Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Teşeyyu

Kur'ân, inananlar kendilerine müslümanım desinler isteyen bir kitab iken, bunlardan bir kısmı sünniyim, bir kısmı da şiiyim diyorlarsa esasta yanılıyorlar demektir. Kur'ân müslümanların kitabıdır; sünnilerin veya şiilerin kitabı değil. Bu demektir ki Kur'ân'a inananlar kendine yine O kitabın buyurduğu gibi yalnızca müslümanım demelidirler. Başka bir isimle isimlendirilmeyi ise kabullenmemelidirler.

02-06-2008


 

Ercümend Özkan

Sünnet, lügatte işlek yol, geniş manada Allah'ın yolu veya insanların âdet haline getirdiği iyi veya kötü davranışlarını ifade eden kelimedir. Kur'ân'da bu tabir yukarıda açıklamaya çalıştı­ğımız bütün manalarda kullanılmıştır (33/38; 17/77; 8/38).

Sünnetullah, Sünnet-i Resulullah, Sünnet-i Filân veya Fûlan gibi deyimler hep kullanılmış ve kullanılmaktadır. Diğer taraftan iyi sünnet veya kötü sünnet deyimleri de bolca kullanılagelmiştir.

Bizim burada üzerinde duracağımız sünnet ise Resulullah'ın yapmayı âdet haline getirdiği, yapageldiği davranışlar olup, özellikle de müslümanları ilzam eden İslâm'ın yaşanılması ile ilgili, Kur'ân'ın bir hayat tarzı olarak yaşanılması ile ilgili ha­reketleridir. Ki hiçbir müslüman Resulullah'ı dışlayarak, Onu devre dışı bırakarak İslamı yaşayabileceğinden söz edemez. Bu anlamda, yani Resulullah'ın Kur'ân'ı ahlak edinmede tuttuğu yolu terkederek müslüman olmaktan bahsetmek, İslamla bağda­şamaz. Müslümanım diyen her kişiyi Resulullah'ın sünneti (Kur'ân'ı ahlak edinmede tuttuğu yolu) bağlar. Kimse kendini bu bağın dışında sayamaz.

Kelime anlamı itibariyle de "Ehl-i sünnet" İslamı, Resulul­lah'ı örnek alarak yaşamaya çalışmak demektir. Zaten tarih bo­yunca da bütün tartışmalar sünnet-i Resulullah'ı reddetmek, ya da dışında kalmak üzerinde değil, Sünnet-i Resulullah'ın ne olduğu, nelerden ibaret bulunduğu ve nelerin (hangi davranışların) peygamberin Kur'ân'ı ahlak edinmesiyle ilgili bulınduğu tabii din ile ilgili bulunduğu konuları üzerinde olagelmiştir. Hiçbir müslüman, hangi mezhebin mensubu bulunursa bulunsun sünnet-i Resulullah'ı dışlamayı düşünmemiş, düşünmeye bir yol da aramamıştır.

Allah'ın elçisinin, kendisine gelen vahyi davranışlar haline geçirerek takib ettiği yol şayet insan olması münasebeti ile bazı yanlışları bulunmuş ise bunlar; kendi elçisinin yanlışarını dü­zeltmek Allah'a ait bir keyfiyet olduğundan yine O'nun tarafın­dan düzeltilmiş ve Allah dininin, kullarına yanlışsız olarak teb­liğini sağlamıştır. Bu itibarla sünnet-i Resulullah, sağlaması yapılmış bir İslâmî uyarlamanın, uygulamanın adı olarak bilin­miş ve anılagelmiştir. Bu geçerli gerekçe ile de müslümanlar ta­rafından başüstü tutulmuş ve değerlendirilmiştir.

Peygamberin söylediği söylenen sözler veya yaptğı söyle­nen davranışlar şayet eleştirilmiş ise; bu eleştiri peygambere yö­nelik olmamış fakat bunu rivayet edenlerin rivayetlerine, ravilerin şahsiyetlerine, rivayetin metnine, anlamına olmuşur. Yani burada eleştiri kesinlikle peygambere değil, Ondandır diye yapı­lan rivayetlere ve anlamlarına olmuştur. Daha Resulullah hayat­ta iken yapılmakta bulunan bu eleştirilerden daha sora bize kadar intikal eden rivayetler vasıtasıyla haberdar oluyoruz. Daha sonra da bu eleştiriler giderek çoğalmış ve kitablarına ala­bildikleri rivayetlerin sayıları onbinlere bile varmazken bunları milyonlarca, yüzbinlerce rivayetten seçerek koyduklarını da be­lirtmeden geçmemişlerdir hadis imamları...

Yapılanlardan rahatlıkla anlıyoruz ki eleştiriye tabi tutulan peygamberin İslamı yaşama biçimi, Kur'ân'ı hayata geçirme şekli olmayıp, bunlarla ilgili olarak insanların rivayetlerindeki yanlışlar, aksaklıklar, yanılgılardır. Zira hiçbir dinin mensubu, o dinin peygamberini, dini üzerine eleştiremez. Eleştirirse o dinin mensubu olarak kalamaz. Dini, insanlara peygamberler bildirir. Dinin uyarlanması, hayata geçirilmesinde peygamberler ilk canlı uygulayıcılardır. Peygamberler, Allah'ın murakabesi altın­dadırlar. Bu murakabe onların insan olmaları itibariyle yanılma­larından kaynaklanacak yanlışlarının düzeltilmelerine matuf olup, Allah'ın dininin, yanlışsız ve eksiksiz olarak kullarına açıklanmasının sağlanması amacına yöneliktir. Ki Allah kulları­nın bahanesi kalmasın için dinini bütün açıklığı ile bildirmeyi kendine vâcib kılmıştır.

Evet sünnet ehli demek, işte peygamberin dini anlayıp ya­şadığı gibi anlayıp yaşamak anlamına gelen bir kelime olarak kullanılmaktadır. Bu, deyimin lügat anlamı olup, sonradan geli­şen ve teşekkül eden ve bugün de çokça kullanılan geleneksel anlamında değildir. Bizim burada üzerinde duracağımız ise bugün geniş olarak kullanılan ve müslümanlann büyük kesimince kabullenilen anlamı olup, bu anlam ile yukarıda açıkla­maya çalıştığımız anlam arasında büyük farklılıklar vardır.

Diğer yandan Ehl-i Teşeyyu', yani şiâ ise, yine kelime an­lamı itibariyle taraftar manasına gelen bir özel isim olarak kul­lanılmakta ve Ali ibn Ebî Tâlib taraftarı manasına gelmektedir. Ali'yi, peygamberin yerine vâsi olarak tayin ettiği kanaati ile Peygamberi en iyi temsil eden müslüman anlamında, Ali taraftarlığı da yine sünnet, yani peygamberin müslümanlığını en iyi temsil eden kişi taraftarlığı anlamında kullanıldığı bilinmektedir.

Bu deyim belki daha peygamber hayatta iken bile var idi ve bazı sinelerde yaşatılmakta idi. Ki peygamberin vefatından itibaren su yüzüne çıkmaya başlamış ve peygamberin yerine, Ali'nin halife olması taraftarlığı olarak algılanmıştır. Selman, Mikdad ve Ebu Zerr gibi müslümanların Ali taraftarlarının ilkleri olduğu söylenegelmiştir.

Sanıldığı gibi sünnîlik ve şiilik Ali ile Muaviye arasındaki Sıffîn savaşının ürünü değildir. Peygamberin amcası Abbas'ın peygamberin vefatını takiben özellikle peygamberin kızı Fatıma'yı harekete geçirerek Ebu Bekr'in üzerine yürütmesi, Kureyş'ten de olsa riyasetin bir başka kabilenin eline geçmesini ön­lemeye matuf davranışlarının ürünü olarak görünüyor. Benî Haşim'in elinden çıkmaması açısından imaretin Ali'ye verilmesi gerektiğini kendisi açıkça dile getiremeyen Abbas, peygambe­rin kızını tahrik ederek ortaya sürmüştür. Hemen değilse bile ileride Beni Hâşim'den olması münasebeti ile kendi eline geçi­receğini umduğu -ki ileriki tarihlerde de bu iddianın sahibi ola­rak Abbâsilerin aynı yolu kullanarak Abbasiler adı ile bir Benî Hâşim imareti kurduklarını biliyoruz- imaretin daha o günler­den zeminini hazırlamayı hedeflediği gözleniyor.

Beni Umeyye'ye karşı Ali'nin yanında bulunanların ezici çoğunluğu daha sonralarda ehl-i sünnet olarak anılan sahabilerden oluştuğuna göre bunların bugünkü manada Ali taraftarlığı (şiâsı) söz konusu değildir.

İslâmdan önceki kabile üstünlüğü iddialarının İslamdan sonra da sürdüğünü gösteren bu gerçekler tarih boyunca kendini akidevî, amelî alanlarda dahi belirginleştirerek su yüzüne çıkarmış ve bazı kabile mensublarının diğerine üstünlüğü iddiası, kabilelerle ilgisi bulunmayan kabile ve hatta ırklarda dahi görülür olmuştur. Bu hâl cahilî kültürün İslam öğretisini örtmesi olarak adlandırılabilir.

Bugün ehl-i sünnet; tarih boyunca Kur'ân ve O'nun öğreti­sinin üzerine çekilmiş bir koyu mezheb kültürü olarak algılanıyorken, keza şia da yine doz farkı ile de olsa aynı işlevin sahibi olarak kültürü ile Kur'ân öğretisinin önünde koyu bulutlar oluş­turmaktadır. Ehl-i sünnet olsun, şia olsun hangi âyete baksa âyetin bizzat kendi anlamını değil, tarihi süreç içinde ona ka­zandırılan mezheb kültürünün verdiği anlamı görmektedir.

Bu, mezhebin din haline getirilmişliğinin ifadesidir. Ali'nin, pey­gamberden sonra O'nun varisi olacağı ile ilgili 273 ayet bulun­duğunu gayet rahatlıkla söyleyebilen şia, bu hâli ile Kur'ânı şiileştirmiş iken, imaret konusunda Kureyş'ten olmayı şart bilen ehl-i sünnet de Kur'ân'ı sünnileştirmiştir. Her ikisi de esastan yanlış yapmışlardır.

Zira Kur'ân gerçekten ne şiî, ne de sünnî'dir. Bilâkis sünnîlik veya şiâlık Kur'ânî olmak durumun­da ve zorundadır. Kur'ân'ı kendisinde bulunmayan ifadelerle, zannlarına uydurarak ondan mezhebleri istikametinde hüküm çıkaranlar bilmelidirler ki Kur'ân ne sünnîdir, ne de şiîdir; yal­nızca Allah'ın kitabıdır ve tüm insanlara inansınlar ve içindeki­lerle amel etsinler için gönderilmiştir.

Kur'ân, inananlar kendilerine müslümanım desinler isteyen bir kitab iken, bunlardan bir kısmı sünniyim, bir kısmı da şiiyim diyorlarsa esasta yanılıyorlar demektir. Kur'ân müslümanların kitabıdır; sünnilerin veya şiilerin kitabı değil. Bu demektir ki Kur'ân'a inananlar kendine yine O kitabın buyurduğu gibi yalnızca müslümanım demelidirler. Başka bir isimle isimlendirilmeyi ise kabullenmemelidirler. Zira Kitab'ın sahibi Allah, "De ki ben müslümanlardanım" buyurmaktadır. Hiçbir âyette de "De ki ben sünnilerdenim veya şiilerdenim" buyurulmamaktadır.

Allah, kullarından ne istiyorsa onu yapanlara müslüman denilmekte, başka bir isim de kullanılmamaktadr. Allah'ın verdiği ismi kifayetsiz mi buluyorlar ki müslümanlar bir de kendilerini sünnî veya şiî olarak niteliyorlar.

Unutulmaması gereken şu gerçek de gösteriyor ki Allah Kitab'ı Kur'ân'ı korumasına almış iken, peyganberden gelen ri­vayetleri korumasına almamıştır. Kur'ân'a nispetle ne sünnilerin elindeki hadis memuaları, ne de şiânın elindeki hadis mecmua­ları Kur'ân ayarında sahih olmadıkları gibi O'ıun dûnunda oluş­ları itibariyle de onu açıklamaya, Kitab'ın hükümlerini şekil­lendirmeye yeteri değillerdir, olamazlar da.. Yanılmazlıkları varsayılan ravileriyle şiânın hadis imamları ile, sünnilerin hadis imamları arasında insan olmaları bakımından hiçbir fark yoktur ve hepsi de Allah'ın yanılabilir kullarındandır.

Peygamberin masumiyeti kendisinin Allah'ın elçisi olma­sından dolayı iken ve kendisinin değil, Allah'ın kendisine gön­derdiği vahiyleri insanlara iletmesi münasebeti ile iken, hadis imamlarının sünnisinin veya şiisinin Allah'ın elçiliği gibi bir va­zifesi de söz konusu değildir. Bundan dolayıdır ki masumiyetleri de söz konusu olamaz. Kur'ân bunu âmirdir. Peygamberin masumluğu O'nun Allah'tan gelen vahyi insanlara iletmesinden dolayı, Allah'a ait bir işi üstlenmesinden dolayıdır. Vahiy için insanlar bir şey diyecekse peygambere değil, Allah'a demelidirler. Zira vahiy peygamberin kendi sözleri değildir. Peygamberinmasumiyetinin anlamı budur. Yoksa günah işleyemezliği veya yanılmazlığı anlamında değildir. Elçiye zeval yoktur anlamınd bir masumiyet söz konusudur.

Tarih içerisinde insanlar zaaflarının sonucu olarak Allahın gönderdiği vahiy ana çizgisinden zaafları istikametinde saparak bugünkü bulundukları yerlerine gelmişlerdir. Doğru veya eğri bir şeyin kendisinden önce yapılmış olması ve yapılagelmiş bulunması insanlar için hep bir kolaylık olmuş ve bu kolaylık sürdürülmüş, asla geriye dönerek yürünen yolun eğriliği veya doğ­ruluğunun sağlaması yapılmak istenilmemiştir.

İstisna olarak bunu yapanlar bulunmuş ise de, büyük çoğunluk yürüne yürüıe yol yapılmış çizgiyi, doğruluk veya eğriliğine bakmaksızın yürümüş ve daha da genişletmiştir. Üstelik Rabbleri katından hiçbir delilleri olmadığı halde yürüdükleri yolun yalnızca hak yol olduğundan pek emîn bulunarak yürüyegelmişlerdir. Bu yün­dendir ki Kur'ân 'atalarını üzerinde yürür buldukları yolda yürümeyi' esas itibariyle hak olarak tanımamış, reddetmiştir. Zira bu yürünen yol, içinde haktan bazı parçalar bulunsa bile tümü bakımından hakkın ifadesi olarak kalmamış, kalamamıştır.

Kureyş'in Allah'ı bildiği, Kureyşlilerin bazı maruflardan haberdar bulunduğu da bilinmektedir. Lâkin bilinen bazı doğrular hakkın tümünün ifadesi bulunmadığından, ona katılanlar yüzünden bu doğrular da doğruluğunu yitirmektedir. Allah'a inanmak, O'na koşulan ortaklar yüzünden işe yaramaz hâle gelmekte, Allah hakkında zann taşımak O'na imanı geçersiz kılmaktadır. Bunun içindir ki Kur'ân İslâmı ile diğer İslâmlar arasında daima fark olagelmiş ve bu farklar nisbetinde İslâmdan uzaklaşılmıştır. Bu uzaklaşma ancak Kur'ân'a katılanlardan uzaklaşılır ve Kur'ân'a dönülürse son bulabilir.

Bu noktada mezheblerin vazgeçilmez olnalarına rağmen, yaşattığı İslâmı Kur'ân Islâmına döndürmek zorundayız. Her mezheb sahibi bilmelidir ki mezhebi din, yani İslâm değildir. Ancak kendi görüşleridir. Din, yani İslâm ise Allah'ın'dır. Biz insanlar ahirette mezheblerimizden değil, dinimizden, yani İslâmdan sorulacağız. Bilinmelidir ki Kur'ân'a çalışmayıp, mezhebine çalışanlar ahiretteki sorguda sınıfta kalacaklardır.

Ne ehl-i sünnetin hak zannettiği nice şeyin, ne de şiânın hak zannettiği nice şeyin insanı ahirette kurtarmayacağı açık olarak bilinmeli ve dinlerinde kesin, mezheblerinde zann içinde bulunmak durumunla olmalıdır müslümanlar. Mezhebte mutlak doğruluk aramak vahiyle teyid ve tasdik edilmediği için müm­kün değil iken, dinde kesinlik vahye dayandığından hem gerekli hem de geçerlidir. Zira dinimizi belirleyen Allâh'ın lafızlarıdır. Akide ve amellerle ilgili ölçüleri koyan O'dur. O'nun yanılması mümkün değil iken O'nun yarattıkları yanılırlar. Bu sebeble in­sanların dinlerini yaşamak için tuttukları yol olarak bilinen mezhebte vahye dayalı mutlak doğruluk bulabilmek kabil değildir.

Kur'ân, akideye tealluk eden konuları gayet net olarak be­lirlemiş ve bunlarda zann bulunmasının kabul edilmezliğini de belirtmişken, akidesine zann katanlar, mezhebleriyle bunu yap­maktadırlar. Bundan vazgeçmelidirler. Kur'ân'ınb elirlediği aki­dede ne Ali'nin vesâyeti, ne Mehdî'nin mevcudiyeti, ne imamla­rın masumiyeti, ne Deccâl bulunmazken, diğer yandanhalifelerin Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali olaak sıralanması, Halifenin Kureyş'ten olması, gayba tealluk eden haberlerden hilafetin 30 yıl süreceği, kıyametin bilmem ne zaman kopacağı, ümmetten biri cennete gidecek, diğerleri cehennemi boylayacak 73 fırknın çıkacağı gibi şeyler de yoktur.

Kur'ân böylesi esas­sız şeylere itibar etmemekte, bunlara yer vermemektedir. Mezheblerinde mutlak doğruluk var sananların yanılgıları esasa mü­teallik bir yanılgıdır. Bu itibarla da Kur'ân'a aykırıdır. Kur'ân dışıakide ise Allah katında sahih, yani kabul edilir değildir. Akidede Kur'ân, bulundurduğu ifadeleriyle esas kabul edilmez ise mutaka onun dışına çıkılmış olur. Kur'ân dışında belirlenen akidenin ise zann taşıması kaçınılmazdır. Kur'ân ise akidede zanndan kaçınmanın ilk ve ön şart olduğunu belirtmektedir.

Kır'ân'ın koyduğu ölçülere göre insanların takvası ile biri­nin diğerine nisbetle Allah'a daha yakın olabileceği belirtilmiş­ken, Kır'ân dışında edinilen ölçülerle filanın veya peygamber de olsa falanın sulbünden gelenlerde peşin takva mevcudiyeti var sanmak kadar Kur'ân dışılık olamaz. Bu itibarla peygambe­rin soyundan gelenlerin, peygamber soyundan gelmeyenlere göre kesinlikle bir üstünlüğü söz konusu olamaz. Şayet pey­gamber soyundan gelmek bizatihi bir üstünlük olsa idi, bütün insanlar Adem'in soyundan geldiklerinden hepsinin sonradan tutacağı yola bakmadan bir üstünlüğünün bulunması gerekirdi ki Leninin de, Ebu Leheb'in de, Mao'nun da Adem'in soyundan geldiği unutulmamalıdır. Lut'un karısının, Nuh'un oğlunun, Hz. Muhamned'in amcası Ebu Leheb'in peşin cennetlikler olması gerekirdiki Kur'ân bunun tam tersini buyurmaktadır.

Allah Kur'ân'da, Kur'ân'ı nasıl ve ne zaman okuyacağımızla ilgili olarak "Yanınız üzerine, yatarken, otururken onu oku­yunuz" (Al-i İmran 191) buyurduğu halde, mezheb kültürü Kuran abdest aldırmadan ve hattâ diz kırmadan okutmaz olmuş ve Allah'ın kullarını Allah'ın kitabından merasimlere boğarak uzak tutmuştur. Her halde okunabileceği Kur'ân'da buyurulan Kur'ân, O'nun kullarının Kur'ân'daki kesinliğe rağmen or­taya koyduğu zannlarm sonucu ayak ayak üstünde iken bile okunamaz bulunmuştur.

Peygamber "Namaz dışında bir şey için abdestli olmakla emredilmedim" (Tirmizî) buyurduğu halde, mezheblerini dinlerinin önüne geçirenler Allah'ın kitabı­na saygı göstereceğiz diye O'nun kullarını O'nun kitabından uzaklaştırmışlardır. Kur'ân'ı okumayı merasimlere boğanlar, paganist dinlerdeki gibi merasimler icad etmişler ve İslâmı bir merasim dini imiş gibi göstermeyi becermişlerdir. İslâmda ruhban bulunmadığı bu dinin Kitabınca bildirildiği halde bu dinin din­darları (!) İslâmı bir ruhban sınıfının dini haline getirmişler, Ruhanîleri bulunduğunu söylemişlerdir. Tıpkı Vatikan'daki din mensupları gibi Ruhban sınıfını da sınıflandırmışlar, rütbeler dağıtmışlardır.

Allah dinini, kulları onu eğip büksünler ve deforme etsin­ler için göndermemiş, olduğu gibi kabul ederek, gereğini yerine getirmelerinden razı olacağını bildirmiştir. Buna rağmen son peygamberden bu yana Kur'ân'daki İslâm'ın şiisinde, sünnisinde ne hâle getirildiğine bakanlar Kur'ân dışında bir başka dinin, hattâ dinlerin oluşturulduğunu ve bunların korunması için çalı­şıldığını rahatlıkla göreceklerdir.

Kur'ân âşikâne bakışlarla anla­şılmaz, ancak anlamak için okunması gerekirken ona gözleri kör eden mezheb kültürü ile yaklaşanlar Kur'ân'daki ilâhî mesa­jı gerçeğine uygun olarak algılayamamaktadırlar. Zira bakış tarzları bunu engellemekte ve görmek istedikleri mezheb kültür­lerini görmek üzere bakılan Kur'ân'ın bütün âyetlerinde şiası Ali ile Hüseyin'i görürken, sünnileri de başka tutkularını görmekte­dirler.

Kur'ân'ın mesajı, mezheb kültürünün altında kalmakta, mezheb kültürü ile örtülmektedir; görülmesi engellenmektedir. Zira Kur'ân, üzerinde çok durularak okunmamakta, okunsa bile anlamadığı dilden olanını okumanın da sevab (!) olduğunu kim buyurmuşsa, sevab olarak umulmakta ve okunmaktadır. Anladığı dilden okuyanın da O kitabı anlaması tabiidir ki münkün değildir.

Sünniliği (!) üzerinden akan bir zümrenin bir gül­lük gazetesinde 'Bir Bilen' imzası ile nerede hurafe var ise onları döktüren yazarı Kur'ân'ı Arabça bilmeden de okumann sevap olup olmadığını sorduğunu yazdığı bir okuycusunun sorusuna gayet hikmetli (!) bir şekilde Arabi'den nakil ile cevap veriyordu. Güya Arabi'nin rüyasında Allah'ı gördüğünü, O'na Kur'ân okumanın sevab olup olmadığını sorduğunu, O'nun ta tabii ki sevabtır buyurduğunu, soru sahibi daha da ileri giderek Kur'ân'ın dilini bilmese de okumanın sevab olup olmadığını yine Allah'a sorduğunu, yine 'sevabtır' cevabını aldığını kaynak olarak da, Arabi'nin rüyasını verdiğini okumuş idik. Bu kadar hurafe olur mu? Peygamberin rüyasında kendisine gelen vahyin dışında kimsenin rüyasının delil olmadığını açıklıkla belirten bir dinde dindarlık yapanlar Allah'ın güzelim dinini gördüğünüz gibi ne hallere getirmektedirler. Arabi rüyasında Allah'ı görmüş de, O'ndan sormuş da, O, buyurmuş da, v.s.

İnsanın azıcık inasafı bulunmak gerekir. İnsafı bulunmayanın nasıl dini olabilir. Allah Kur'ân'ını göndermiş ve Kitabında herşeyi açıklıkla belitmiş iken, kimilerinin rüyalarına mı kullarını muhtaç bırakmıştır ki filanın rüyası müslümanlara delil olarak akletmeden gösterilebilmektedir. Hiç mi düşünmez bu insanlar?

Velhâsıl mezheb kültürü olarak ne biliyorsanız gözden geçiriniz. Gözden geçirirken de mutlaka Kur'ân'ın gözünden (eleğinden) geçiriniz. Kitab'ı tutmayanları atınız, itibar etmeyiniz. Şu andaki mezhebiniz ne olursa olsun bunu mutlaka yapınız.

Şayet ahireti düşünüyorsanız yapınız bunu. Zira gerçekten ahi­rette mezhebinizden değil, dininizden sorulacaksınız; ne Şafiî'nin fıkhından, ne İbn Hanbel'in, ne Malik'in, ne İmam Ca'fer'in, ne İmam Sevrî’nin, ne Davud'un, ne Abdullah bin İbâd'ın, ne Maturîdî'nin, ne Eş'ârî'nin görüşlerinden sorulmaya­caksınız; yalnızca Allah'ın kitabından sorulacaksınız. Sorulaca­ğınız şeyin üzerinde düşülünüz, ona çalışınız.

Mezheb kültürünüzün, dininizin üzerini örtmesine imkan vermeyiniz. Dininizin kabul etmediğini, dininizin kitabının kabul etmediğini atınız: kimin görüşü olursa olsun. Ki felaha erenlerden olasınız.

Bugün görünen odur ki gerçekten Kur'ân yoğun şekilde mezheb kültürü ile örtülmüş durumdadır. Bütün gücünüzle Kur'ân'ın ve O'nun mesajını mezheb kültürünün enkazı altından çıkarınız. Ezip kırmadan asliyetine zarar vermeden yapmaya çalışınız bunu. Bu ameliyi müslümanları kurtuluşa erdirecektir. Kur'ân'daki Allah'ın dini İslâm'ın bütün gerçekliği ile açığa çık­masını sağlayacaktır. Ki hem bu dünyada, hem de ahirette bizi kurtaracak tek yol budur. Çıkarınız mezheb enkazı altındaki Allah'ın kitabını ortaya...

Göreceksiniz peygamber başta olmak üzere o günün müslümanlarını kalkındıran, şereflendiren İslâm, Kur'ân'daki İslâmdır. Bizi Kur'ân'daki İslâm canlandıracak, dinçleştirecek, hayat verecektir. Bunun gerçekliğini anlamak için bugüne kadar mezhep kültürünün enkazı altında kalmışlığımızın verdiği zilleti, tefrikayı görmekte değil miyiz!

(Kaynak: İnanmak ve Yaşamak III, Anlam Yayınları)

Etiketler : #Ehli   #Sünnet   #ve   #Ehli   #Teşeyyu   
YORUMLAR
  • Salih   26-08-2016 06:41

    Ömrünü Allah'ın kitabına çağırmaya adayan Ercümend Özkan'a Allah rahmet eylesin. Rabbim böyle Müslümanların sayısını artırsın.

  • hüseyinS   05-06-2008 21:05

    selam ile; sen merak etme taha arkadas, Rahmetli Ercüment özkan Kuran a ve Sahih Sünnete son derece bagliydi...dilindeki alayci ifadeler mümine yakisir mi acaba.. önce dilini düzelt desek... hüseyinS

  • taha   04-06-2008 17:58

    Bunları yazan üstad (!) nasıl abdest alıyordu acaba.Kuran' a göre mi?

İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN