İLKAV'da konuşan Pamak'tan, önemli mesajlar

İLKAV’ın Cuma Konferansları devam ediyor. İLKAV Başkanı Mehmet Pamak, bir süredir başlattığı nüzul sırasıyla Kur’an Surelerinden günümüze ışık tutacak yoldaki işaretleri, bugün Müslümanlara ve İslami mücadeleye yol gösterecek ilkeleri çıkarma çabasını bu hafta da sürdürdü. Müddessir Suresinin ilk 11 ayetini bu bağlamda işledikten sonra, konferansın büyük bölümünde, Suriye’deki adalet ve özgürlük eksenli halk ayaklanmasına yönelik Baas katliamını ve sorumluluklarımızı değerlendirdi.

01-05-2011


İLKAV’ın Cuma Konferansları, ülkedeki ve bölgedeki sorunları tevhidi ölçüler içinde değerlendirmeye, sorunlar ve sorumlularla ilgili eleştiri, uyarı, protesto ve önerileri Müslümanların gündemine getirmeye devam ediyor. Bu haftaki konferansta, İLKAV Başkanı Mehmet Pamak, bir süredir başlattığı nüzul sırasıyla Kur’an Surelerinden günümüze ışık tutacak yoldaki işaretleri, bugün Müslümanlara ve İslami mücadeleye yol gösterecek ilkeleri çıkarma çabasını sürdürdü. Müddessir Suresinin ilk 11 ayetini bu bağlamda işledikten sonra, konferansın büyük bölümünde, Suriye’deki adalet ve özgürlük eksenli halk ayaklanmasına yönelik Baas katliamını ve sorumluluklarımızı değerlendirdi. Despot Suriye yönetiminin gerçekleştirdiği katliamı tel’in eden Pamak, öncelikle Müslümanların ve ağırlıkla katil Suriye yönetiminin yakın dostu olan Türkiye ile İran İslam Cumhuriyeti hükümetlerinin sorumluluklarına dikkat çekti.

Konferansın özeti:

Despotların Ortak Özelliği; Batı Yanlısı, Ulusalcı, Zalim, İslam ve Halk Düşmanı Olmalarıdır

Yaklaşık 50 yıllık Alevi-Nusayri azınlığa dayalı Arap ulusalcısı laik İslam düşmanı Baas diktatörlüğü, yarım yüzyıldan beri Suriye Müslüman halklarına kan kusturuyor. Aslında ne sünnî bir toplum içinden geldiği sanılan Saddam ve Bahreyn yönetimi İslam dairesi içinde sünnîdir; ne de Hâfız Esed ve oğlu, bu anlamda alevîdir.  Irak ve Suriye’de Sünnilik ve Alevilikle alakası olmaksızın diktatörlüklerini ilan eden bu despotlar aslında birbirinin ideolojik kardeşi ve İslam düşmanı katillerdir. Batıcı ulusalcı laik İslam düşmanı Baas ideolojisinin taassubuyla, gözleri kendi küfür ideolojilerinin ve iktidarlarının tahakkümünden başka bir şey görmemiştir. Suriye diktatörü baas yönetimi, yaklaşık 30 yıl önce de, İnsanlık tarihinin en büyük utançlarından biri olan, dünya Müslümanları için ise büyük ve en derin acılardan birini teşkil eden 1982’deki Hama katliamının altına imza atmış bir rejim olarak, bugün bir kere daha Suriye halkına yönelik katliam uygulamasıyla yeni vahşetlerin altına imza atmakta ve Allah korusun yeni bir soykırımın işaretlerini vermektedir.

1982’de Hama katliamında yaklaşık 40 bin kişi hayatını kaybetmiştir. Saldırılardan sonra başlayan operasyonlarda çocuk ve yaşlı ayırmadan erkekler göz altına alınmış, sonra bir daha kendisinden haber alınamayanların sayısının 20 binin çok üzerinde olduğu söylenmektedir. Bilahare bu operasyon Suriye'nin tüm şehirlerine yaygınlaştırılmış ve tüm ülkede büyük acılar, zulümler yaşanmıştır. Bu olaylar süresince tüm ülkede katledilenlerin sayısının 70 binin üzerinde olduğu ifade edilmektedir. Katliamdan sonra bir milyona yakın bin insan ülkesini terk etmek zorunda kalmış ve o gün ülkesini terk eden ve çeşitli ülkelere sığınarak mülteci konumunda hayat sürenlerin bugünkü nüfuslarının 2 milyonu aştığı tahmin edilmektedir.  

Katil Ordularını, Topraklarını İşgal Etmiş Olan İsrail’e Karşı Değil, Halkın Hak, Adalet ve Özgürlük Taleplerini Bastırmak İçin Kullanmaktadırlar

Montesqueu’nün doğru tespitiyle, gerçekten de az gelişmiş ülkeler kendi ordularının işgali altındadırlar. Türkiye’de de bütün bölgedeki ülkelerde de görünen vakız işte budur. Golan Tepeleri olarak adlandırılan Suriye topraklarını 1967’den bu yana İsrail terör devletinin işgaline kaptırmasına rağmen, bu topraklarını geri almak için katil Siyonist devlete yönelik hiçbir çaba göstermeyen despot Suriye rejimi, on yıllardır silahlandırdığı ordusunu kendi halkının üzerine sürmekten, tanklarla, ağır silahlarla halkına saldırmaktan utanmamaktadır. Halkın kaynaklarıyla beslenen orduların, yine halkın hak, adalet ve özgürlük taleplerini bastırmak için kullanılmaları, zalimliğin zirvesini, alçaklığın en çukurunu oluşturmaktadır. Zalim ve tagut Suriye diktatörlüğü, yıllardır HAMAS’a ülkesinde barınma imkanı vermesini ve Hizbullah’a verdiği desteği de, istismar ederek kendi halkına yaptığı büyük zulmün müsebbibi olan diktatörlüğünü sürdürmenin diyeti haline getirerek, çirkin bir tutumla despot yönetimine yönelecek eleştirilerin önünü kesmek için mazeret olarak kullanmaktadır.

Suriye’deki Halk İsyanı, Adalet ve Özgürlük Talebini Yükseltmektedir İsrail Bile Halkın İradesi Yerine, Bu Rejimin Devamından Yanadır

Suriye’de yaşayan Müslüman halkların oluşturduğu başta “Müslüman Kardeşler Hareketi” olmak üzere bütün muhalif kesimler şiddete dayalı politikalarla bastırılmış, işkenceler, katliamlar, milyonlarla ifade edilen sürgünler, ülkenin neredeyse bütünüyle bir açık ceza evine dönüştürülmüş olması, halkını düşman sayan, bu sebeple de ordusunu kendi halkına karşı besleyen kanlı diktatörlük rejimi hep "ülkenin İsrail tehdidi altında" olduğu iddiasıyla mazur gösterilmek istenmiştir. Halbuki, bugün bu rejimin yıkılması tehdidi karşısında İsrail bile, “bilinen bilinmeyenden daha iyidir” diyerek yıllardır kendisine fazla sorun çıkarmamış, Golan’ı geri almak için bile kılını kıpırdatmış, üstelik Filistin halkının da kardeşi ve terör devleti İsrail’in gerçek düşmanı olan Suriye Müslüman halkını baskı altında tutan bu despot rejimi tercih ettiğini ifade etmektedir. Çünkü, Suriye’de Müslüman halkın iradesi belirleyici olduğunda, tıpkı Mısır’da ilk işaretleri görülmeye başlandığı gibi, İsrail açısından daha kötü günlerin geleceğini bilmektedir.

Ortadoğu’da Tunus'la başlayan halk ayaklanmaları Suriye’ye de sirayet etmiş ve adalet-özgürlük eksenli taleplerle meydanlara çıkan halk kitleleri karşısında diğer despot rejimlerin düştüğü çaresizlik, Suriye halkını da cesaretlendirip harekete geçirmiştir. Rejimin tüm baskılarına, tehditkar söylemlerine, işkence ve hapisle korkutmalarına, hunharca cinayetlerine rağmen Suriyeli mazlum halk kitleleri, zalimlere, diktatörlere karşı haklarını ve insanlık onurunu savunan itirazlarıyla meydanları doldurmaya devam etmişlerdir. 

Zalim babasının ölümü sonrası iktidara gelişinin üzerinden on yılı aşkın süre geçtiği halde, Beşşar Esad, geldiği günden beri halka hep reformlardan söz ettiği halde, vaat ettiklerinin pek çoğunu yerine getirmemiştir. Bu yerine getirilmeyen sözler arasında Olağanüstü hal rejiminin kaldırılması, basın yayın özgürlüğünün tanınması, farklı siyasi görüşlerin kendilerini ifade etmeleri ve örgütlenmeleri önündeki engellerin kaldırılması, siyasi sistemin geliştirilmesi, Muhaberat adı verilen istihbarat servisine tanınan yetkilerin hafifletilmesi ve iktidardaki Baas Partisi'nin siyasetteki tekeline son verilmesi de bulunuyor. Yaklaşık 11 yıl da bu vaatlerle geçiyor ve nihayet diktatörlükten bıkmış, usanmış halk kitleleri temel hak ve adalet taleplerini gündemleştirmek için, bölgedeki diğer ayaklanmalardan da cesaret alarak sokağa çıktığında ise dış destekle fitne çıkaran provokatörler olarak suçlanıyorlar.

Bu despot rejimin sözde en yumuşak yüzü olduğu zannedilen Beşşar Esad yönetimi, yaklaşık 50 yıldır sürdürülen kanlı zalim olağanüstü hal uygulamasına, çok geç kalınarak da olsa son verildiğinin açıklanmasının hemen ardından bile, ordusunu tanklarla halkın üzerine sürebilecek kadar gözü dönmüşçesine davranabiliyor. İşte bu katil ordu, uzun namlulu silahlarla, tanklarla tam teçhizatlı askerlerle kendisine tehdit olarak gördüğü şehirlere girip, her tarafı yakıyor yıkıyor, masum insanları çoluk çocuk demeden katlediyor. Yapılan katliamlar, Siyonist devletin katliamlarını andırıyor.

Türkiye, Suriye konusunda çıkar eksenli bir çifte standarda düşmüş, bugünkü katliamlara, bu rejime meşruiyet sağlama çabalarıyla dolaylı katkı sağlamıştır

Kendi ülkesinde Kemalist despotizmi, tasfiye etmeye çalışan AKP hükümeti, büyük bir tutarsızlıkla Baasçı Suriye Kemalizm’inin bütün zulmü acımasızca sürerken, sanki meşru adil bir sistemmiş gibi davranıp, ona meşruiyet kazandırıcı ilişkiler kurmuştur. AKP hükümeti, çok yakın ilişki kurduğu ve bu ilişkiyi neredeyse hükümetlerin birlikte toplantı yapmasına kadar ileriye götürdüğü süreçte, bu ülkede on yıllardır yaşanan ve en son Beşar Esad döneminde de devam eden insan hakları ihlalleri, baskılar, yasaklar ve zindanlardaki ve sürgündeki on binlerce mazlum Müslüman için tek bir eleştiri ve ıslah çabası göstermemiştir. Belki bu kadar pragmatik Türkiye’nin ve Suriye’nin çıkarları bakımından bu kadar hesapçı davranacağına, biraz da hak, hukuk ve adalet zaviyesinden ıslah edici çabalar gösterilmiş olsaydı, bugün bu ayaklanmalara ve katliamlara sürüklenmeden rejim kendisini sistem içi değişimle de olsa görece olarak ıslah edip yenileyebilirdi. Aynı şekilde, “Doğu Konferansı” ve bu çerçevede kimi “İslamcı” aydınlar da kanaatimce aynı vebalin altındadır. Çünkü onlar da, Suriye ile kurdukları ilişkiler sürecinde, mazlum Müslümanların zindanlardaki, sürgündeki ve ülkede hala geçerli olan baskı politikaları altındaki konumunu, sorunlarını, muhatap oldukları insan hakları ihlallerini araştırmak ve düzeltilmesini istemek gibi bir talep ve eleştirileri olmaksızın Türkiye ve Suriye ilişkilerini abartarak, olumluluğunu yücelterek, dolaylı olarak Beşar Esad rejiminin sempatik ve meşru gösterilmesine katkıda bulunmuşlardır.

Kendilerine yapılmasını istemedikleri Kemalist zulmün, daha şedidinin Suriye Müslüman halkına yapılmasına göz yumulmuş, üstelik bu zalimle çok boyutlu ekonomik, siyasi, istihbari, askeri vb alanlarda işbirliği yapmaktan, hatta ortak bakanlar kurulu toplantısı yapmaktan bile çekinilmemiştir. AKP hükümeti, dökülen bunca kana rağmen, soykırıma doğru giden katliamları seyretmekle yetinmekte, Mısır’daki ayaklanma konusunda takındığı destekçi tavrı bile göstermemektedir. Üstelik Suriye’deki, katliam Mısır’dakini çoktan aşmış olduğu halde.

AKP hükümetinin büyük bir tutarsızlık ve çelişkiyle sarmaş dolaş olduğu, sonuçta da ülkede ve bölgede kendisine sempati duyulmasına sebep olduğu Baas diktatörlüğü, Türkiye’de bizzat AKP hükümetinin de, Türkiye halklarının da düşmanı olan Ergenekoncu, Batıcı, ulusalcı, darbeci, İslam düşmanı, laik Kemalist çetelerle, hem ideolojik olarak, hem de yaptığı zulüm ve katliamlar bakımından örtüşmektedir.. AKP hükümeti, haklı olarak kendi ülkesinde temizlemeye çalıştığı bu tür katil darbeci despotları, Suriye halkına layık görmenin çelişkisiyle, Suriye diktatörlüğü ile çok boyutlu yakın ilişkiler kurmuş ve bu despot rejime önemli katkılar sunmuştur. Eğer önceliği çıkarlara değil de, ahlaki, insani değerlere vermiş olsalardı ve sonuçta diktatör rejimi, kendisini hiç değilse temel haklar ve özgürlükler zaviyesinden görece de olsa ıslah etmesine teşvik etselerdi, belki bugünkü katliamlara gerek kalmadan yumuşak bir geçiş sağlanabilirdi.

On binlerce kişi zindanlarda, on binlercesi kayıp, yüz binlerce kişi mülteci durumunda, sürgünde bulunmakta, yüz binlerce Kürt, vatandaşlık haklarından bırakılmış ve en temel haklarından yoksun konumda mülteci gibi yaşamakta iken,  yaklaşık 50 yıllık olağan üstü  hal ve düşünce, inanç özgülüğü  başta olmak üzere  pek çok hakkı  yok eden  baskı, yasak ve zulümler amansızca devam ederken, sanki bütün bunlar yokmuş gibi davranılmış, AKP hükümeti ve ona eklemli ‘İslamcı’ aydınlar Suriye-Türkiye ilişkilerinde abartılı tavırlar sergilemişlerdir. Bugün bu bağlamda bazı yazarların günah çıkartma çabaları olsa da, bunca katliama rağmen, bu gün de hala, yeterli ve ciddi bir tepki göstermemektedirler.

Türkiye’nin Hükümete bağlı resmi haber ajansı olan Anadolu Ajansı’nın geçtiği haberler Suriye rejiminin yetkililerinin açıklamaları doğrultusunda verilmeye devam ediyor. Baas çetelerinin halka yönelik baskı ve katliamlarına yer vermeyen ajansın, Suriye rejimini korumaya dönük haberleri servis etmesinin maksadı ve anlamı nedir? Türkiye Cumhuriyeti'nin resmi ajansı olarak bilinen Anadolu Ajansının, Baas partisinin propagandasını yapması hükümet politikası mıdır, değilse neden bu zalimden taraf haberleştirmelere engel olunmamaktadır?

Aynı şekilde Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanlığı'nın, Suriye'nin ünlü istihbarat örgütü El Muhaberat'ın görevlilerine, "özel istihbarat eğitimi" verdiği de ortaya çıkmış bulunuyor. İki ülkenin güvenlik birimleri kapsamında başlatılan "güvenlik işbirliği" çalışmaları için El Muhaberat'ın görevlileri, geçen yıl Türkiye’ye gelmiş ve Ankara'ya gelen El Muhaberatçıların, İstihbarat Akademisi'nde "takip-tarassut (izleme)" ve "teknik çalışmalar" konusunda bilgilendirildiği söyleniyor. Suriye halkına yönelik baskılarda, katliamlarda önemli rolü olan bu kuruluşlara verilen destek, doğrudan zulme verilen destek değilse nedir?

Bütün bunlara rağmen Türkiye Dışişleri Bakanlığı da suya sabuna dokunmayan açıklamalar yapmaya devam ediyor ve Erdoğan’dan bunca katliama karşı, tıpkı Afganistan’daki NATO katliamlarında da olduğu gibi,  “one minute” tepkisi sadır olmuyor.Bakanlık açıklamasında “Hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, yakınlarına sabır ve yaralılara acil şifa diliyoruz. Dostumuz ve komşumuz Suriye’nin istikrarı, kardeş Suriye halkının esenliği ve refahı Türkiye için önceliklidir” denilmekle nötr bir konum sergilemekle yetiniliyor. Türkiye’nin, Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın “halkın meşru taleplerine karşılık verileceği ve bu amaçla bir dizi reformun uygulamaya konulacağı yolundaki açıklamaları ile bu yolda başlatılan çalışmaları ve şimdiye kadar atılan bazı adımları memnuniyetle karşıladığı kaydedilirken, reform sürecinde elinden gelen desteği vermeye hazır olduğunu da Suriye’ye bildirdiği” açıklanarak, durum geçiştiriliyor. Ne için? “Ulusla çıkar” putunu memnun etmek için.

İran ve Hizbullah’ın Çifte Standardı Utandırıyor
 

Bölgede despot yönetimlere karşı meydana gelen adalet ve özgürlük eksenli halk ayaklanmaları konusunda İran İslam Cumhuriyeti de adıyla uyuşmayan çifte standartlara, ulusal çıkar ve mezhebi kaygılar eksenli çelişkiler yaşamaktadır. Bahreyn’deki despotizme karşı haklı olan halk ayaklanmasını desteklerken ve haklı olarak Suudi Arabistan ve Körfez Birliği’nin Bahreyn yönetimine destek veren tutumunu kınayıp tepki gösterirken, sıra Suriye despot yönetiminin, aynı şekilde hak, adalet ve özgürlük talebiyle meydanlara çıkan Suriye halklarına yönelik katliamlarını ise meşru bulup desteklemesi gerçekten utandırıcı bir sonuçtur. İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ramin Mihmanperest, Suriye'deki halk hareketini "fitne ve kargaşa" olarak nitelendirerek olayların arkasında yabancı güçlerin tahrikinin bulunduğunu ileri sürdü. İran, Suriye dışındaki diğer Orta Doğu ülkelerindeki halk hareketlerini İslami Uyanış olarak nitelendirirken Suriye konusunu istisna olarak gördüğünü belirtiyor. Daha önce de İran'ın Suriye Büyükelçisi bu ülkede yaşananları "fitne" ve “dış tahrikli provokasyon” olarak değerlendirmiş Suriye hükümetinin güvenliği sağlamaya yönelik çabalarının yanında olduklarını belirtmişti. Yine Nasrallah, daha önce, Bahreyn’deki halk ayaklanmasına, halkın çoğunluğu Şii olduğu için destek vermeyenleri haklı olarak eleştirirken, kendisi de Suriye’deki halk ayaklanmasına karşı, muhtemelen siyasi çıkar ya da mezhebi kaygılarla duyarsız kalma çelişkisine düşmekten kurtulamamıştır. Suriye'nin müttefiki Hizbullah'ın milletvekillerinden Nevvaf el Mussaui yaptığı açıklamada, "Bugün, bir kez daha Suriye'nin yanında olduğumuzu, Suriye rejimine sadık kaldığımızı ve onunla dayanışma içinde olduğumuzu ifade etmek isterim" demekten çekinmemiştir.
 
Kimse Filistin konusunu istismar edip, İran ve Hizbullah’ın bu çifte standartçı tutumunu meşrulaştırmaya kalkmamalıdır. Tıpkı kimi Sünni çevrelerin Bahreyn konusunda düştükleri çelişkiyi kimsenin bazı mazeretler ileri sürerek mazur göstermeye kalkmaması gerektiği gibi. Çünkü bizler de biliyoruz ve hatta İsrail bile fark ediyor ki, Suriye halkının iradesi, despot yönetime nazaran İsrail için daha tehlikeli, Filistin için ise daha faydalıdır. Diğer taraftan, velev ki, maden Filistin ve Hizbullah için kısmi bir faydası olsun, böyledir diye, bu kısmi fayda, Suriye despotizminin 40 yıldır uyguladığı ve ısrarla sürdürdüğü baskı rejimi altında yaşanan zulümleri, on binlerce insanın zindanlara tıkılıp işkenceden geçirilmesini, on binlercesinin kayıplar arsına katılmasını, milyonlarca insanın ülkelerine sokulmamasını, adalet ve özgürlük talep eden mazlumların sesinin, feryadının, ağır silahlarla, tanklarla, katliamlarla bastırılmasını meşrulaştırır mı? Yerin dibine batsın onun faydası, hiçbir çıkar ve fayda, bir halkın topyekun on yıllarca zulüm altında yaşamasına, adalet ve özgürlük istediği için katledilmesine tercih edilemez. Belki İran 30 yıl öncesinde yapılan katliama sessiz kalmasaydı, ulusal çıkarlar adına ya da mezhebi kaygılarla, o gün ve sonrasında susmasaydı, hiç değilse bunca katliama rağmen hiçbir şey yokmuşçasına bu zalim diktatörle kurduğu stratejik dostluğu, onu bu zulmünden vazgeçirip ıslah olmasına vesile olacak istikamette değerlendirseydi, hak ve adaletle buluşmasına sebep olacak uyarı ve teşviklerde bulunarak geçirseydi bu uzun süreci, belki de görece olumlu değişimler çok önceden yaşanmış olacak ve bugün bunca katliamın yaşanmasına yol açılmayabilecekti.
 
Ama ulusal çıkarlar, dengeler ve mezhebi hesaplar, İslami, ahlaki ve insani değerlerin, ölçülerin önüne geçince, bu despot katil rejim on binlerce Müslüman’ı katlederken desteklenip rahatlatıldı, meşrulaştırılmaya çalışıldı. Bu sebeple de, tıpkı TC hükümeti gibi, uzun yıllardır ve bugün akan mazlumların kanına elleri bulaşmış oldu. Ayrıca İran, tıpkı AKP hükümetinin kendi despot, darbeci, askeri vesayetçi Kemalistlerini tasfiye ederken Suriye’dekilerin meşrulaşmasına katkı sunarak, onlarla çok boyutlu dostluklar geliştirerek içine düştüğü çirkin ikiyüzlülüğe benzer, kendisi için istediğini Suriyeli Müslüman halklar için istememek gibi adaletsiz bir tutum ve çifte standarda düşmüş bulunuyor. Çünkü İran İslam inkılabı öncüleri ve ondan sonraki yöneticileri, kendi ülkelerinde zalim despot İslam düşmanı şahı devirip İslami bir sistem kurduklarında, aynı şeyi Suriye’de yapmaya kalkışan Suriyeli Müslümanlara, Suriye’deki kâfir despot rejimin katliam yapmasına, siyasi ulusal çıkarlar adına göz yummuşlar, despot rejimin yanında yer almışlardır. Yani kendilerine layık görmeyip devirdikleri kâfir despot şahlık-diktatörlük rejimini Suriye halkına layık görüp, 30 yıldır yakın ve çok boyutlu dostluk ilişkileri içinde, bu katil rejimin bütün zulümlerine sessiz kalmışlardır. On yıllardır devam eden bu dostluk sürecinde, sürekli Müslüman halkın kanını akıtmasına, on binlercesini zindanlara tıkmasına, yüz binlercesini sürgüne göndermesine ve her türlü işkenceyi reva görmesine rağmen, Baas diktatörlüğünün despot rejimini desteklemekten ve ona meşruiyet kazandırmaktan çekinmemişlerdir. 

Ahlaki ve İnsani Değerler yerine, “Ulusal Çıkar” Putunun İsteklerini  Esas Alanlar, Sonuçta İtibarlarını da, Ahiretlerini de Kaybederler

AKP hükümetini de İran İslam Cumhuriyeti’ni de bu çelişkiye, insani erdemlerle bağdaşmayan ve ahlaki de olmayan konuma sürükleyen maalesef ‘Ulusal çıkar‘ putuna tazimden başka bir şey değildir. Türkiye hükümeti, sırf “ulusal çıkar” putu öyle istediği için katil NATO’nun Afganistan katliamına, içinde bizzat yer alarak elini mazlum Afgan halkının kanına bulaştırdığı, Irak işgali sürecinde ABD ve müttefiklerinin katil ordularına ve Müslüman halklara kan kusturan katil uçaklarına, Türkiye hava sahasını, limanlarını ve üslerini tahsis edip, her türlü lojistik desteği verdiği gibi, bugün ulusal çıkarlar adına, Mısır diktatörüne kolayca tavır koyarken, Suriye diktatörüne tavır koyamamanın çelişkisini yaşamaktadır.

Halbuki İran ve Türkiye yöneticileri bilmeliler ki, “ulusal çıkar”ınızla ahlaki, insani ve İslami ilkeleriniz çeliştiğinde, bu ölçü ve ilkeleri değil de ulusal çıkarı esas almak mantığı, insani ve İslami değerlere aykırı düşerek hem dünyada itibarı, izzeti, hem de ahirette kurtuluş imkanını kaybettirir. Nitekim, Irak’a yönelik emperyal işgal ve saldırı sürecinde ulusal çıkar için hükümetçe ısrarla istenmesine rağmen, bir hesap hatası sonucunda tezkerenin reddinin gerçekleşmesi ve arkasından gelen DAVOS tavrı ve Mısır, Tunus halklarının adalet talepli ayaklanmalarına destek verilmesi kendilerine itibar kazandırırken, Suriye ve Libya konusunda yaşanan hesapçı, çıkarcı tutum itibar kaybettirmiştir.

Türkiye’deki “demokratik İslam” sapmasına eklemlenmediğimiz, taviz verip uzlaşmadığımız için sesimiz kısılıyor, yok sayılıyoruz

Kendileri sorumluluklarını yerine getirmedikleri gibi, bizim de sesimiz kısmaya çalışıyorlar. Bölgemizde yaşanan bu tür zulme, despotizme karşı haklı ayaklanmalara destek vermek üzere, bizler meydanlara  çıkıp, Suriye, Yemen, Bahreyn, Libya vb ülkelerdeki büyük zulme ve vahşete karşı İslami kimlik ve ilkelerimizle  sesimizi yükseltsek,  zalimin suratına hakkı haykırsak, adil şahitlik göstergesi zulme itiraz sesimizin Suriyeli ve diğer bölge halklarına, mazlum kardeşlerimize ve Türkiye halklarına ulaşmasını da aynı kesimler ve yandaşları ele geçirdikleri  medya imkanı ile engelliyorlar, yok sayıyorlar. İktidar ve yeni statüko yandaşlığı yapan gazetelerinde, parayla ilanını yayınladıkları etkinliklerimizin, eylemlerimizin haberini bile yapmayacak kadar, haber ahlakına ve insani erdemlere aykırı davranmaktan çekinmiyorlar.

Bizler Türkiye’deki zorba, despot, Kemalist, darbeci eski statükoya karsı mücadelede, onlarla kendiliğinden oluşan bir biçimde fiili müttefik iken, bir süredir kendilerinin oluşturmaya çalıştıkları ve bir sapma türü olan “demokratik  İslam” algısına,  muhafazakar demokrat, liberal-ılımlı İslam sentezine dayalı yeni statükolarına destek olmadığımız, uyum sağlamadığımız, eklemlenmediğimiz ve ısrarla tevhidi davet ve Kur’an’i alternatifte direndiğimiz, tavize ve uzlaşmaya,  sentezlere itibar etmediğimiz için  bizi yok sayıyorlar. Medyatik güçleri ile bizi, bütün bölgeye model olarak sunulup tümünü bu istikamette dönüştürmek istedikleri yeni statükoya entegre olmaya zorluyorlar. Kendilerince ellerindeki güce dayanarak bizi terbiye etmeye çalışırken, bizden olan kimi kardeşlerimiz, onların modeline aktif destek verme, ödünç alarak da olsa onların kavramlarını kullanma, demokratikleşmeye ve görece özgürlükler sağlayan yeni taguti statükoya kısmi de olsa uyum sağlama eğilimi karşılığında akredite sayılıp önleri açılarak ödüllendiriliyorlar. Bu anlamda biraz taviz versek,  biraz kendilerine yanaşsak, tevhidi ilkelerden taviz verip yanlarında yer alsak,  o zaman akredite sayıp, benzerlerimize  yaptıkları gibi bizimde önümüzü açacaklar, sesimizi bütün topluma ulaştıralım diye medyalarının imkanlarını emrimize vereceklerdir.

Batıla ait, doğrudan inançla bağlantılı ve ideolojik, felsefi boyutu olan kavramları ödünç olarak almak da, ikrah olmaksızın geçici olarak kullanmak da Müslüman’a yakışmaz

Bizler, demokrasiyi, hiç değilse ödünç kavram olarak alıp, bu kavramları yeniden tanımlayarak da olsa kendimizi bu batıl  olan, küfre  ait olan kavramlarla ifade etsek ya da bu batıl şirk  modellerinin  ülkede yerleşmesi için aktif destekçilerden olsak,  üstelik bunu bir de ibadet, takva ve Allah’a teslimiyetin gereği  olarak ilan edip ya da  merhale fıkhının icabı İslami bir ictihad olarak niteleyip masumlaştırmaya kalkışsak, işte o zaman bizden de  razı olacaklardır. Bizim çalışmalarımızı da ancak o zaman haberleştirecekler ve medyalarında kendimizi ifade etmemize fırsat vereceklerdir.  Tabii ki, o zaman da, Allah muhafaza etsin, bizim tevhidi  direniş ve İslami  ilkeli mücadeleden çok ötelere savrulmamız  gerçekleşmiş olacaktır.

Ama inşallah bu ihtimal asla olmayacak ve Allah’ın izniyle bizler tevhidi ilkelerimizi koruyarak, toplumumuzu ve bölge halklarını, Kur’an toplumunu oluşturmaya ve vahiyle ümmeti yeniden inşa etmeye yönelik davetimizi tavizsiz bir biçimde ısrarla sürdüreceğiz. Allah’ın izniyle, onların batıl model ve kavramlarını. “ödünç” olarak da olsa kullanmamaya, insanları, zor durumları aşmak için ve geçici de olsa, gri tonları dahil batılın karanlıklarını terk etmeye, Kur’an’ın aydınlığına çıkmaya davet etmeye devam edeceğiz. Bu yüzden bizi yok sayanlar, ele geçirdikleri kamu hakkı medya gücünü, bizi tevhidi ilkelerden taviz vererek kendileri gibi olmamız için zorlayanlar Allah’ın izniyle sonuç alamayacaklar ve bu yaptıklarının hesabını Allah huzurunda vereceklerdir. 

Kanaatimizce, doğrudan demokratikleşme safında yer alıp, bu istikamette tamamen savrulanlara nazaran, bu demokratik yolda  atılacak adımları ibadet, takva, Allah’a teslimiyet  olarak niteleyen, ya da bu söyleme sessiz kalarak ve merhale fıkhı adı altında masumlaştırarak, dolaylı bir yaklaşımla İslamileştirmeye, ibadet ve cihad vasfı kazandırmaya çalışanlar, diğerleri yanında daha iyi bir konumda bulundukları için, tevhidi ilkelerimiz, tevhidi stratejik yürüyüşümüz açısından çok daha tehlikeli bir durum arz etmekte ve İslami mücadeleye daha çok zarar verebilme potansiyeli taşımaktadırlar.

Çünkü, küfrün, batılın, inanç boyutlu ideolojik kavram ve modellerinin, “merhale fıkhı gereğince ödünç alınarak” da olsa benimsenebileceği, talep edileceği ve bu uğurda mücadele edilebileceği, geçici de olsa Müslümanların gündemi ve bulunduğu merhalesinin hedefi haline getirilebileceği konusunun, hiçbir Kur’ani ilke ve Sünnete dayalı delille desteklenemeden ortaya atılması ve bunun kimi tevhidi ilkeleri hala koruyan ve bazı güzel amelleri gerçekleştiren aynı kesimden sadır olması sebebiyle, iyi niyetli Müslümanların kafalarının karışmasına ve savrulma sürecinin yaygınlaşmasına dair etkisi ve katkısı da daha fazla olmaktadır.

Mekke’de müşriklerin “Ey Muhammed, gel bir yıl biz senin kulluk ettiğine kulluk edelim, bir yıl da sen bizim kulluk ettiğimize kulluk et. Bu sayede biz seninle bu işte ortak olalım. Eğer seninki bizimkinden hayırlı ise, biz o hayırdan payımızı alırız. Yok eğer bizim taptığımız seninkinde hayırlı ise, sen ondan mahrum kalmamış olursun” diyerek, yönetimde ortaklık teklif etmeleri ve bu ortaklıkta devlet başkanlığını bile Resulullah’a (s) bırakmaları söz konusu olduğunda, Allah Resulünün tavrı bizzat vahiyle yönlendirilmiş açık bir red ve ayrışma değil midir? (Kalem, Kafirun, Yunus 41, 104) Allah’ın da yönlendirmesiyle şirk sisteminden, cahiliye inancı, modeli ve inançla bağlantılı kavramlarından tam anlamıyla bir ayrışma ve uzlaşmazlık ve itaatsizlikle şirk sistemi ve inancına karşı tavır alınmıştır.

Bizim şartlarımızla mukayese bile edilemeyecek kadar zor şartlar altında bulunan, Peygamber (s) bir avuç güçsüz taraftarını korumak endişesiyle, onların batıl modellerini, kavramlarını, tıpkı bugün yapılan Demokrasi ile İslam’ı sentez etmeye benzer bir biçimde hak ile batılı karıştırma tekliflerini, zaruretler sebebiyle, kabul edemez miydi? Üstelik Kur’an yeni inzal olmaya başladığından, henüz siyasi yönetimle ilgili çok az şey bilinen bir dönemde, İslami bir model de olmadığı için, “madem siyasi bir modelimiz yok, şimdilik onların model ve kavramını ödünç almak suretiyle geçici olarak kullanalım ve Müslümanları rahatlatıp önlerini açalım, merhalemizin şartları bunu gerektiriyor” diyerek, bu teklife olumlu cevap vermeyi tercih edemez miydi? Ama Yüce Allah © Peygamberini ve kıyamete kadar geçecek süreçteki tüm mü’minleri bağlayacak stratejik bir karara, ilkeli, tavizsiz bir tutuma, uzlaşmayı, hak batıl karışımı sentezi, şirk sisteminin şartları içinde ortak yönetimi, şirk model ve kavramlarını ödünç ve geçici olarak da kullanmayı yasaklayan açık bir ayrışma ve itaatsizliğe yönlendiriyor.  “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol ve zalimlere meyletme” uyarısını, İslami mücadelenin en temel ilkelerinden biri olarak, o şartlarda indiriyor.

Suriye halkına destek ve  despot Suriye yönetimini teline yönelik  basın açıklamalarında  bu tür konulara girildiğini göremezsiniz, onun için onlar akreditedir. İşte bu sebeple biz, bir süredir, zulme karşı İslami ilkelerle ortaya koyduğumuz tepkilerimizi, demokratikleşmeye meşruiyet kazandırmamaya özen gösteren, mazlum halkları her şartta Kur’ani bir inkılap yaşamaya, batılın karanlıklarına değil, Kur’an’ın aydınlığına yönelmeye teşvik eden çağrılarımızı Cuma konferanslarında ortaya koyup, sınırlı internet imkanlarımızla kamuoyu ile paylaşma kararı almış bulunuyoruz.

Dünya halkları kaderleri üzerinde söz sahibi olmalıdırlar

Bir süredir gelişen halk ayaklanmalarından ve gündeme getirdikleri ortak taleplerinden anlaşılan odur ki, içinde çoğunluğu Müslümanlar oluştursalar da, ayaklananların talebi, daha çok despot yönetimlerin yıkılması ve yerine kendilerine görece adalet ve özgürlük sağlayacağını umdukları “demokratik” sistemlere geçilmesi istikametinde şekillenmektedir. Tevhidi imana sahip mü’minler olarak bizler, bütün dünya halklarının, özelde de İslam coğrafyası  denilen bölgede  yaşayan halkların, kendi kaderleri üzerinde söz sahibi olmalarını ve Allah’ın sosyal değişim yasasının  işleyişine hiçbir zorba tağuti gücün engel olmamasını isteriz. Sonuçta halkın toplumun despotizme  karşı adalet  ve özgürlük eksenli  ayaklanması, her halükarda bir fıtri erdemlilik ve görece olumluluk olarak desteklenmeyi hak etmektedir

Sonuçta, halk neye layıksa Allah o sistemi taktir edecek ve bu halk onunla yönetilecektir. Bu bağlamda biz Müslümanlar, bunca zulmü çeken bu halkların, gayrimüslimler de dahil herkese ve hepsinin Rabbi yaratıcısı olan Allah’ın hükümleriyle, İslam’ın sahici ve bütüncül adaletiyle hükmedecek sistemi ve yönetimleri inşa etmelerini tavsiye ederiz. Yani kendimiz için istediğimizi onlar içinde isteriz.

Ancak toplumlar, İslam’ın sahici ve bütüncül adalet sistemine değil de, beşeri sistemler içinde görece olumlu olan demokratik sisteme, yani zulümatın gri tonlarına, tağuti sistemlerin görece özgürlükçü olanına layıksalar, o zaman da o sistemle yönetileceklerdir.

Ülkemizde ve bölgemizde Müslüman halklar ve aydınlar  on yıllardır gördükleri zulmün etkisiyle görece olumlu gördükleri “karşıtına  sığınarak var olmaya” çalışıyorlar. Türkiye’deki, diğer bölge ülkelerine nazaran görece daha rahat olan şartlara rağmen pek çok İslamcı aydın ve ‘İslami kuruluşlar’ olarak adlandırılan kesimler, demokratik yeni statükonun görece olumluluk getireceği umuduyla (kimisi içselleştirerek, kimisi de ödünç alarak ve tevil ederek) demokratikleşmişken, daha zor şartlardaki bölge halklarının, bir nevi Türkiye’deki savrulmuş Müslümanların da mihmandarlığında aynı yola yönelmeleri meşru olmasa da, daha anlaşılabilir bir durumdur.

Aslında Türkiye de demokratikleşen ‘Müslümanlar’ da,  liberal aydınlar ve medyaları da iddia ettikleri demokrasilerinde düşünce ve inanç özgürlüğüne geniş yer bulduğunu söyleseler de, bu iddialarında dahi samimi değildirler. Çünkü iddia ettikleri özgürlük sadece kendileri içindir. Ya liberal demokrat ya da ılımlı Müslüman demokrat olacaksınız ki, sizin hak ve özgürlüklerinizi de kabul etsinler. Yoksa sizi yok sayar, sesinizi kısmaya, tevhidi mesajınızın, ilkeli İslami çabalarınızın topluma ulaşmasını engellemeye çalışırlar. Bunun için de, ele geçirdikleri bir kamu hakkı olan medya imkanlarını bile, sizi kendilerine benzetmenin, terbiye etmenin aracı olarak kullanmaktan utanmazlar.

Yeni Katliamları, yeni HAMA’ları engellemeye ve İslami alternatifi oluşturmaya çağrı

Suriye despot yönetimi, sayısı tam bilinememekle birlikte, aralarında bebeklerin ve çocukların da olduğu, 500'ü aşkın kişiyi katletmiştir. Yeni kitlesel katliamlar ve yeni HAMA’lar yaşanmasın, yeni insanlık suçları işlenmesin diyenler bugün susmamalıdırlar. Geçmişte yaşanan katliamlar sırasında susanlar, bugün tarih ve insanlık önünde sorgulanmakta, ahretteki hesap da onları beklemektedir. Bilinmelidir ki, İran İslam Cumhuriyeti ve onu destekleyen Müslümanlar,yaklaşık 30 yıldır, AKP hükümeti ve ona meyleden Müslümanlar da yaklaşık 7 yıldır Suriye’deki katil despot rejime yakın dost ve destekçi olmanın vebali altında olmalarına rağmen, hiç değilse bu süreci onu ıslah etme, hak, adalet ve özgürlüklere görece de olsa riayet eden bir konuma getirmeye yönelik çabalarla değerlendirerek, bu veballerini azaltma duyarlılığı gösterselerdi, belki bugünkü katliamlar yaşanmayabilecekti. Bu sorumluluklarını açıkça ihmal ettikleri ve on yıllardır yaşanan büyük baskı, yasak ve zulümleri görmezden gelen abartılı ilişkilerle zalimin dostu olmayı tercih ettikleri için, onun bugüne kadarki zulümlerden onlar da sorumludurlar.

Bu vesileyle tüm bölge ülkeleri ve özellikle de Suriye rejimiyle güçlü ilişkileri, abartılı yakın dostlukları bulunan Türkiye ve İran hükümetlerini bu büyük sorumluluklarını hatırlamaya ve gereğince davranmaya çağırıyoruz. Ülke çıkarları, dış politika hesapları, ekonomik ve askeri beklentiler, öncelemek suretiyle, yaşanan katliamları örtbas edemeyeceklerini bilmelidirler. Bu sebeple, Türkiye ve İran İslam Cumhuriyeti hükümetleri, yakın dostları ve müttefikleri olan Suriye yönetimini etkili biçimde uyararak, masum ve savunmasız halka karşı gerçekleştirilen baskı, yasak, zulüm ve katliam uygulamalarına son vermesi konusunda uyarmalıdırlar. İkisi birlikte ve ciddi olarak, geç kalmış bu sorumluluklarını yerine getirirlerse ve uyarıya olumlu cevap vermemesi halinde bütün ilişkilerini askıya alacaklarını hatırlatıp, gereğini de ciddiyetle yapmaları halinde, bu zalimi durdurma ihtimalleri yüksektir. Bunu başarabilirlerse, en azından bu konuda samimi bir çaba gösterirlerse, belki bugüne kadarki ilkesiz, çıkarcı ilişki ve işbirlikçiliklerinden kaynaklanan sorumluluklarını da hafifletebilme şansını yakalayabilirler. Aksi takdirde akan kan üzerlerine sıçrayacak, geçmişteki işbirlikçilik hesaplarına yenileri eklenecek, Allah huzurunda ve tarih önünde zulme sessiz kalarak dolaylı destek vermekten, hatta zalim tarafı tutmaktan dolayı sorumlu olacaklardır.

Adalet, özgürlük ve temel haklar ayrım gözetmeksizin bütün bölge halkları için sağlanmalıdır. İnsani fıtri erdemler de, İslami adalet de bunu gerektirir. Ancak ne yazık ki, bazıları Bahreyn'de yaşanan zulmü haklı olarak eleştirip, buradaki despot yönetime karşı çıkıp hak ve adalet eksenli tepkiler verirken, Suriye'de yaşanan katliamı görmezden gelebilmekte; bazıları da Suriye'de yaşanan zulme karşı haklı olarak açık tepki gösterdikleri halde, Bahreyn'de uygulanan baskı ve zulüm politikalarına, vahşet uygulamalarına kör ve duyarsız kalabilmektedirler. Bizler Ankaralı Müslümanlar olarak Tunus'tan başlayıp Mısır'a, Libya'ya, Yemen'e, Suriye’ye, Cezayir'e, Bahreyn’e, Ürdün’e, Suudi Arabistan'a ve tüm Ortadoğu'ya yayılan, diktatör rejimlere karşı adalet ve özgürlük talepli halk ayaklanmalarını destekliyoruz. Şii ya da Sünni olmalarına bakmaksızın, yöneten zalimlerin de, ezilen mazlumların da kimliğine bakmaksızın mazlumların yanında, zalimlerin, despotların, taguti diktatörlerin karşısında yerimizi alıyoruz. üstelik Bahreyn ve Suriye’deki yönetimlerin, Şiilikle de, Sünnilikle de, İslam ile de ilişkisi olmayan zalim taguti yönetimler olduklarını ve arkalarında da yıllardan beri demokratik emperyalist devletlerin desteğinin yer aldığının bilinciyle, Suriye'de de, Bahreyn'de de Müslüman halkların iradelerini, despotik azınlık yönetimlerin elinden kurtarmaya çalışmalarını haklı buluyoruz. Ancak buna ilaveten, bütün bu halklara, bir taguti diktatörlük rejiminden, bir başka taguti rejim olan demokrasiye sığınmak yerine, Kur’an’ın aydınlığına sığınmalarını ve gayrimüslimler de dahil herkesin gerçek anlamda adaletle muamele  göreceği İslami adalet sistemini kurmaya yönelmelerini tavsiye ediyoruz.

Bütün Müslümanları, adil şahitler olmaya, iki yüzlü ve çifte standartçı olmaktan uzaklaşıp tutarlı olmaya, kendimiz için talep ettiğimiz hak, adalet ve  özgürlükleri kardeşlerimiz için de istemeye çağırıyoruz! İslam coğrafyasındaki bütün mazlum halkları, yüzyıllardır terk edilmiş bıraktıkları Kur’an’a doğru hicret etmeye, asırlardır üretilen geleneksel ve en son ulaşılan modern hurafelerden, bid’atlardan arınmaya çağırıyoruz! Uzun yüz yıllar süregelen bu yozlaşma sürecinde üretilmiş mezhebi ve siyasi cahiliye iplerini bırakıp, Allah’ın kurtarıcı ve şeref kazandırıcı ipi olan Kur’an’a, (hablullah’a) topluca sarılarak ve onun pratiği olan Resulün mücadele sünnetine, güzel örnekliğine tabi olarak, ümmeti vahiyle yeniden inşa etmek suretiyle İslam birliğini kurmaya çağırıyoruz! Böylece, Kur’an’ın karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, sömürüden ve zulümden kurtarıp bütüncül ve sahici adalete ulaştıracak Kur’ani mesajını pratikte sosyalleştirerek ve İslami adalet sistemini modelleştirerek tüm insanlığa sunmaya çağırıyoruz! 

Etiketler : #İLKAV'da   #konuşan   #Pamak'tan   #   #önemli   #mesajlar   
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN