asimilasyon, katliam politikalarıyla çözülmeye çalışıldığı dikkate alınırsa, Hükümetin bugüne kadar attığı adımlar, uzun ve orta vadede yapılması öngörülenler son derece önemlidir. Ancak bunlar sorunu çözer mi denirse hayır. Sadece bunların sorunun çözümü sürecinde kolaylaştırıcı rol oynayabileceğini ifade edebilirim. Başbakanın Meclis kürsüsünden dile getirdiği Dersim katliamı vurgusu, köy yakma, faili meçhul cinayetler v.b. açıklamaları, yer isimlerinin iadesi çalışmaları devletin geçmişle yüzleşmesi açısından önemlidir. Ancak yirmi civarında Kürtçe yayın yapan televizyonun mevcudiyeti düşünüldüğünde TRT Şeş açılımı, Kürtlerin değil devletin bir ihtiyacı olarak ortaya çıkmıştır. Bilinen tarihi itibariyle beşbin yıldır ülkesi üzerinde yaşayan bir halkın ana dilinde eğitim yapmasının tartışma konusu edilmesinin bile insanım diyenleri iğrendirmesi gerekiyor. Bırakın ana dilde eğitimi, “Kürdoloji” ismi ile enstitü açılması dahi kabul görmedi, Enstitünün adı “Yaşayan Diller Enstitüsü” oldu. 

Açılım sürecinde tehlikeli gördüğüm diğer bir husus ise söylemlerde öne çıkarılan “Kardeşlik” vurgusudur. Özellikle Cumhurbaşkanı GÜL, Başbakan ERDOĞAN, Başbakan Yrd. ARINÇ başta olmak üzere devlet yetkililerinin açılıma ilişkin açıklamalarında sıklıkla “kardeşlikten”, bin yıllık beraberlikten söz ettiklerine tanık oluyoruz. Açılıma en son verilen isimlendirme ise “milli birlik ve kardeşlik projesi” dir. Bu ifadelerdeki kardeşlik söylemi de Kürdler ile Türklerin aynı dini inanca sahip olmaları esasına dayandırılmaktadır. Başbakan ERDOĞAN, 4. Din Şurasının açılışında yaptığı konuşmada bu söylemine şu şekilde açıklık getiriyordu: “Oğlunu, her ne sebeple olursa olsun kaybeden annelerin, oğullarının cenazesi başında aynı Yasin`i okuduklarını, aynı Fatiha`yı okuduklarını, aynı duayı ettiklerini ve cemaatin aynı kıbleye yöneldiğini ifade ediyorum. Benim bu örneğimi, çok tipik bir refleksle karşılayanlar, alışılmış tepki verenler oldu. `Başbakan demokratik açılımı, din üzerinden mi gerçekleştirecek` şeklinde fikir yürütenler çıktı. Dinin istismarı ne kadar yanlışsa, dinin toplumsal problemleri çözmede oynayabileceği sosyal rolü görmezden gelmek de o denli yanlıştır.”

Başbakan Recep Tayip ERDOĞAN kişisel olarak bu düşüncesini ifade ederse şüphesiz buna saygı duyulabilir. Ayrıca ERDOĞAN bu yaklaşımında kişisel olarak samimi de olabilir. Ancak bu sözler laik Kemalist devletin başbakanı sıfatı ile ve devlet adına söylenirse burada hedef kitle olan Kürtlere yönelik hile ve aldatma politikalarından kuşkulanmak kaçınılmazdır. Ayrıca bu projede dinin araçsallaştırılması daha büyük bir vebaldir. Çünkü Başbakan ERDOĞAN’ın T.C. rejiminde hiçbir toplumsal sorunun çözümünde dini kuralların referans alınamayacağını biliyor olması gerekir. Kaldı ki sahip olduğu siyasi geleneğin dört siyasi partisi bu sebeple kapatılmış, kurucu genel başkanı olduğu mevcut partisi de kapatılmanın eşiğinden dönmüştür.

Kürtlere yönelik bu söylem yeni değildir. Kürdler, Cumhuriyetin ilk yıllarında bu söyleme inandılar  ve aldatıldılar. Bunun bedelini de çok ağır ödediler ve halen ödemeye devam etmektedirler. Ancak bugün, ikinci kez aynı delikten ısırılmayacak kadar siyasi bilince sahiptirler. 1925 Direnişinin önderi Şeyh Said, Türk Devletinin felsefi/ideolojik çizgisi belirginleştiğinde 6 Ocak 1925’te Kürd ileri gelenleri ile Tekman’a bağlı olan Kırıkan köyünde düzenlenen toplantıda şunları söylüyordu: “Bizi Türklerle birlik kılan şeriat ve hilafetti, Türkler şeriatı yok sayıp hilafeti kaldırdıklarına göre artık bizi birbirimize bağlayan hiçbir bağ kalmamıştır. Dolayısıyla bizler  Kürtlerin bağımsızlık hakkını yarın hiç bir kimse ile tartışma konusu yapmayacağız. İlahi adalet, uluslararası hukuk, vicdan ve insanlık onuru da bunu emreder. Şimdi bir Kürd Devleti kurulmalıdır”

Bu nedenle Türk Devleti açılım projelerinde samimi ise Kürdlere “kardeşlik” söylemi ile değil; hak, hukuk, adalet, eşitlik temelinde geliştirilmiş projelerle gelmelidir. Gerçek ve kalıcı bir barış da ancak adalet, eşitlik ve hukuk temelinde filizlenip gelişebilir. Sorunun nihai çözümü, Kürt halkının tercihi ile şekillenecek, adalet ve eşitlik temelinde yeni bir Anayasal sistemle mümkündür.

DTP ısrarla İmralı’nın muhatap alınmasını istiyor? Sizce süreçle ilgili PKK herhangi bir düzeyde muhatap alınabilir mi? Neden bu konuda ısrarlı davranılıyor? Bir anlamda kendisinin sürece dâhil olunmasına çalışması zaten PKK’nın dolaylı olarak muhatap alınması anlamına gelmiyor mu? Bunun süreç açısından faydalı veya gerekli olduğu konusunda ne düşünüyorsunuz?

Sorunun farklı boyutları mevcuttur. Dolayısıyla çözümde muhatabın bu farklı boyutlar göz önünde bulundurularak belirlenmesi gerekir. Bir boyutu ile sorun, Cumhuriyet ile birlikte uygulamaya konulan tek ulus yaratma projesi çerçevesinde zaman zaman katliamlara varan inkar ve asimilasyon politikasının doğurduğu bir sorundur. Bu boyutu ile sorun, temelde insan hakları ve özgürlüklerle ilgilidir. Çözümü de mevcut anayasal sistemi değiştirmek; zorla dayatılan ulus devlet modelinden vazgeçmektir. Sorunun bu boyutunun muhatabı insanlık vicdanı; çözüm zemini de hak, adalet, eşitlik, özgürlük gibi hukuksal zemindir.

Sorunun diğer boyutu ise 25 yıldır devam eden çatışmaların durdurulması, çatışmasızlık sürecinin kalıcılaştırılması, silahsızlandırma ve şiddetin devre dışı bırakılması; toplumsal barış projesinin hayata geçirilmesi. Bunun muhatabı ise doğal olarak çatışan güçlerdir. Bu nedenle doğrudan veya dolaylı, artık ne şekilde olacaksa hükümetin/devletin Kandil ile, Öcalan ile veya bunların sözcüleriyle bir şekilde temas içerisinde olması gerekiyor.

DTP’nin süreçle ilgili duruşunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Özellikle Kandil’den ve Mahmur’dan dönüşlerle ilgili yaşananlar.. Son olarak İzmir’de DTP konvoyuna saldırılar sonrası olaylar ve Abdullah Öcalan’ın cezaevi koşullarında şikâyetleri ile başlayan ve DTP’nin sert mesajlarıyla iyice tırmandırılan gösteriler açılım süreci ile ilgili PKK ve DTP’de politikalar değişiyor mu?

Kanaatimce Hükümet bu süreci ucuza kotarma hesapları içerisine girdi. ABD ve Güney Kürdistan Bölgesel Hükümeti ile ortak çalışarak PKK’yi silahsızlandırabileceğini düşündü. ABD’nin bu süreçte Türkiye’den tek somut beklentisi Federe Kürdistan’ı tanıması ve Bölgesel Kürdistan Hükümeti ile ilişkilerini geliştirmesiydi. Türkiye bu talebi karşılayacak adımları attı. Bu adımlar Kürdistan Hükümetini de memnun etti. Öncelikle planlanan şey, Bölgesel Kürdistan Hükümetinin girişimleri ile Mahmur Kampındaki 12 bin sivilin ve Güney Kürdistan’da yaşayan PKK’den ayrılmış 3-4 bin eski gerillanın Türkiye’ye getirilmesiydi. Ancak Abdullah ÖCALAN ve PKK, kendileri muhatap bile alınmadan hayata geçirilen bu projenin örgütü daha da marjinalleştireceğini ve tasfiye sürecine sokacağını gördü. Bu nedenle hemen Mahmur, Kandil ve Avrupa’dan barış grubu adı altında grupların Türkiye’ye dönmesi talimatı verilerek inisiyatif alındı. Ardından gelişleri durdurduğunu açıkladı. Daha sonra cezaevi koşulları bahane edilerek örgütlenen sokak gösterileri ve çatışmalar; ve nihayet Tokat’ta 7 askerin ölümü ile sonuçlanan, örgütten yapılan açıklamaya göre bir grubun kendi inisiyatifiyle gerçekleştirdiği saldırı. Tüm bunlar karşı tarafa gücünü gösteren karşı hamlelerdir. Bu hamlelerle Öcalan ve PKK açılım sürecinde etkin bir rol almak, gücü ile paralel kimi kazanımlar peşindedir. Şimdilik ortaya çıkan talep de Öcalan’ın cezasının ev hapsine dönüştürülmesidir.

Mahmur ve Kandil’den dönüşler sırasında yaşananlar hükümette ve Türk kamuoyunda adeta şok etkisi yarattı. Beklentiler, dönenlerin tıpkı liderleri Abdullah Öcalan gibi teslimiyetçi bir tutum içerisinde “Türk devletine hizmete hazırım” diyerek dönmeleriydi. Ancak onlar birer kahraman gibi döndüler ve karşılandılar. Onlar, bir kesimin gözünde “sömürgeci güçlere karşı yirmi beş yıldır savaşan özgürlük savaşçıları” idi. Başka bir toplumsal kesimin gözünde ise “eli kanlı bölücü teröristler”. Bu iki algının uzlaşması ne kadar mümkün olabilir acaba? Belki de toplumsal barışı yakalamak bu kadar zor olacaktır.

Yaşanan son olaylar ETÖ davasında ortaya çıkan ilişkiler, JİTEM gibi benzeri yapılar üzerinden bölgede kurulan ilişki ağı vb. şeyler sistemin PKK içinde derin ilişkilerinin olduğunu gösteriyormu? ETÖ davasını sistemin değişimi bağlamında, açılım sürecine yansımaları bağlamında nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tam bir asırdır bu ülkeye egemen olan “İttihatçı” zihniyet, uyguladığı politikalarla tüm toplumsal kesimlere çok büyük acılar yaşatmıştır. Bugün Türkiye’de yaşanan iç ve dış sorunların tamamının temelinde İttihatçı zihniyetin dayattığı politikalar yer almaktadır. Bu nedenle bu Baasist anlayışın örgütü olan Ergenekon’un tasfiyesi, sistemdeki değişim için kilit öneme sahiptir.  Ergenekon operasyonları, açılım sürecinin sürdürülebilirliği açısından da önemlidir. Hatırlanacağı üzere Başbakan Erdoğan, 2005 yılı Ağustosunda Diyarbakır’da “Kürt sorunu benim de sorunumdur, devlet geçmişte yanlış işler yapmıştır” şeklinde bir konuşma yapmıştı. Kanaatimce açılım projesine o dönemde start verilmek istenmiş, ancak devlet içerisinden ciddi bir dirençle karşılaşılmıştı. Bu nedenledir ki yaklaşık dört yıl boyunca bir daha Başbakanın ağzından “Kürt sorunu” ifadesini duymadık. Aksine her konuşmasında “Tek … Tek…” tekerlemeleri yer almaya başladı. Ne zamanki Ergenekon operasyonları sonucu darbeci güçler önemli ölçüde tasfiye edildi, sindirildi; açılım süreci de o zaman başladı.

Ergenekon Türkiye’deki bir çok siyasal yapılanma ile, ihtiyaç duyduğu dönem ve zeminlerde, Jitem ve benzeri hukuk dışı yapılanmalar üzerinden temasa geçmiş, sızmış, bunları amaçlarına hizmet edecek şekilde manipüle etmeye çalışmıştır. Buna PKK, DHKP-C gibi örgütler yanında kimi İslami örgütler de dahildir. Buna rağmen Kürt coğrafyasında işlenmiş cinayetlerin, yaşanmış kirli ilişkilerin kaynağını devletin derinliklerinde aramanın daha doğru bir adres olacağını düşünüyorum.  

PKK ve DTP’nin Türkiye Kürtlerinin tümünü temsil etmediği bir gerçek. Buna rağmen alternatif bir oluşum ortaya çıkmıyor. HAK-PAR gibi partiler ciddi bir adres olamıyorlar. Sizce bu durum normal mi? Bunun böyle olmasının nedenleri nedir? Süreç içinde yakın ve orta vadede bu anlamda Türkiye Kürtleri açısından farklı siyasi parti, hareket veya oluşumlar toplumsal tabanı kuşatacak güçte ortaya çıkabilir mi? Sizce bu tür bir oluşuma, alternatif siyasi adrese ihtiyaç var mı?

PKK, Kürt coğrafyasında devletin uyguladığı insanlık dışı politikalara karşı 25 yıldır fiilen bir savaş yürütüyor. Öyle ki neredeyse her aileden bir kişi, en azından her ailenin bir yakını ya öldürülmüş, veya Diyarbakır zindanında işkenceden geçirilmiştir. Bir çoklarının evleri yakılmış, köyleri boşaltılmış, zorla göç ettirilmişlerdir. Dolayısıyla bu hareketin bölgede önemli bir toplumsal tabanının olmasında şaşılacak bir durum olmadığı kanaatindeyim.

PKK dışındaki sol grupların, özellikle İslami grup ve cemaatlerin bölgede önemli kitlesel güce sahip oldukları biliniyor. Bu potansiyeli siyasal zemine taşıyacak örgütlülüğe şüphesiz ihtiyaç vardır. Ancak bu örgütlenmelerin PKK’ye alternatif olarak çıkışının doğru olacağı kanaatinde değilim. PKK’ye alternatif olarak çıkacak oluşumların, Türk devletinin yıllarca bölgede uyguladığı; birbirinin alternatifi hareketler üzerinden Kürdü Kürde kırdırma politikalarının yeniden hayata geçirilmesine zemin hazırlayacağı endişesi taşıyorum. Bu nedenle devletin bölgedeki inkar ve asimilasyon politikalarına karşı mücadele edecek, bu mücadelede diğer Kürt örgütleri ile işbirliği ve dayanışmaya açık, sisteme alternatif örgütlenmelere ihtiyaç vardır. Gerek potansiyel olarak, gerekse konjonktür itibariyle bölge Müslümanları açısından kuşatıcı bir örgütlenme için koşullar oldukça elverişlidir. Ancak ne yazık ki Müslümanlar, Filistin ve Çeçenya’daki sorunlarla ilgilenmekten kendi ülkelerinin, kendi halklarının sorunlarına eğilmeye bir türlü fırsat bulamıyorlar (!)

Diyarbakır Büyükşehir Belediye başkanı Osman Baydemir’in 29 Ekim Cumhuriyet bayramı kutlamalarında verdiği olumlu mesajlar, kutlamalarda başta komutanlar olmak üzere protokolle tokalaşması, vali ve askeri komutanla tören arabasında halkı selamlaması, verilen bir Türk bayrağını büyük bir saygı ve özenle alması ve daha önce barış mitingi ve diğer bazı yerlerde yaptığı konuşmalar bazı tabuları yıkan, açılım sürecine yapıcı sıcak mesajlar vermesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu bağlamda uzun süredir sessiz kalan Leyla Zana’nın bir iki hafta önce verdiği röportajda kardeşlik ve barış mesajları vermesi, acaba Kürt sorunu ile ilgili mücadele sürecinden gelen bu isimlerin bu duruşları bir değişimi mi ifade ediyor? Bu isimler barışın mimarları olabilirler mi? AK parti bu süreçte, bu ve benzeri isimlerle iletişim kurup, katkı sağlamasını yararlı bulur musunuz?

Bölge insanlarının tamamı bu sorundan bir şekliyle etkilendi, büyük acılar yaşadı. Devletin, hükümetin sorunların çözümü yönünde atacağı somut adımların, Kürt cephesinde de karşılık bulması kaçınılmazdır. Bu anlamda açılım süreci toplumsal barış umutlarını yeşertmiş; Başbakanın 13 Kasım günü geçmişle yüzleşmenin kapısını aralayan meclis konuşması Kürt çevrelerin önemli bir kesiminde heyecan yaratmıştır. İsimlerini zikrettiğiniz kişilerin de kişisel olarak süreci olumlayan bir yaklaşıma sahip olduklarına ben de inanıyorum. Ancak sadece bu kişilerin değil, DTP ekseninde siyaset yapan hiçbir şahsın, PKK ve Öcalan’a rağmen açılım sürecinde aktif rol alacak bir aktör olarak ortaya çıkabileceğine en azından bugün için ihtimal vermiyorum. Osman Baydemir birkaç yıl önce siyasette karşılaştıkları güçlüklerden sözederken, Türk siyaseti üzerindeki askeri vesayet gibi Kürt siyaseti üzerindeki örgüt vesayetine gönderme yapıyordu.

Açılım süreciyle ilgili çeşitli toplumsal kesimlerin tavırlarını nasıl görüyorsunuz? Özellikle İslami çevrelerin sürece bakışları, söylem ve duruşları hakkında görüşleriniz nelerdir?

Toplumsal kesimlere ilişkin gözlemlerimde, açılım sürecini Ak Parti tabanından bile daha fazla sahiplenen ve savunan iki kesimden söz edebilirim. Biri liberal örgütler ve aydınlar; diğeri ise Fethullah Gülen cemaati ve onların yayın organlarıdır.

Yeni sol partinin kuruluş çalışmalarında yer alanları istisna tutarsak genel olarak Türk solunun aslına rücu ederek Kemalist unsurlarla bütünleştiği; açılım sürecinde ırkçılık derekesinde Kürt düşmanlığı yapmaya başladığı gözlemlenmektedir.

İslami çevreler ise bu meselede de maalesef siyasal tutum takınmaktan ve kendilerini ifade etmekten kaçınmışlardır. “Görece özgürlükçü bir değişimi savunarak gri yollara savrulma” korkusu ile olsa gerek suskunluğu ve tavırsızlığı tercih etmişlerdir. İslami çevrelerdeki bu siyaset üretememe hali devam ederse, Ak Parti ile başlayan sistemle bütünleşme bütün bünyeyi kuşatacak, İslami muhalefet toplumsal bir dinamik olmaktan çıkacaktır. Türkiye’deki Müslümanlar olarak neden sisteme karşı etkin, sürekli ve kuşatıcı bir muhalefet hareketi oluşturamadığımız üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Hatta muhalif olup olmadığımızı, veya ne kadar muhalif olduğumuzu tartışmalıyız.

AB koordinatörü Egemen Bağış, Avrupa Birliği süreciyle ilgili önemli adımlardan birinin “Sivil Anayasa” olduğunu belirtti. Açılım sürecindeki kazanımların da güvencesi yeni bir anayasayla sağlanabilir. Bu konuda, bir hukukçu olarak anayasa değişimini gerekli görüyor musunuz? Bunun önündeki engeller nelerdir? Bu alanda daha önce atılan adımlar sizce neden başarısız oldu? Bu konuda AK partinin çabalarını yeterli ve samimi buluyor musunuz?

Sorunun kaynağı anayasal sistemdir. Örneğin Kürdü ve diğer etnik unsurları inkar eden ve herkesi Türkleştirmeyi hedef alan asimilasyon politikalarının mevzuattaki dayanağı, Anayasanın 66. maddesidir. Dolayısıyla sorunun nihai çözümü için anayasal düzenleme zorunludur. Hatta parçalı değişikliklerin çözüm olamayacağı, yeni bir sivil anayasanın gerekli olduğu açılımdan yana tüm kesimlerin ortak kanaatidir.

Ak Parti yetkilileri bu dönemde anayasal değişiklik için konjonktürün uygun olmadığını, önümüzdeki seçimlerde oluşacak meclisin yeni bir anayasa yapabileceğini belirtmektedirler. Oysa önümüzdeki seçimlerde oluşacak meclis tablosuyla Anayasal değişiklik yapılabileceğinin garantisi olmadığına göre, Ak Parti’nin bu tutumu, sorumluluktan kaçmak ve topu taca atmaktır.

Ak Parti bu konuda da sorumluluk almalı, çözüme yönelik somut adımlar atmalıdır. Örneğin gerekli yasal düzenleme yapılarak, mevcut meclisten ayrı, görevi yeni bir anayasa yapmakla sınırlı kurucu bir meclis oluşturulması için seçime gidilebilir.

Son günlerde sıkça koruculuk sisteminden kaynaklanan cinayetler ve çeşitli hukuksuzluklarla karşılaşıyoruz. Bilge köyü katliamı, Ergani’de bir aileden korucuların öldürdüğü 4 kişi, Van çataktaki korucu cinayeti sadece basına yansıyan kanlı olaylardan bir kaçı. Silah kaçakçılığından, ihale çeteciliğine uzanan bölgedeki suçlarda koruculuk mümbit bir alan oluşturuyor. İHD ve MAZLUMDER’in konuyla ilgili hak ihlal raporlarında suç dosyaları oldukça kabarık.  MAZLUMDER’ de uzun yıllar yöneticilik yapmış biri olarak bu konudaki düşünceleriniz nedir?

Koruculuk, Kürt halkının içinden kendi halkına düşman unsurlar yaratmayı amaç edinen bir sistemdir. Türk devleti bu sistem ile Kürtlerin bünyesine, tıpkı ağaç kurtları gibi kendinden olan ve bünyeyi içten kemiren kurtlar yerleştirmiştir.

Devletin silahı ile donatılan, maaş ve diğer sosyal haklarla desteklenen, arkasına aldığı devlet otoritesiyle adeta dokunulmazlık zırhına bürünen, çoğu okur-yazar bile olmayan eğitimsiz korucuların suç makinesine dönüşmeleri kaçınılmazdır. İstatistiklere göre korucuların % 40’ı suça bulaşmaktadır.

Açılım sürecinin önemli ayaklarında birisi de koruculuğun tasfiyesi olmalıdır. Ancak tasfiyenin yeni sorunlara kapı açmaması, korucular için yeni istihdam alanlarının açılması gerekir.  

Müslüman ve Kürt bir aydın olarak açılım sürecine dönük umutlu musunuz? Desteklenmesi gerektiğini düşünüyormusunuz? Önerileriniz veya çözüme dönük atılması gereken olmazsa olamaz adımlar hakkında neler söylemek istersiniz?

Açılım projesi ile ilgili ihtiyatlı bir iyimserlik içerisinde olduğumu söyleyebilirim. Açılım projesi, içeriden veya dışarıdan kaynaklanan etkenlerle, devletin karşı karşıya kaldığı açmazları aşabilmek için zorunlu olarak başvurduğu bir projedir. Bu proje dar politik çıkarlar gözetilmeden, adalet eşitlik, hak, hukuk ekseninde sürdürülebilirse, Kürtler, Türkler, bölge halkları, hatta uluslar arası güçler, herkesin kazanımlar elde edebileceği bir süreci başlatabilecektir. Aksi halde belki bir süreliğine sorun ertelenebilecek, ancak çok daha ağır sonuçlarla yeniden nüksedecektir.

Sorunun özü PKK’nin silahsızlandırılmasının ötesinde, devletin yapısından kaynaklanmaktadır. Sadece PKK’nin tasfiyesini esas alan ucuz hesaplar sorunu daha da derinleştirecektir. Bu nedenle siyaset kurumu devlete sığınmaktan vazgeçmeli, devletin kuruluş felsefesine dayalı paradigmalarla sorunun çözülemeyeceğini kabul etmeli, cesur ve kararlı davranarak inisiyatifi ele almalı, kendi çözüm projelerini üretmelidir. Sadece ABD ve Kürdistan Federe Hükümeti üzerinden sorunun çözülemeyeceği, bölgedeki Kürt unsurlarını ve çatışmanın taraflarını sürece katmanın zorunlu olduğu göz ardı edilmemelidir.

Av. Şehmus Ülek kimdir?

1960 Yılında Siverek’te doğdu. Lisans düzeyinde gazetecilik ve hukuk öğrenimi gördü. Mazlumder Şanlıurfa Şubesinin kurucu Şube Başkanlığı, 6 yıl Mazlumder Genel Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulundu. Halen Şanlıurfa’da serbest avukat olarak çalışmaktadır. 

(Söyleşi: Hasan Postacı / Özgün Duruş)

Etiketler : #Açılım   #   #devletin   #kendisini   #yeniden   #yapılandırma   #projesidir   
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN