Kitap tanıtımı: Osmanlı'da Din - Devlet İlişkisi

Osmanlı klasik döneminde din-devlet ilişkisinde ulema en güçlü başaktördür. Dolayısıyla Osmanlı din- devlet ilişkisinin anlaşılması için ulema’nın sistemdeki yeri, işlevi, sahip olduğu bürokratik yapının anlaşılması gerekmektedir.

22-09-2011


Mehmed Maksut
  İslam ve Hayat
 

Ejder Okumuş tarafından kaleme alınan “Klasik Dönem Osmanlı Devletinde Din Ve Devlet İlişkisi” adlı eser Lotus yayınlarından 2005 yılında basılmış olup beş bölümden oluşmaktadır. Bunlar: 1- Din-Devlet İlişkilerinin Sosyolojisi: Burada çalışmanın önemi ve amacını, problemlerini, yöntemini ve meşruiyet ekseninde din- devlet ilişkilerinin tipolojileri hakkında bilgi veriyor. 2- Osmanlı Klasik Döneminde Din-Devlet İlişkisinin Ana Çizgileri. 3- Klasik Dönem Osmanlı Devlet Örgütünde Ulemanın Yeri, İşlevi Ve İlmiye Bürokrasisi. 4- Osmanlı Devletinde Değişim Ve Din. Osmanlı devletinin değişim sürecindeki din ve devlet ilişkilerini işlemekte, Tanzimat’a kadar ortaya konulan yenileşme çabalarını din-devlet bağlamında ele almaktadır. 5- Meşruiyetini Temelde Dinden Alan Devlet Olarak Osmanlı: Sonuç bölümü olan bu bölümde meşruiyetini temelde dinden alan devlet olarak Osmanlı başlığıyla yazar çalışmada elde ettiği bulguları vermektedir.

Önsözde; bugün genelde Müslümanların yaşadığı toplumları ve özelde ise Türkiye’yi ve ilişkilerini anlamak için Osmanlı devletinin anlaşılmasının çok önemli olduğunu vurguluyor.

BİRİNCİ BÖLÜM:

Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren din sosyolojisi alanında, din-siyaset, din-hükümet, din-devlet arasındaki karmaşık ilişkiler önemli ve başlıca inceleme konuları olarak çıktığını vurgulayan yazar, eserini yazma gerekçesinin bundan kaynaklandığını vurguluyor. Modern zamanlarda milli devletler,  dini belli alanlara hasretmeye özel bir çaba harcamış olsalar da modern toplumlarda dinin ve dini değerlerin etkisi devam etmiştir. Özellikle Müslümanların yaşadığı dünyada meydana gelen bazı gelişmeler bu ilişkileri biraz daha önemli kılmıştır. Dinin günümüzde oldukça tartışıldığını ve bu tartışmaların en çok yoğunlaştığı alanın devlet mekanizması olduğu muhakkaktır.

Osmanlı devletinde şeyhülislamın, ulemanın, ilmiye bürokrasisinin ve bürokrasideki hiyerarşik yapılanmanın devletten bağımsız, devletin dışında veya karşısında bir konumda olmadığını, tersine devletin içinde yer aldığı, verilen görevi yapmakla yükümlü tutulduğu ve devletin bürokratik yapısında kendisinden istenilen yapan biri olarak bilinmekteydi. Hilafet- Saltanat sistemini benimseyen Osmanlı siyasetinde zaten dini kabullenmiştir. Devletin hiyerarşisindeki ulemaya resmi ulema diyen yazar; bazılarının halk uleması, gayrı resmi ulema veya sivil ulema dediği bir yapının Osmanlıda mümkün olmadığını söylemektedir.  Osmanlıda ulema sınıfında olanların doğal olarak devletin içinde olduğunu belirtmiştir. Ancak Osmanlı toplum düzeninde gayr-ı resmi veya sivil liderlerin varlığından söz edilebileceğini söylüyor. Bu şahısların etrafında örgütlenmiş cemaatler ve tarikatlar, devlet örgütünün dışında çeşitli yerlerde kendi anlayışları çerçevesinde ilim ve irşat ile meşgul olmuş; bir kısmı devlete ve resmi ulemaya yakın dururken, bir kısmı uzak durmuştur. 

Osmanlı gibi şahsına münhasır bir devleti ve o çatıda yaşayanları incelerken batılı şablonlarla değil, kendine özgü niteliklerini dikkate almanın daha gerçekçi olacağını söyleyen yazar, Modern zamanlara özgü toplum yapısı ile Osmanlının dokusunu oluşturan cemaat ve millet sistemi arasında yakın bir ilişki söz konusu olmadığını ifade etmektedir. Osmanlı toplum ve devlet sistemi, kurumları, dini, din-devlet ilişkileri, idealleri ve kendine özgü yerel şartları esas alınarak anlaşılabilir.

Siyasi bağlamda sosyal sistemin, mevcut siyasi mekanizma ve kurumlarının, topluma en uygun mekanizma ve kurumlar oldukları inancını oluşturmakla ilgili olan meşruiyet; egemenliğin sükûnet içerisinde elde edilmesini sağlayan sosyal–siyasal bir mekanizma olarak tanımlanır. Siyasi anlamda meşruiyet, yönetimi altındaki insanlar üzerinde yönetme hakkına sahip olduğu bilinciyle otoritesini kuran yönetimin, yönettiği toplum tarafından onaylanması ve tanınması şeklinde kendini gösteren yönetsel güç kurumu olarak ifade edilir…

Meşru düzen, meşrulaştırma yoluyla geçerlilik kazanır. Meşruiyet kazandırma anlamında izah etme, haklılaştırma ve tasdik edip geçerli kılma süreci olarak meşrulaştırım kurumsal düzene onay vererek kabul edilir. Pratik zorunluluklarına normatif bir değer atfederek haklılaştırır ve geçerli kılar. Otoritenin iktidarını sürdürebilmesi için yönetilenler katında meşruiyete bağlıdır. İşte bu meşruiyet desteği siyasi sistem, çeşitli araçlarla, kurumlarla, örgüt veya grupla, gelenekle, inançla, dinle, yasayla, hukukla, ideolojiyle, rasyonel bir gerçekle, karizmayla, kültürel öğelerle, liderlerle sağlayabilir. Devlet bazen bunların tek birini kullanırken bazen birkaçını kullanır. Meşruiyet aracı toplum katında ne kadar bağlayıcı ise devlette varlığını o kadar uzun sürdürebilir.

Meşruiyete ilişkin yazar iki tür tipolojik açıklama yapmaktadır:

1) Dini Meşrulaştırım: Dini meşrulaştırım; meşruluğunu dinden alan dini kaynaklarda ve renklerden beslenen meşruiyettir. Weber’in geleneksel meşrulaştırım ile T. Luckmann’ın üst’en meşrulaştırım tanımları bu alana uymaktadır. Pek çok toplumsal işlevi olan dinin en önemli işlevlerinden biri de meşruiyet kazandırmadır. Berger’in ifadesiyle “din, meşrulaştırımın tarihi bakımında en yaygın, en derinlikli ve en etkin aracı olagelmiştir.” Tüm devletler ve güçler büyük ve belirli bir oranda isteyerek veya istemeyerek dinin meşrulaştırım gücünden istifade etmiştir. Bu güçten istifade etmeyen bir devlet yok gibidir. Dine en uzak olan devletler bile dinin bu gücünden istifade etmiştir.

2) Dini olmayan meşrulaştırım: Gellner’in “iç”. Luckmann’ın “içten” meşrulaştırma dediğine denk düşer. Bu meşrulaştırmada esas olan din değil seküler faktörlerdir. Daha çok modern toplum ve düzenleri için geçerli olduğu söylenebilir. Belli oranda bu tip meşruiyetler de dinden beslenirler.

DİN DEVLET İLİŞKİLERİ  TİPOLOJİSİ

Yazar burada iki sınıflama yapmaktadır: 1) Meşruiyetini Temelde Dinden Alan Devlet 2) Meşruiyetini Dinden Almayan Devlet. Birinci sınıfı kendi içinde; dinle yönetimin bir olduğu devlet, dine tabi devlet, dinin yönetime bağlı olduğu devlet ve şibih-laik devlet şeklinde dört kısımda tasnif ediyor. İkinci tipi ise siyasetin din işlerinden ayrıldığı devlet (laik) şeklinde ele alıyor.

1- MEŞRUİYETİNİ TEMELDE DİNDEN ALAN DEVLET

Meşruiyetini temelde dinden alan devlet, dört tipte ortaya çıkmaktadır:

a) Din İle Yönetimin Bir Olduğu Devlet: Devlet anlayışında din ve din dışı gibi bir ayrımın olmadığı siyasi sistemdir. Tevhidi esasına dayanan bu devlet tipinde din meşruiyetini temelde dinden alan devlet ve siyaset ayrı olmadığı gibi yöneten ve yönetilen kesimler de bağımsız değildir. Ruhani ve cismani diye ayrım ve otorite yoktur. Bu devlet tipine ilk dönem Hz Muhammed’in kurduğu Medine toplum düzenini ve daha sonra Hulefa-i Raşid’in dönemi örnek verebiliriz. Burada toplum ve devlet meşruiyetini İslami değerlerden alır.

b) Dine Tabi Devlet:   Teokrasi ve hilafet- saltanat devleti diye iki kısımda ele alınabilir. Devlet büsbütün dine bağlıdır. Teokratik devlette din ve devlet iç içedir. Ancak din ve dünya diye iki ayrı gücün tanrı ve Sezar diye iki ayrı kurumun mevcut olduğu devlette ruhani olan cismani olana üstün gelmiştir. Hilafet-saltanat tipi devlete gelince bu devlet tipi Müslümanların tarihi tecrübesinden kendini gösteren Emevi, Abbasi Selçuklu ve klasik Osmanlı gibi devletleri ifade için uygun düşmektedir. Mülk ve hilafet kurumlarının bileşimi bu yapıda söz konusudur.

c) Dinin yönetime bağlı olduğu devlet, devlet dini veya devlet kilisesi:  bu model Doğu roma kilisesinin Ortodoks mezhebi çerçevesinde kendisini göstermiştir. Burada din devlete tabidir. Bizans pratiğinde miladi 313’de ortaya çıkan ve bir bakıma Sezar’ın tanrı’ya egemen olduğu modelde din resmen devlete bağlıdır. Patrik hem dinin hem de devletin başı olan imparatorun iktidarını ve siyasi kararlarını destekler. İmparator da dini sahiplenir ve kiliseyi korur.

d) Siyasetin dinden ayrıldığı devlete geçiş olan “şibih-laik” siyasal sistemdir: Şibih-laiklik, ilk kez İngiliz sosyolog Ginsberg tarafından kullanılmıştır. Şibih, zahiren grupmuş gibi görünmekle birlikte kuruluşu, sosyal roller sistemi teessüs etmemiş olduğu ve o grubu oluşturan fertlerde bir birliktelik hissi oluşmadığı için hakikatte grup olmayan sosyal bir ilişkiyi ifade etmektedir. O halde şibih laiklik “görünüşte laiklik” , laiklik gibi demektir. Bu tip devlete en uygun örneğin, Tanzimat’ı da içine alan 1839- 1924 yılları arsındaki Osmanlıyı örnek gösterebiliriz.

2- MEŞRUİYETİNİ TEMELDE DİNDEN ALMAYAN DEVLET

Laik devlet olarak kendini gösterir. Siyasetin dine karışmadığı devlet, modern ve post modern devletlerin önemli bir özelliğini ifade eder. Devletin, dini kendi işleyişine karıştırmadığı ve dine belirli alanlar tahsis ederek müdahalede bulunduğu, dini siyasetin dışında tutmaya çalıştığı siyasi sistem olarak ifade edilir. Bu tanımda sözü edilen müdahalenin dozu devletten devlete değişebilir. Ama laiklikte mutlaka devletin dine bir müdahalesi söz konusudur. Tüm çağlarda bir zihniyet olarak var olabilen fakat bir sistem olarak Batının öncülüğünde modern zamanlara özgü bir devlet sistemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim bazen laiklik adı altında yürütülen politikaların devlet dini özelliği taşıdığı belirtilmiştir. Bunun nedeni, laik devletin merkeziyetçi özelliğinin de etkisiyle dinle mutlak anlamda ayrılmayıp dinin de üzerinde egemenlik kurması, dinin alanlarını daraltmasına yol açmaktadır. Toplumun dini inanç ve kabullerini ortadan kaldırmaya çalışan bir devletin bile mutlaka onun yerine bir din ikame etmek gibi bir zorunluluğu bulunmaktadır. Öyleyse devletin dine karşı ilgisiz olması mümkün olmadığı gibi dinin de tabiatı gereği dünyevi bir olgu olan devlete karşı ilgisiz olması mümkün görünmemektedir. Bugün var olan uygulamaları itibariyle laiklik, dine karşı genel bir ilgisizlik, dinden düşmanca ayrılış ve dine karşı sempatizanca gibi çeşitli tiplerde ortaya çıkabilmektedir. 

İKİNCİ BÖLÜM: GENEL OLARAK DİN- DEVLET İLİŞKİLERİ

Din; kitabi, davranışsal, psikolojik, sosyolojik, sübjektif, objektif yönü itibariyle bir bütün olarak kendini ortaya koymaktadır. Sosyolojik anlamda din-toplum ilişkileri karşılıklı etki esaslarına dayanır. Din, toplumu başta zihniyet olmak üzere çok çeşitli şekillerde etkisi altına alarak yönlendirir ve şekillendirir. Teoride toplum hayatını düzenleyici esaslar getiren din, uygulamada ise toplumun içine nüfuz etmek suretiyle ona yeni bir düzen verir. Toplumunda dini anlayışı çeşitli açılardan ve muhtelif düzlemlerde etkilediği muhakkaktır.

Modern dönemlerde en büyük örgütlenme biçimi olarak devlet, insanların neredeyse bütün ilişkilerinde çok etkili bir koordinatördür; bireylerin hayatına ve sosyal süreçlere sürekli karışmakta kişilerin doğumlarından ölümlerine kadar her şeyle ilgilenmektedir.

Din, birey ve toplum arasında sıkı ilişkiler bulunduğu gibi sosyal bir örgütlenme olan devlet, birey ve toplum arasında da çok yakın ve karmaşık ilişkiler bulunmaktadır. İnananlar, dinden aldıkları emir ve tavsiyeler doğrultusunda hareket ederek bir davranış kuralı olarak inançlarını ve pratiklerini toplumun bütün alanlarında ortaya koymak isterler. Böyle olduğunda inanların psikolojik, sosyolojik kazanımları da olacaktır. Öte yandan devletin de psikolojik açıdan rahatlaması, kendini güvende hissetmesi devlet ve psikolojisi açısından önemlidir. Bu durum da toplumda etkin bir durumda olan din ile bir şekilde ilişkiye geçmesine sebep olmaktadır. Şu halde devletin veya siyasetin dinden ayrı olarak değerlendirilemeyişinin sosyal, psikolojik sebepleri bulunmaktadır insanın siyasal boyutlu bir varlık olduğu kabul edilirse din devlet ilişkisi daha da netleşecektir. Mahamat Gandi’nin ifadesiyle “Dinin siyasetle ilgisi bulunmadığını söyleyenler dinin ne demek olduğunu bilmeyenlerdir”. 

Bilimsel çalışmaların ortaya koyduğu veriler ışığında toplumların ilk biçimlenişleri sırasında siyasal iktidarın net olarak belirgin olmamasına müstakil siyasi bir teşkilat olarak ortaya çıkmamasına rağmen dini iktidarın kesinlikle var olduğu, bu iktidarın toplum hayatında başat ve yönetici rol oynadığı söylenebilir. Çünkü ilk toplumlarda felsefe, bilim, eğitim, hukuk, ahlak, sanat vb. faaliyet alanları gibi yönetim veya siyasi sistem de dinin içinde mütalaa edilmiştir. Bu toplumlarda kutsal ve profan ayrımının geçerli olmadığı,  yapılan araştırmalarla ortaya konmuştur. (Mircea Eliade, Ebedi Dönüş Mitosu 41-46 J. Wach Din Sosyolojisi ss 356-364) Siyasi iktidar insanların kendisine itaatini sağlama da dini meşrulaştırıma başvurur.  Bu anlamda dini meşrulaştırım, devletin psikolojik otoritesini oluşturur. (Bernat Russel)

Evrensel bir din olarak İslam’ın da siyasetle ve devletle sıkı ilişkileri olmuştur. Gerek Hz Muhammed’in Medine toplum düzeninde, gerek halifeler döneminde bu durum kendisini göstermektedir. İslam’da din ile devlet arasındaki ilişkiler gerek kitabi ve gerekse tarihi argümanlarla izah edilmekle birlikte İslam’ın devletle siyasi gelişmelerle yakından ilgilenmesi Hz peygamberin Medine’de kurulan devletin başına geçmesi ve daha sonraki süreçte halifelerin yönetimleri devletle din arasındaki ilişkilerin merkezinde yer aldıklarını vurgulamaktadır. Kısaca din-devlet ilişkisi toplum yaşamının olmazsa olmaz şartlarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Olgusal olarak dinlerle devletler az ya da çok, sıkı ya da seyrek mutlaka birbiriyle ilgilenmişlerdir.

OSMANLIDA DİN DEVLET İLİŞKİLERİNİN ANA ÇİZGİLERİ

Osmanlı,  İslamiyet’in Sünni- Hanefi versiyonu içerisinde olmuştur. Bir beylik olarak kurulmasından itibaren dini renge bürünen ve devletleşmesiyle birlikte kurumsal ve bürokratik düzlemde dine yer veren Osmanlılar, işlerinin çoğunu dini renge büründürmüştür. Bu durum kullanılan kavramlara da yansımıştır. Mesela Osmanlı topraklarına “memalik-i İslam”, ordularına “Asakir-i İslam” diye nitelendirilmiş. Osmanlı devletinin dini bir karakter arz ettiğini, din ile İslam hukukuyla iç içe geçmiş bir organizasyon olduğunu söylemek mümkündür. Bu özelliğinden dolayı Osmanlı devletini şeriat devleti olduğunu iddia edenler çıkmıştır. Şu söylenebilir ki Osmanlı, her ne kadar eski Orta Doğu geleneklerinden, Orta Asya Türk devletlerinden, Bizans’tan etkilenmişse de yönetiminde Müslümanların egemen olduğu dini bir devlet olma niteliğine sahiptir. İslam hukuku ve dini kararlar Osmanlı devletine itirazları engelleyen merkezi bir referans ve meşrulaştırım kaynağıydı. Osmanlının dini yapısı gereği ekonomik sisteminde, toprak düzeninde, vergi sisteminde, hukuk sisteminde, eğitim kurumlarında bazı istisnai durumlar hariç din belirleyici rol oynamıştır. Osmanlı yönetiminin resmen bağlı bulunduğu şeriat ve kanunlar, yönetimin ve padişahın iradesini sınırlamış, adalet üzere hükmetmesini sağlamıştır. Padişah bazen keyfi davranışlarda bulunmuş ise de yaptıklarının meşruiyeti için şeyh-ül İslam’dan fetva almıştır.

Osmanlı kamu hukukunda biri şer’i diğeri örfi olmak üzere iki ayrı hukuk uygulanmıştır. Şer’i hukuk, özel hukukun tüm alanlarında geniş boyutlarıyla uygulanma imkânı bulurken, padişah irade ve fermanlarından oluşan örfi hukuk, kamu hukuku alanlarında daha etkin olarak icra edilmiştir. Ancak bunları birbirinden çok bağımsız olduklarını söylemek doğru olmaz.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: KLASİK DÖNEM OSMANLI DEVLET ÖRGÜTÜNDE ULEMA’NIN YERİ, İŞLEVİ VE İLMİYE BÜROKRASİSİ

Osmanlı klasik döneminde din-devlet ilişkisinde ulema en güçlü başaktördür. Dolayısıyla Osmanlı din- devlet ilişkisinin anlaşılması  için ulema’nın sistemdeki yeri, işlevi, sahip olduğu bürokratik yapının anlaşılması gerekmektedir. David Easton’un belirttiği gibi “her siyasi sistemin, toplumdan gelen taleplere bir şekilde cevap verebilmesi ve hayatiyetini sürdürebilmesi için sistemden yana olduğunu açıkça gösteren, sistemin meşru olduğuna inanan ve sisteme duygusal yakınlık gösteren bir siyaset grubu veya zümresi tarafından desteklenmesi şarttır”. Osmanlı’da din ile olan yakın ilişkisi ulema’yı bu noktada başat konuma yükseltmiştir. Osmanlı ilim gücünü elinde tutan ve toplumun ilmi-dini önderliğini yürüten ulema’ya ayrı bir önem vermiştir. Din, Osmanlı devletinde, padişah ve yönetici sınıfların kendi aralarında ve halkla uzlaşma sağlayan çimentosu ise bu çimentonun hayata geçirilmesinde baş aktör ulema’dır. Ulema ve tarikatlar Osmanlı devletinde kurulmasından dağılmasına kadar çok aktif bir biçimde yer almıştır.

Osmanlıda devlet erkânı ile ulema arasındaki ilişkiler her zaman aynı  düzeyde olduğu söylenemez. Osmanlıda ulema, devlet ve padişahtan bağımsız ayrı bir güç ve mevkide olmayıp devlete bağlı, hiyerarşide padişahın emrinde olan bir grubu temsil etmektedir. Sultanlar şeyhülislam ve kadıları atıyor. Ancak padişah görevini icra ederken onlardan fetva alıyordu. Her ne kadar ulema devletin merkezi teşkilatına bağlı olarak çalışıyorsa da özerk olmasa da özerk bir grup gibi hareket edebiliyordu. Ulema, padişahı sınırlandıran, tahtan indirecek çıkaracak bir güçteydi. Ayrıca padişahın kamu düzeninin ve dini düzenin sağlanmasında ulema oldukça önemli bir konumdaydı. Ulema bu kurumsal ilişkiden dolayı devlet merkezinde önemli rol oynuyor; eğitim, yargı, hukuk, idarecilik alanlarının çoğunu ellerinde tutuyordu. Ayrıca ulemanın halk üzerindeki etkisi de devlet için ayrıca önemliydi. Halkın padişaha ve devlete bağlanmasında çok etkin bir sınıftır ulema. Bunlardan dolayı ulemaya sıradan muamele edilmemiştir. İlmiye sınıfı kolay kolay cezalandırılmamıştır, katledilmemiştir. İlmiye sınıfının şahsi mal varlığı müsadereye tabi olmadığı gibi doğrudan mirasçılara geçebiliyor. Vergiden muaflardı. Sosyal itibarları ve iktisadi seviyeleri daha yüksekti.

İLMİYE BÜROKRASİSİ

Osmanlı devletinde kendine özgü yapısı gereği bir din adamı sınıfı, ruhban sınıfı ve bir kilise teşkilatı olmamıştır. Dolayısıyla ulema devletin dışında ve devletten bağımsız olarak varlık göstermemiştir. Öyle ise Osmanlıda dini bürokrasi dediğimiz zaman devletin genel askeri bürokratik yapısı içerisinde yer alan ilmiye teşkilatının kendi örgütlenmesini kast ediyoruz. Nasıl ulema bir ruhban sınıfı teşkil etmiyorsa, aynı şekilde ulema’nın kontrolünde olan medresede ruhban veya din adamı yetiştiren bir ruhban okulu değildir. Medreselerde her türlü bilimlerin önderliğini ulema yapmıştır. Medrese mezunları sadrazamlığa kadar her kademede idari makamlara yükselebilmiştir. Dini, din dışı ikilemi olmamıştır. Eğitim sisteminde genel hiyerarşik yapıya uygun olarak ilimler hiyerarşisi mevcuttu. Bu hiyerarşi temelinde felsefe, tarih, coğrafya, aritmetik gibi akli ilimleri ve tıp, geometri, tarım gibi tabi ilimleri din ilimlerinden daha düşük bir seviyeye yerleştirmiştir. İlmiye bürokrasisinde; müşavirlik örgütü olan müftülük, yargı örgütü olan kadılık ve eğitim örgütü olan medreseler şeklinde üç örgüt bulunmaktaydı. Bu örgütler şeyhülislama bağlı olup geçişsiz değildi.

DÖRDÜNCÜ  BÖLÜM: OSMANLI DEVLETİ’NDE DEGİŞİM VE DİN 

Yönetim aygıtında yeni bir örgütlenme veya yapılanmaya, devlet ve halk arasındaki ilişkilerin farklı biçim almasına, çeşitli toplumsal kesimlerin hiyerarşik yapısında yeni durumların çıkmasına, toplumsal ilişkilerin yeniden inşasına ve dini, fikri veya kültürel alanlarda yeni şartların oluşmasına yol açan değişmeye siyasi değişme denilebilir. Bu çerçevede her toplumda, iç ve dış şartların etkisiyle ortaya çıkan yeni durumlara cevap olarak sürekli bir siyasi değişim gerçekleştiği söylenebilir. Teknolojik yenilik, değişim ve farklılaşmalar ticari ve ekonomik değişimler, savaşların getirdiği şartlar, hanedan değişimi, saray darbesi, karizmatik bir liderin çıkması, ilmi, kültürel veya fikri hareketler, dini, kültürel grup veya sınıfların içinde yer aldığı sosyal kümelerin yükseliş ve düşüşü, toplumda oldukça önemli siyasi ve sosyal değişimlere yol açabilir. Siyasi değişim tedrici veya ansızın, küçük veya büyük, barışçı ve çatışmacı, hoşgörülü ve şiddete dayalı, yumuşak veya sert gibi farklı niteliklerde olabilir.

Siyasi değişimler, niteliklerine göre bir toplumun, kendi içinde büyük dönüşümlere neden olabileceği gibi, parçalanıp dağılmasına, küçülüp büyümesine, başka bir toplumun hegemonyası altına girmesine veya başka bir toplumun bağımsız kimliğine son vermesine yol açabilir. Bu durumda siyasi değişim nötr bir kavram olup, devlet veya toplumun varlığını sürdürmesi noktasında hem olumlu hem de olumsuz gidişatı objektif olarak ifade eden bir kavramdır.

Din, sosyal ve siyasi değişimlerde başat rol oynayan olgulardandır. Dinin, dini grup, cemaat, kurum ve kuruluşları, toplumu, siyaseti, iktidar seçkinlerini, devlet sistemini nasıl etkilediği, siyasi değişimlerin gerçekleşmesinde çok büyük fonksiyonlar gördüğü bilinmektedir. Dinin bu etkin varlığından dolayıdır ki din devlet ilişkileri sıkı ya da gevşek hep olmuştur. Değişim, özellikle 19.yüzyıl batı düşüncesi ve bilimin doğrusalcı tarih anlayışının iddia ettiği gibi hep ileriye doğru değil geriye doğru da olabilir.

Din-devlet ilişkileri noktasında belirleyici olan, devletlerin dine veya dinlere karşı  ortaya koydukları tavır ve davranışlarla dinlerin devlete karşı tavırlardır. Ayrıca devletin güçlü olduğu dönemlerle, zayıf olduğu dönemlerde din–devlet ilişkilerinin seyri değişmektedir.

OSMANLI DEVLETİNDE DEĞİŞİM SÜRECİNDE DEVLET, DİN VE ULEMA

Osmanlı devletinde değişimin merkezinde siyasi yapı yani devletin kendisi bulunmaktadır. Osmanlıda değişim yukarıdan başlatılmış ve yenileşme çabaları  üstten devam ettirilmiştir. Devletin yükselişi, padişah, şeyh-ül İslam, ulema, sadrazam, vezirler, kalemiye, üste bulunan elitler önderliğinde gerçekleştiği gibi çöküşten kurtuluş çabaları da yine bu elitlerce yürütülmüştür. Osmanlı tarihi boyunca önderler tabakası siyasi olayların şekillenmesinde en esaslı amil olmuştur. İlmiye’nin siyasi düzlemde sahip olduğu işleve bakıldığında 17.yüzyılın başlarına kadar ulema grubunun siyasi arenada, devletin çeşitli mevkilerinde ve siyasi sistem içinde baştan aşağı etkin iken bu tarihten sonra siyasal sistemde meydana gelen bürokratik yapılanma dolayısıyla azalmaya başladığı görülebilmektedir.  Ama her halükarda klasik dönem boyunca dinin Osmanlı devletinde güçlenip kök saldığını, buna paralel olarak ilmiyenin de 2. Mahmut dönemine hatta Tanzimat’a kadar yönetimde önemli bir güce sahip olduğu söylenebilir.

Siyasi değişimlerde rol oynayan pek çok etkenden söz edilebilir. Savaşta bunlardan biridir. Savaş Osmanlı devletinde din-devlet ilişkisinin batılılaşma yönünde seyretmesinde temel etkendir. Savaş Osmanlı ile Batı arasında uzak mesafelerin oluşmasında etkili olurken öbür yandan özellikle 18.yüzyıldan itibaren Batı ile Osmanlının ilişkilerini yumuşatan,  Osmanlı’nın etkilenmesine vesile olan ve dolayısıyla batılılaşma sürecine girmesinde rol oynayan önemli faktörler arasına girmiştir. Osmanlı Batılı ordulara yenik düşmeye başladığı zaman Batıyı tanıma gereği duymuştur. Osmanlılar yenilgilerle birlikte Batıyla girdikleri ilişkilerde güçlü olan Batı kültüründen etkilenmiş ileride din-devlet ilişkisinde ve sosyal hayatta meydana gelecek olan büyük değişimlerin temelini atmıştır.

Değişim sürecinde Osmanlı resmi uleması da devletin genel gidişine paralel olarak değişim geçirmeye başlamış ve doğal olarak bu değişim olumsuz yönde gerçekleşmiştir. Ulema’nın bozulduğunu gösteren işaretler çoktur. Kadı, müderris gibi ulema arasında rüşvet, haksız makam edinme, adam kayırma gibi olumsuzluklar olduğu gibi şeyhülislam makamı da nasibi oldukça almıştır. Devlet adamlarının içine düştüğü lüks, israf ve ihtişamdan ilmiye teşkilatı da etkilenmiş, ilmiyeye mensup olanlar fazla para verenleri kaza makamlarına atamışlardır. Osmanlıda kıymeti büyük olan ulema devletin olumsuz yönde değişime uğramasıyla birlikte ortaya çıkan gerilemede ulema da nasibini almış. Yeni ilimlerden haberdar olmamış yeni siyasi gelişmeleri izleyememiş. Ulemanın bozulmasını tek başına değil devletin genel çözülmesiyle bağlantılar kurarak anlamak gerekmektedir. Ayrıca ulemanın bozulmasıyla yeniçeri ocağının bozulması arasında önemli ilişkiler bulunmaktadır.

Ulemanın bozulması  ahlaki, eğitim ve ilim boyutlarını da etkilemiştir. Ulemanın seviyesi gittikçe düşmüş, medreseler niteliklerini yitirmiştir. Yenilenmek yerine yerinde durarak daha da bozulmuştur. Bu bozulma Osmanlıdaki “adalet dairesi” anlayışını ve yapısını sarsmıştır. Adalet dairesinde dikkati çeken önemli husus din ve devletin, yönetilen ile yöneticilerin arasında adaletin sağlanmasıyla varlıklarını sürdürebileceklerinin vurgulanması; sonuçta adalet ile din arasında doğrudan bir bağ kurulmasıdır.

OSMANLI DEVLETİ  VE BATI

Osmanlı devleti, gerilerken Batı’da bir takım değişimler gerçekleşiyordu. Batıda Rönesans ve Reformasyon hareketleri ortaya çıkmış ve Batı’da önemli değişimler ortaya çıkarmıştır.  Batı bu hareketlerin ardından aydınlanma dönemine girmiştir. Osmanlı uleması ve diğer yönetici seçkinlerin ise bu değişimleri takip ettiklerini söylemek zordur. Her ne kadar Osmanlı savaş ve fetihlerle batıyla çok önceleri temasa geçmişse de hatta Batı’nın bazı tekniklerini alıp yararlanmışsa da Osmanlı devletinin Rönesans ve Reformasyon hareketlerinden etkilendiğini veya önemsediğini gösteren işaretler yok gibidir. Osmanlı Batıdaki değişimlerle tanışmaya başladığında artık çöküş sürecine girmişti. O zamandan sonrada Batıdaki değişimlerden, temas, taklit yoluyla yararlanmaya başlamıştır. Bu ise Osmanlıdaki din-devlet ilişkisinde önemli değişimleri beraberinden getirecek temellerin atılmasını sağlamıştır.

17.yy başlarında başlayan ve artan bozukları gidermenin yolunun Kanun-u kadime ve şeriata dönüşün uygun olacağını ileri sürmüşlerdir. Ancak 1699’dan sonra Osmanlı Batıya karşı geri olduğunu bir şeylerin ters gittiğinin bilincine vardı. Bundan sonra bir takı girişimlerde bulunuldu. Çeşitli layihalar yayınlandı. Bu layihaların çoğunu ulema hazırlamıştır.

Osmanlı devletinde gerileme ve çöküşten kurtulma, yenileşme, ıslahat, çağdaşlaşma veya batılılaşmanın Tanzimat öncesi zamanlarını, lale devri öncesi, lale devri sonrası, 3. Selim ve 2. Mahmut döneminde artırmıştır.  Tanzimat dönemine kadar Osmanlı din-devlet ilişkisinde bir dönüşüm ve başkalaşım olduğunu; Tanzimat öncesi dönemde ilmiye sınıfının görev alanlarının belki de en çok daraltıldığı Yeniçeri Ocağı’nın ilgası son dönemde dahi din-devlet ilişkisi sıkı bir şekilde sürmüştür. Ulema devletin işleyişinde ve reformların yapılmasında dini meşruiyet aracı olarak işlev görmeye devam etmiştir. Ancak öyle reformlar yapılmış ki bunlar, söz konusu durumun değişmesine zemin hazırlamıştır. Dinin devlet katındaki işlevi ve etkilerinde azalma olur ve ilmiye sınıfının görev ve yetkileri belli alanlara indirgenmiştir. Bu durum laikleşmenin zemin bulmasına yol açacak çizginin oluşması sürecini de başlatmıştır. Ancak devlet yine ulemanın meşrulaştırıcı gücünden son ana kadar istifade etmiştir.

SONUÇ: Meşrutiyetini temelde dinden alan devlet olarak Osmanlıda din devlet ilişkisi, Batı yönetim biçimleri temel alınarak yapılan din-devlet ilişkisi tiplemeleriyle izah edilmeyecek özellikler taşımaktadır. Osmanlı devletini kestirme yoldan teokrasi, nim teokrasi veya laiklikle izah etmek insanı ancak Osmanlı gerçeğini anlama imkânından uzaklaştırır. O nedenle Osmanlı’yı kendi gerçekliğinde tanımak gerekir. Bu balgamda denilebilir ki Osmanlı devleti, kendine özgü sosyal ve siyasal yapısıyla hilafetle saltanatı birleştiren ve meşruiyetini dini eksene oturtarak sağlayan hilafet-saltanat devletidir.

Etiketler : #Kitap   #tanıtımı:   #Osmanlı'da   #Din   #   #Devlet   #İlişkisi   
YORUMLAR
  • sait alioğlu   25-09-2011 18:19

    Tanıtımı Mehmet Maksut tarafından yapılan kitap uzun bir dönem elimin altında kaldı, ama bazı nedenlerle olacak bir türlü okuma imkanım olmadı. Kardeşimin tanıtımı vesilesiyle kitabı, yarım yamalak da olsa okumuş oldum. Baştan okumaya çalışacağım... Kardeşime selamların en güzeli, hediye olsun!

  • Adil   22-09-2011 13:20

    Allah razı olsun kardeşim. Bu tür çabalar, okumanın zayıfladığı bu süreçte okumayı teşvik edici, vakit bulamayanların işini kolaylaştırıcı ve yeniden inşa yolunda önemli bir yer tutacaktır. Allah ecrinizi versin inşallah.

İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN