Rabb

‘’Rab sözcüğü, bir de muzaaf (katlı ya da tekrarlı) b harfinden oluşan sülâsi (üçlü, üç harfli) Rab fiil kökünden türemiş bir isimdir. Rab fiilinin en belir¬gin ve öne çıkan anlamı 'terbiye' etmektir.

06-03-2010


Rabb…

 

‘’Rab sözcüğü, bir de muzaaf (katlı ya da tekrarlı) b harfinden oluşan sülâsi (üçlü, üç harfli) Rab fiil kökünden türemiş bir isimdir. Rab fiilinin en belir­gin ve öne çıkan anlamı 'terbiye' etmektir. (Türkçedeki eşanlamlarıyla verecek olursak: besleyip büyütmek, yetiş­tirmek, eğitmek. Çev). Bu ana motifin çevresinde, tasar­ruf etmek, taahüt etmek, ıslah etmek ya da ıslah etmeye çalışmak, tamamlamak ve olgunlaştırmak gibi yan anlam  motifleri ya da nüansları seçilmektedir, sözcüğün seman­tik örgüsünde. Deyim yerindeyse, sözcüğün bünyesinde, yukarda zikredilen anlamların oluşturduğu semantik ha­reket (ya da gidiş), sözcüğe 'yücelik', 'ululuk', 'riyaset', 'temlik' (mâlik olmak) ve 'siyâdet' (efendilik) gibi, bizi bir üst anlam tabakasına ulaştıran temel bir istikâmet ka­zandırmaktadır sözcüğe.

 

"Rab" sözcüğünün Kuranda yukarda verilen bütün anlamlarda kullanıldığını görüyoruz; pek tabii bu anlam­lardan bazen yalnızca birini, bazen iki ya da daha fazlası­nı, bazen de hemen hepsini kucaklayarak. Bunu aşağıda­ki ayetlerde açıkça göreceğiz:

1.Anlamda:

 

"(Yusuf): "Allah'a sığınırım" dedi, "doğrusu O benim Rabbimdir, bana güzel baktı..." Yusuf.23

 

2.Anlamda: (Birinci anlamla da belli bir ilgi ve uyum
taşıyarak):

 

"(Rab bilip, kulluk ettiklerinizin) hepsi benim düşmanlarımdır, Alemlerin Rabbi’nden başka;

 

"O'dur beni yaratan ve beni doğru yola yönelten

 

"Ve beni yediren, içiren

 

"Ve hastalandığım zaman şifa veren" Şuarâ.77-80

 

"Sizin için hiç bir nimet yok ki, Allah'tan olmasın; Ne zaman başınız dara düşse O'na yakarırsınız.

 

Sonra sizden darlığı giderince, içinizden bazıları (bir fırka, bir topluluk) hemen Rabb’lerine ortak koşar." Nahl.53-54

 

"De ki, Allah'tan başka Rab mi arayayım, O her şeyin Rabbi iken?" Enam. 164

 

"Doğunun ve Batının Rabbi'dir O; O'ndan başka ilâh yoktur; öyleyse O'na güven (O'na dayan, O'nu Vekil tut.)" Müzemmil.9

 

3.Anlamda:

 

"'....Rabbiniz O; ve O'na döndürüleceksiniz." Hûd.34

 

"....Sonra dönüşünüz Rabbinizedir..." Zümer.7

 

De ki, Rabbimiz (bizi ve sizi) hepimizi bir araya toplayacak...." Sebbe, 26

 

"Yeryüzünde, yürüyen hiç bir hayvan ve iki kanadıy­la uçan hiç bir kuş türü yok ki, sizin gibi birer ümmet olmasın; Biz Kitap'ta (âlem için koyduğumuz ölçü, dü­zen ve uyumda) hiç bir şeyi (canlı, cansız hiç birini) göz ardı etmedik. Sonunda hepsi Rabb'lerinin katın­da toplanacaklar." En'am.38

 

"Sûr'a üfürülür; ve işte (o zaman) kabirlerinden (doğ­rulup) Rabb'lerine koşarlar." Yasin.51

4.Anlamda: (Bazı bakımlardan üçüncü anlamı da kuşanarak;

 

"Allah yerine, bilginlerini ve rahiplerini Rabbler edin­diler..." Tevbe.31

 

 

"...Allah'ı bırakıp da, kimimiz kimimizi Rab yerine koymayalım...."Al-i İmrân.64

 

Bu son iki âyette kullanılan orjinal sözcük, 'Rab' sözcüğünün çoğulu olan 'erbab'" sözcüğüdür ve bu sözcük, insanların nihaî otorite yerine koyup sözüne ve hükmüne yasa gözüyle baktıkları dinî liderlere, bilginlere (ilahiyat­çılara), rahiplere yakıştırılan niteliği işaret etmek için kullanılmıştır. Burada, Allah katından hiç bir ruhsat ya da delile dayanmaksızın helâl ve haram konusundaki hü­kümlerine inanılıp boyun eğilen, kendilerinde mutlak ve bağımsız bir buyurma ve yasaklama yetkisi vehmedilen kimseler söz konusudur.

 

"Ey zindan arkadaşlarım, sizden biriniz efendisine (Rabbine) içki sunacak....

 

" O iki kişiden, kurtulacağını sandığı kimseye, "Beni efendinin {Rabbinin) yanında an." dedi. Ne var ki, şeytan ona, efendisine (Rabbine) söylemeyi unuttur­du...." Yusuf.41-42

 

"....Elçi yanına gelince (Yusuf): "Efendine (Rabbine) dön de ona sor, dedi, "ellerini kesen o kadınların ama­cı neydi? Şüphesiz benim Rabb'im onların hîle (ve düzenlerini) bilir!" Yusuf.50

 

Son iki âyetin orjinal metnine bakacak olursak, orada Hz. Yusuf un diliyle. Mısır meliki ya da azizi için karşılı­ğı çok kez meallerde 'efendi' olarak verilen 'Rab' sözcü­ğünün kullanılmış olduğunu görürüz. Bu kullanım tam da 'Rab' sözcüğünün, itibari de olsa, "hüküm ve sulta sa­hibi olarak görüldüğü için kendisine itaat edilen, efendi yerine konan kimse" şeklinde yapılabilecek aktüel tanım­lamasına denk düşmektedir. Nitekim Hz. Yusuf un diliy­le Mısır Azizi'ni ima için bu sözcüğün kullanılması, sırf  Mısır halkının ülkenin hâkimine ne gözle baktığını kinaye yoluyla yansıtmak için olsa gerektir. Yoksa Hz. Yusuf un, Mısır Hâkimini hâkim-i mutlak ve şârî-i mutlak (mutlak yasa koyucu) olarak görüp ilâh ve Rab yerine koyan Mı­sır halkının bakış açısını benimsemiş olması, şu ya da bu maksatla benimsemiş görünmesi elbette düşünülemez; tüm sûre boyunca Yusuf (a.s)'ın hikayesiyle ortaya kon­mak istenen asıl mesajın Allah'tan başka Rab olmad'ığı gerçeğinde odaklandığı akılda tutulursa, 'Rab' sözcüğü­nün buradaki özel kullanımında Mısır halkının bakış açı­sını vermeye matuf kinaye daha iyi anlaşılır. Kaldı ki, Hz. Yusuf, yukarıya alınan son âyette, "Benim Rabb'im onların hilelerini bilir" şeklindeki beyanıyla kendi bakış açısını ve tercihini ortaya açıkça koymaktadır zaten.’’

 

Hz. İbrahim (A.s.)'ın Kavmi ve Nemrûd

 

Kur'an-ı Kerim'de Semûd'dan sonra bahsi geçen ka­vim, İbrahim (a.s.)'ın kavmidir. Bu kavim hakkında, Kral­ları Nemrûd'un, kendi ulûhiyyetinı ileri sürerken işi Al­lah'ın varlığını inkâr noktasına vardıracak kadar ileri gö­türdüğü yolundaki halk arasında yaygın, yanlış malûma­tın üzerinde durmak yerinde olacaktır. Kur'an-ı Ke rim'den edindiğimiz izlenim, Nemrûd'un, bu yaygın kana­atin tersine, Âlemin yaratıcısı ve yöneticisi olarak Al­lah'ın varlığını ve bu anlamda Rabb'lığını inkâr etmediği, ama terimin yukarıdaki sıralamada üçüncü, dördüncü ve beşinci anlamlarıyla kendisini de bir 'Rab' olarak gördüğü yolundadır. Nemrûd'un tebaası için de, Allah'ın varlığına ve rubûbiyyetine inanç konusunda, yine yaygın kanaatle­rin hilafına, aynı şeyleri söyleyeceğiz. Kur'an-ı Kerim'in beyanından anladığımız kadarıyla, onların da Ad ve Semûd kavimlerinden pek farkları yoktu; Onlar da Allah'ı ilâh ve Rabb olarak tanıyor, O'nun göklerin ve yerin ya­ratıcısı, evrenin üstün yöneticisi olduğuna inanıyorlardı; hatta biçimsel ve törensel anlamda zamanımızdaki top­lumlara benzer bir anlayış içinde O'na ibadetten de geri kalmıyorlardı. Hâl böyleyken, onları tevhid çizgisinden uzaklaştırıp sapıklığa ve azgınlığa sürükleyen eğilim, 'rubûbiyyet "in birinci ve ikinci anlamıyla yıldızları ve ge­zegenleri, üçüncü, dördüncü ve beşinci anlamıyla da krallarını Allah'a ortak koşmalarıydı. Geçmiş kavimler ve bu arada da Hz.lbrahim'in gönderildiği kavim hakkında, ku­laktan dolma eksik ve bulanık bilgileri aşarak gerçeğe uy­gun, açık ve zamanımızla kıyas imkânı veren işe yarar bilgiler edinmek için konuyla ilgili apaçık Kur an ayetleri ortada dururken Müslüman toplumlarda bile çoğunluğun efsane nitelikli klişe bilgilere takılıp kalması hayret ko­nusudur.

 

İçinden çıktığı toplumun yerleşik inanç ve eğilimleri­nin neler olduğunu ve aynı toplumun tevhid çağrısı karşısında nasıl bir tepki ortaya koyduğunu araştırırken, önce, düşünme çağına henüz ulaşan genç İbrahim (a.s.)'ın ger­çeği ararken izlediği muhakeme sürecini anlamaya çalış­mak yerinde olacaktır:

 

"Üzerine gece çöktüğü zaman, bir yıldız gördü, 'işte budur Rabb 'im' dedi; ama ne zaman ki, o yıldız battı, 'Ben batıp gidenleri sevmem', dedi.

 

"Ayı doğarken gördüğü zaman, 'İşte budur Rabb'im, dedi; ama ne zaman ki, Ay battı'Rabbim beni doğru­ya yöneltmeseydi, mutlaka, yoldan çıkmış insanlar­dan biri olurdum', dedi.

 

"Güneşi doğarken gördüğü zaman, 'îşte, budur Rabb'im,' dedi, 'bu en büyük.'. Ama ne zaman ki, Gü­neş de battı, 'Ey kavmim' dedi, 'ben sizin (Allah'a) or-tak koşageldiğiniz şeylerden uzağım."

 

"Ben yüzümü dosdoğru, 'gökleri ve yeri yoktan var eden'e çevirdim ve ben müşriklerden (ortak koşanlar­dan) değilim." Enam.76-77-78-79

 

Yukardaki âyetler ve özellikle bu âyetlerin altı çizilen bölümleri açıkça göstermektedir ki, Hz. İbrahim'in içinde doğup, yetiştiği toplum, bir takım gök cisimlerini, yıldız­ları ve gezegenleri tanrısal varlıklar olarak görüp onlara tapınmakla birlikte, göklerin ve yerin yaratıcısı, âlem­lerin Rabbi olarak hiç de Allah'ı tanımazlık, bilmezlik tavrı içinde değiller. Allah'ı yaratıcı Rab olarak görüyor­lar ama yıldızları, ayı ve güneşi O'na ortak koşuyorlar.

 

Yukardaki âyetlerden açıkça anlaşılan bu. Allah'ın varlı­ğından haberdar olmalarında, O'nu Rab olarak tanımla­malarında pek şaşılacak bir yan yoktur; çünkü bunlar Hz.Nuh'a inanmış tevhid ehli ataların soyundan gelen ve onların bıraktığı kültür ve geleneği bazı çizgileriyle az çok devam ettiren bir kavimdi. Öte yandan, Yüce Allah'ın, "Onlara, kendilerinden önce de, sonra da elçiler geldi" di­yerek açıkladığı gibi, komşuları ve belki akrabaları olan Ad ve Semûd'a gönderilen elçilerin tevhid dinini doğrul­tup diriltmeye matuf eylem ve mesajlarından da habersiz değillerdi, şüphesiz. Dolayısıyla, Hz.İbrahim'in, Allah'ın âlemin yaratıcısı ve bu anlamda Rabbb’i olduğu bilgisini önce kendi toplumundan aldığını söylemek hiç de yanlış olmaz. Yukarıdaki âyetlerden de anlaşılacağı gibi, onun kavminde hazır bulduğu inanç ve görüşler arasında zihni­ni kurcalayan şey, Allah'ın yaratıcı ve rab olduğu gerçeği değil, fakat bir takım gök cisimlerinin, bir takım doğup batan şeylerin ulûhiyyette ve ubûdiyyette Allah'a or­tak koşulup, ibâdete değer bulunmasıydı. Hz. İbrahim, izlediğimiz gibi, bu gök cisimlerinin doğup batan, sonlu ve sınırlı varlıklar olduğunu gözlemleyerek, bunlara ilişkin yerleşik inançları sorguluyor ve sonunda, şüphesiz Al­lah'ın delaletiyle, yüzünü dosdoğru göklerin ve yerin yaratıcısı olan tek ilâh'a., tek Rabb'e, Allah'a çevirmekte karar kılıyor. Bu sorgulama ve muhakeme sürecinin yer­leşik inançlarla ilgili olduğu o kadar açıktır ki, ayın battı­ğını görüp de onun bir rab olamayacağına hükmeden İb­rahim (a.s.) hemen, ayı bir rab, bir tanrı olarak gören kavmini hatırlıyor ve onlardan biri olarak kalmaktan ya­na duyduğu endişeyi şöyle dile getiriyor: "Rabbim beni doğruya yöneltmeseydi, mutlaka o yoldan çıkmış insan­lardan biri olurdum."

 

Hz. İbrahim, bir resul olarak görevlendirilip de in­sanları Allah'ın dinine çağırmaya başladığı zaman, yu­karıdaki sorgulamayı artık kendi kendisiyle ve sadece düşüncede değil, kavmiyle ve şifahî olarak da yapacak­tır:

 

"Siz, Allah'ın, hakkında hiç bir belge indirmediği şey­leri O'na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da, ben niçin sizin ortak koştuğunuz şeylerden korkayım?..." Enam.81

 

"Sizden de, sizin Allah'tan başka çağırdıklarınızdan da uzak duruyor ve Rabb'ime sığınıyorum..." Mer­yem.48

 

"Hayır 'dedi,' göklerin ve yerin Rabb’bidir ki, onları yoktan var etmiştir. Ve ben de bunun tanıklarındanım." Enbiyâ.56

 

"Peki, siz Allah'ı bırakıp da size ne bir fayda ve ne de bir zarar veremeyecek olan şeylere mi kulluk ediyor­sunuz?" Enbiyâ.66

 

"Babasına ve kavmine, 'neye kulluk ediyorsunuz' de­mişti.

 

"Allah'ı bırakıp düzmece tanrılar mı istiyorsunuz

 

"Peki, Âlemlerin Rabb'i hakkındaki görüşünüz ne? Sâffât.85-86-87

 

"Sizden ve sizin Allah'tan başka kulluk edegeldiklerinizden uzağız; sizi tanımıyoruz; sizinle bizim aramız­da, siz sadece Allah'a inanıncaya kadar sürecek bir
düşmanlık ve nefret başlamıştır"     " Mümtehine.4

 

Bütün bu âyetleri okuduktan sonra bir kere daha ifa­de edebiliriz ki, Hz. İbrahim'in hitap ettiği kavim, ne bü­tünüyle Allah'ı tanımayıp O'na inanmaya yanaşmayan bir kavimdi, ne de O'nun topyekûn yaratılmış âlem üze­rindeki merkezî rolünü, Rabb’lığını, ilâhlığını inkâr eden bir kavimdi. Bütün aldanışları, O'na ilâhlığında bir takım ortaklar yakıştırmaları ve terimin ikinci ve üçüncü anla­mıyla, Onunla beraber başka Rablara da kulluk üzere ol­malarıydı. Kur'an-ı Kerim'de Hz. İbrahim'in, kavmini Al­lah'ın varlığına, Rabb’lığına, ilâhlığına inanmaya çağırdı­ğına işaret eden bir tek âyetin bile yer almamasının nede­ni de budur zaten. Onun bütün çabası, her iki terimin de en geniş anlamıyla sadece Allah'ın ilâh ve rab olduğunu vurgulamak ve O'nun dışında ilâh ve rab olarak benim­senen her şeyi insanların tazim ve taabbüd alanının dışı­na çıkarmak.

Kur'an'da nakledildiği kadarıyla, Hz. İbrahim'le Nemrûd arasında geçen tartışma, incelediğimiz konu ba­kımından ilginç ipuçları verecektir:

 

"Allah, kendisine mülkü verdi diye, Rabb’i hakkında İbrahim'le tartışana ne dersin? İbrahim, ona, 'Benim Rabb’bim O'dur ki, yaşatır ve öldürür' dediği zaman, 'Ben de yaşatır ve öldürürüm' demişti. Bunun üzerine İbrahim, 'Peki, Allah güneşi doğudan yükseltir; haydi sen de onu batıdan yükselt!' deyince, o küfreden kimse şaşırıp kaldı. Allah zalimler topluluğunu doğru yo­la yöneltmez." Bakara.258

 

Burada, Hz. İbrahim'le Nemrûd arasındaki polemi­ğin, âyette veriliş tarzından anlaşıldığı kadarıyla, hiç de Allah'ın varlığı ya da yokluğu çevresinde cereyan etmediğini görmek güç değil. Mesele, izafî ve itibarî nüfuzunu ya da mülk üzerindeki geçici ve sınırlı otoritesini rablık iddi­asına dayanak kılmak isteyen bir despotun, kudret ve azametini itiraz kabul etmeyen tezahürlerle ortaya koyan İbrahim'in Rabb'biyle boy ölçüşmeye kalkışmasıdır sade­ce. Yoksa, aynı despotun İbrahim'in Rabb'ini inkâr etmek şöyle dursun, İbrahim'in (a.s.) parlak dialektiği kar­şısında, şaşırıp kaldığına bakılırsa, kendi iddiasında bile mutlak bir zaafa düştüğü gün gibi ortadadır. Nemrûd'un en azından yerleşik kültürün ve geleneğin bir motifi ola­rak Allah'ın varlığından haberdar bir toplumdan çıktığına hükmetmek hiç de zor değildir. Öte yandan, sadece İbra­him tarafından bile olsa, göklerin ve yerin yaratıcısı ola­rak kendisinden söz edilen Allah'ı inkâr edip, 'göklerin ve yerin yaratıcısı benim, ayı ve güneşi ben yönetiyorum' id­diasıyla insanların karşısına çıkması düpedüz onun deliliğine, mecnunluğuna delâlet ederdi ki, bu da bir lider, bir kral olarak onun mutlak zaafa uğraması demek olurdu; nitekim o da zaten iddiasını bu noktada frenlemek zorun­da kalmış ve bir ahmak, bir deli olmadığını göstermeyi bilmiştir. Geriye kendi alanında, kendi mülkünde, insan­ların katında hüküm, sulta ve nüfuz sahibi olmak anla­mında, efendilik ve hâmilik anlamında sınırlı bir Rablık iddiası kalıyor ki, Nemrûd'un da yaptığı budur. Yarat­mak, besleyip büyütmek, hilkat ve yatkınlık vermek anla­mındaki rubûbiyyet, Nemrûd'un gözünde de, ona tabi olan toplumun gözünde de semavî tanrılara, aya, güneşe, yıldızlara ve bu arada Allah'a aittir. Nemrûd'un Rablık id diasına gelince, o bununla, yukarda ifade ettiğimiz gibi, sadece şunu demek istiyordu: 'Bu ülkenin sahibi, efendisi benim; bu ülkenin insanları benim hüküm ve sultam al­tındadır; onlar da durumu böyle gördüklerine ve buyruk­larımı uyulması kaçınılmaz yasalar olarak algıladıklarına göre, bu ülkede benden başka yasa koyucu, benim üstüm­de otorite yoktur'.

 

Ayette geçen, 'Allah kendisine mülkü verdi diye' ifa­desi, onun Rabblık davasını bütünüyle mülk üzerindeki hakimiyetine dayandırdığının açık göstergesidir. Bunun içindir ki, halk arasında İbrahim isminde bir gencin orta­ya çıkıp, kendilerine tabiatüstü nitelikler yakıştırılan gü­neşin, ayın ve yıldızların rububiyyetini, kendisinin de si­yasal ve toplumsal anlamda Rablığını yalanladığını işitin­ce, Nemrûd adamakıllı sarsılmış ve bu genci huzuruna çağırarak sorgulamak ihtiyacını duymuştur. Ona, "Senin Rabbin kim, kime inanıyorsun?" diye sorunca, İbrahim duraksamadan, "Benim Rabb'im can veren ve öldürendir; insanları öldürmeye de, diriltmeye de gücü yetendir." ce­vabını verir. Ama bu cevapla dile getirilen hakikâti bütün inceliğiyle kavramakta acze düşen Nemrûd, "Benim de can vermeye ve öldürmeye gücüm yeter; ben de dilediğimi Öldürür, dilediğimin de canını bağışlarım" diyerek, İbra­him'in Rabb'inde bulduğu kudreti, kendi rubûbiyyeti için de delil olarak kullanmak ister. Bunun üzerine İbrahim(a.s.): "Allah güneşi doğudan yükseltiyor, haydi, sen de onu batıdan yükselt!" diyerek, bir meydan okuma tav­rı içinde, Allah'tan başka Rablık iddia eden hiç kimsenin buna güç yetiremeyeceğini ve dolasıyla, hangi anlamda olursa olsun, rubûbiyyetin ancak Allah'a özgü olduğunu veciz bir ifâdeyle ortaya koyar. Bu açık istidlal karşısın­da Nemrûd, gerçeği sezinleyip, göklerde ve yerde sınırsız kudret ve otorite sahibi Allah'a nisbetle kendi aczini anlamış ve kendi Rablık iddiasının büsbütün dayanıksız kaldı­ğını görmüş olmalı ki, söyleyecek bir şey bulamaz; bu meydan okuma karşısında susup kalır. Ne var ki, enâniyet (ben tutkusu), nefsin arzu ve hevesleri ve belki de yakın çevresine ilişkin çıkar kaygısı sağduyunun sesi­ne galebe çalar ve Nemrûd'u, bulunduğu aldatıcı zirveler­den aşağı inip Allah Elçisi'nin gösterdiği doğru ve güveni­lir yolu izlemekten alıkoyar. Nemrûd'un takılıp kaldığı bu ökse, Kur'an-ı Kerim'de,'Ve Allah zâlimler güruhunu doğru yola yöneltmez' kavl-i celîliyle veriliyor.. Bunun anlamı şudur: bütün açıklığıyla hakikat ortaya çıktığı halde, Nemrûd tutması gereken yolu tutmamış, kendisi ve halkı için gerçekten yararlı olacak İslâm düzenini bı­rakıp zülüm ve zorbalığını sürdürmek yolunu seçmiştir; böyle birinin elbette ki, Allah'ın hidâyetinden nasibi ola­maz; çünkü Allah'ın sünnetinde (mutlak adaletin tecellisi için uyguladığı üslûp ya da düzende) doğruyu, hakikati samimiyetle arama tavrını seçmemiş olanları doğru yola yöneltmek gibi bir çelişkinin bulunması mümkün değil­dir.

 

Firavun ve Kavmi

 

Kur'an'da verilen tarihsel panoramada sıra, hakların­da Nemrûd ve kavminden daha ciddi bilgi yanlışlarının, bulanık aktarımların yaygın olduğu Firavun ve kavmine geliyor şimdi. Yaygın görüşe göre, Firavun Allah'ın varlı­ğını inkâr etmekle kalmamış, göklerin ve yerin yaratıcısı olarak da kendi tanrılığını ilân etmiş; tebaası da o kadar dar görüşlü ve uymaca bir halkmış ki, onun bu akıldışı id­diasına, hemen hiç sorgulamadan, peki deyip boyun eğ­miş, il'âhir... Oysa bu konuda Kur'an-ı Kerim'in ve tari­hin verdiği ipuçlarını değerlendirdiğimiz zaman, görüyo­ruz ki, bu despotla halkının ulûhiyyet ve rubûbiyyet ko­nusundaki sapık ve çarpık görüş ve inanışları, Nemrûd gibi daha önce sözü edilen lider ve toplumlarınkinden pek fazla farklı değil. Firavun ve halkının durumunda seçebil­diğimiz tek ayma olgu, İsrailoğullarıyla içine girdikleri kavmî zıtlaşmanın, siyasî inatlaşmanın bir ürünü olarak, daha çok tepki ve gösteriş halinde ortaya konan zoraki bir ilhad (Allah'ın varlığına inanmama, dinsizlik), ve örneği­ne günümüzde de çok rastlanan moda ürünü bir tanrıtanı­mazlık olmuştur, denebilir.

 

Mısır Meliki tarafından kendisine yüksek yetki veri­len Hz. Yusuf un, bu yetkinin sağladığı imkân ve nüfuza da dayanarak ilâhî misyonunu yerine getirmek için kendi çağında Mısır halkına tevhid düşüncesini ve îslâmî yaşa­ma biçimini var gücüyle anlatmaya çalıştığından kuşku yoktur. Bu çabanın bir sonucu olarak, tüm Mısır halkının atalarının dinini terk edip de İslâm'a girdikleri düşünülemese bile, içlerinde Allah'ın varlığından ve O'nun gökle­rin ve yerin yaratıcısı muteal bir Rab olduğuna ilişkin söylemden habersiz bir tek kişinin bile kalmamış olduğu­nu söylemek hiç de yanlış olmaz. Hz. Yusuf un tebliğatı, Mısırlıları bütün bütün Tevhid inancına sokmamışsa da, en azından onlara Allah'ın varlığını ve O'nun tabiatüstü anlamda İlâh ve Rabb olduğunu öğretmiş olmalıdır. Böylece onların fiilen Allah'tan başka ilâhlara kulluk et­mekle birlikte, Allah'ın varlığını inkâr etmediklerini ve hatta O'nun öteki Rabların üstünde büyük ve mûteâl bir Rab olduğuna inandıklarını görüyoruz. Hz. Yusuf zama­nında tohumu ekilen Tevhid düşüncesinin örtüle bozula, bazı çizgileriyle Musa (a.s.) zamanına kadar ulaştığını söyleyebiliriz.

 

Bunun böyle olduğunu, Kur'an-ı Kerim'de imanını gizleyen mü'min bir adam olarak nitelendirilen Kıpti soy­lunun Firavunun meclisinde yaptığı konuşmadan da çıkarabiliriz. Zikri geçen kişi, Firavun'un Hz. Musa'yı ölü­me mahkûm ettiğini öğrendiği zaman, tepkisini cesur bir üslûp içinde şöyle dile getirir:

 

"Firavun'un çevresinden inanıp da inancını gizleyen bir adam: 'Rabb'im Allah'tır, dediği için mi (bu) ada­mı öldürüyorsunuz?' dedi, 'hem de size Rabb'inizden açık işaretler getirdiği halde. Üstelik bu adam eğer yalancıysa, yalanı (yalnızca) kendisini bağlar; ama  bir de doğruyu söylüyorsa, o zaman söyledikleri er geç mutlaka başınıza gelecektir. Şüphe yok ki, Allah sözde aşırı gidip abartanı, yalancıyı doğru yola yöneltmez!

 

'Ey kavmim, bugün yeryüzünün seçkinleri olarak mülk sizin elinizde; peki, ya Allah'ın hışmı başımıza çökerse, bizi kim kurtarır ondan?' Firavun; Ben size ancak kendi görüşümü belirtiyorum' dedi, 'Ve sizi doğru yoldan başkasına yöneltmiyorum.'

 

"İnanan kişi ise, 'Ey kavmim,' dedi, 'Ben, önceki top­lumların başına gelen günün, sizin de başınıza gelip çatmasından korkuyorum:

 

"Nuh kavminin, Ad ve Semûd'un ve onlardan sonra­kilerin başına geldiği gibi... Allah kullar(ın)a zülüm olsun istemez." Mü'min 28, 29, 30, 31

 

'"Daha önce Yusuf da apaçık işaretler getirmişti size. Onun getirdiklerinden de hep şüphe edip durdunuz. Ne zaman ki öldü, 'Allah ondan sonra artık resul gön­dermez', dediniz. İşte böyle şaşırtır Allah, haddi aşanları, şüphede ileri gidenleri." Mü'min 34

 

'Ey kavmim, tuhaf değil mi, ben sizi kurtuluşa çağırı­yorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz;

 

'Siz beni Allah'ı yok saymaya ve hakkında hiç bir şey bilmediğim şeyleri O'na ortak koşmaya çağırıyorsu­nuz, bense sizi Aziz ve Bağışlayıcı olana çağırıyo­rum." Mümin 41, 42

İnanan bir soylunun ağzından verilen bütün bu tirad, güçlü kişiliğiyle Hz. Yusuf un Mısır halkı üzerinde bırak­tığı etkinin yüzyıllar sonra bile hâlâ az çok devam ettiğini göstermektedir. Varlığını bir kültür ve an'ane unsuru olarak devam ettiriyor olsa bile, Hz. Yusuf öğretisinin Mısır toplumunun bilgi dağarcığında bıraktığı bakiye, bu toplumun Allah'ın varlığından; bir Rab ve İlâh olarak O'nun tabiat güçleri üzerindeki hüküm ve tasarrufundan; gazabından korkulan rahmetine ümit bağlanan üstün ve kahir bir mâbud olduğundan büsbütün habersiz kalma­masını sağlamıştı. Yukarıdaki son âyet, Mısırlıların ilâh ve Rab olarak Allah'ın varlığını inkâr etmediklerini, an­cak O'na bu konuda başkalarını ortak koştuklarını ortaya koyuyor.

 

Burada, başından beri açıklamaya çalışılıp, Kur'an âyetleriyle de yeterince desteklenen görüşe bir itirazı kayıt koyma gereğini hissettirir gibi görünen tek husus, Allah'ın varlığını kabul edip etmediği konusunda Kur'an okuyucusunu ilk ağızda şüphe ve belirsizlik içinde bıra­kan Firavunun durumudur. Kanaatimizce, sadece görü­nüşte mevcut olan bu belirsizliği uyandıran ifadeleri şöyle sıralayabiliriz: Hz. Musa'nın, Hz. Harun'la birlikte Alemlerin Rabb’inin elçileri olduklarını söylemesi üzeri­ne, Firavunun, "Alemlerin Rabbi'de kim?" diye bir soruy­la karşılık vermesi; yine Firavun'un, "Ey Hâmân, bana yüksek bir kule yap ki, sırlara erişeyim; göğün yollarına ki, onlarla (ya da oradan) Musa'nın tanrısına kadar yükseleyim..." demesi; kendinden başka 'ilâh' tanıması ha­linde, Hz. Musa'yı hapse atmakla tehdit etmesi; tebaası­na, "ben sizin en büyük rabbinizim" diye dayatması; çev­resindeki seçkinler grubuna, tam bir despot edası içinde, "Ben, sizin için benden başka ilâh tanımıyorum" sözüyle göz dağı vermesi, v.b... Bütün bunlar ilk bakışta Fira­vun'un Allah'ın varlığını inkar ettiğine, 'Alemlerin Rabbi kavramından habersiz olduğuna ve nihayet en azından dünyevî hükümranlık planında kendini tek ilâh olarak gördüğüne delalet eder gibidir. Ne var ki, Kur'an-ı Ke rim'in konuyla ilgili âyetleri Firavun, İsrailoğulları ve devrin kilit şahsiyeti olarak Musa (a.s) arasındaki ilişkile­rin bütününe yönelik bir dikkatle okunduğu zaman görü­lecektir ki, Firavun un bu sınırsız tekebbürü, onun gerçek ya da samimi görüşlerinden çok, kavmi asabiyyetinin, şövenist bönlüğünün bir ürünüdür. Siyasî plandaki ırkçı bağnazlık, ulâhiyyet ve rubâbiyyet konusunda da kaçı­nılmaz olarak ırkçı tekebbür biçiminde çıkmaktadır karşı­mıza. Nitekim Mısır toplumunun Musa'dan (a.s) önceki geçmişine biraz göz atılacak olursa, Firavun ve çevresinin Tevhid öğretisine karşı ateistik (tanrı tanımaz) bir kılıf içinde gösterdikleri tepkiyi motive eden ırkçı ön yargılar daha iyi anlaşılacaktır.

 

Musa'dan (a.s.) üç ya da dört yüzyıl önce Mısır'ın ida­ri ve ekonomik hayatında önemli bir rol üstlendiği anlaşı­lan Hz. Yusuf, güçlü kişiliğiyle sadece İslâm'ın tanınıp yayılmasına hizmet etmemiş, aynı zamanda İsrailoğullarının nüfuz ve prestij sahibi bir topluluk olarak Mısır'ın sosyo-politik hayatına girmelerini de sağlamıştı. İsrailoğullarının, bu güçlü konumlarını, Mısırlı ırkçı bir haneda­nın iş başına geldiği Musa'dan (a.s.) hemen önceki döne­me kadar sürdürdüklerini söylemek yanlış olmayacaktır. Mısır'ın bu yeni yöneticilerinin, İsrailoğullarını hor görüp aşağılamakla kalmayıp, Hz. Yusuf döneminden sürüp ge­len Tevhidi töre ve kültür mirasını da bütün izleriyle za­man içinde kararlı bir biçimde silip yok etmek ve Tevhid öncesi dönemlerin yerli müşrik kültür ve uygarlığını di­riltmek çabası içine girdikleri anlaşılıyor. Tam da bu şart­lar altında, İsrailoğulları içinden birinin, Hz. Musa'nın, Allah'ın Elçisi olarak karşılarına çıkması başta Firavun olmak üzere Mısır'ın yerli seçkinlerini derinden ürkütmüş olmalı. Onun kişiliğinde ve getirdiği öğretide, İsrailoğullarını eski prestij ve nüfuzlarına kavuşturacak siyasal gelişmeyi görmüş olmaları şüphe götürmez, işte, gerek bu korkunun verdiği telaş, gerek ırksal ön yargılar ve gerek­se iki topluluk arasında geçmişe dayanan düşmanlık, Firavun'u Musa'nın (a.s.) çağrısına, olabilecek en olumsuz ve inatçı tepkiyle karşı koymaya itmiş görünüyor. Bunun içindir ki, Hz. Musa'ya "Bu 'Alemlerin Rabb’i de kim olu­yor?" derken Firavun'un, bilmediği bir şeyi öğrenmek is­teyen birinin merak ya da tecessüsüyle değil, neden bah­settiği bilinen bir hasma karşı küçümseme ve alayla kon­mak istenen bir meydan okuma tavrıyla konuştuğu he­men anlaşılıyor. Firavunun Allah'ın varlığından haber­dar olduğu, Kur'an-ı Kerim'de canlandırılan başka sahne­lerde sarf ettiği başka sözlerden de çıkarılabilir. Sözgelimi, bir keresinde halkını, Musa'nın (a.s.) Allah'ın Elçisi olma­dığı yolunda iknaya çalışırken:

 

"Firavun, kavminin içinde seslenip, 'Ey kavmim', dedi, şu Mısır toprağı ve ayaklarımın altından akıp gi­den şu ırmaklar benim değil mi? (Söyleyin), görmüyor musunuz?

 

'Hem, ben, meramını anlatmaktan âciz, şu zavallıdan daha hayırlı değil miyim?

 

'Üstelik, onun üzerine (gökten) altın takılar atılmalı; ya da melekler yardımcı olarak onunla beraber gel­meli değiller miydi?'

 

"(Firavun), kavmini (işte böyle) hafife alıp ahmak ye­rine koydu; onlar da ona boyun eğdiler; zaten fasık (yoldan çıkmış) bir kavimdi onlar." Zuhruf. 51,52, 53,54

 

Bu âyetlerde Firavunun ağzından verilen sözlerin, Allah'ın yahut meleklerin varlığını bilmeyen, tanımayan birinin ağzından çıkmış olması, düşünülemez. Başka bir  yerde, Firavunla Hz. Musa arasında şöyle bir konuşma geçiyor:

 

"....Firavun ona: 'Ey Musa',dedi, 'doğrusu ben seni bü­yülenmiş biri olarak görüyorum.'

 

"Musa da ona: 'Bunları apaçık gerçekler olarak indi­renin' dedi, 'göklerin ve yerin Rabb'inden başkası ol­madığını pekâlâ anladın. Ey Firavun, doğrusu ben de seni, bu durumda, işi bitik biri olarak görüyorum'. " îsrâ.101,102.

 

Yine bir başka yerde Yüce Allah (c.c), Firavun ve te­baasının ortaya koyduğu tepkiyi şöyle tasvir ediyor:

 

"Onlara, gözlerine sokarcasına âyetlerimiz geldiği za­man, 'Apaçık bir büyü, bu' dediler.

 

"İçten içe gerçeği görüp anladıkları halde, sırf zulüm ve büyüklenme yüzünden onları yalanladılar" Nemi. 13,14.

 

Bu konuda Tâhâ Sûresinde de şunları okuyoruz:

 

"Musa onlara, 'Yazıklar olsun size!' dedi, 'Allah hak­kında (böyle) yalan(lar) uydurmayın; yoksa azapla si­zin kökünüzü kazır; doğrusu, iftira eden kimse her zaman ziyana uğrarmıştır!',

 

"Bunun üzerine onlar, işlerini kendi aralarında tartı­şıp, gizli görüşmeler yaptılar;

 

"Ve, 'Bu ikisinin büyücü oldukları belli;' dediler, 'büyüleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve örnek yol ola­rak seçip benimsediğiniz düzeni (yaşama biçimini) or­tadan kaldırmak istiyorlar'." Tâhâ.61,62,63.

 

Hz. Musa'nın inzâr ve uyarılarının Firavun kavmi arasında ihtilaf ve çekişmelere yol açtığı anlaşılıyor; bu durum da onların, bu inzâr ve uyarıları pekâla ciddiye al­dıklarını gösterir. İlâhı azap ve ceza tehdidi karşısında böylesine etkilenmiş olmaları, olsa olsa, Allah'ın kudret ve azameti hakkında içlerinde, üzeri örtülmüş de olsa, ka­lıntı halinde bir inanç ve hassasiyetin varlığını açığa vur­maktadır. Nitekim, Hz. Musa'nın çağrısı karşısında uy­gun olacak tavrı belirlerken düştükleri tereddüt ve çekiş­melerin de kaynağı olan bu kalıntı halindeki inanç ve hassasiyeti anında örtüp bastırmak için seslerini yükselt­mekte hiç vakit kaybetmiyor söven yöneticiler; Mısır'ın yerli halkının kavmiyet duygularını kamçılayarak, Musa ve Harun'a uymaları halinde, ülkede, İsrailoğullarının hükümranlığıyla sonuçlanacak muhtemel bir siyasî devri­me karşı halkı uyarmak için bir mizansen düzenliyorlar. Yerleşik düzenlere karşı ciddi hareketlerin baş gösterdiği her yerde ve her dönemde iktidar seçkinlerinin vakit kaybetmeden sahneye koydukları bu 'din elden gidiyor, va­tan elden gidiyor, rejim elden gidiyor' mizanseni o gün ilk ağızda Mısır'da da sonuç veriyor ve Mısır halkı, gemlerini çeken müstekbirlerin yanında ışık sızdırmayan bir duvar halinde, Allah'ın bu iki elçisi karşısında direnmek yolunu seçiyor.

 

Meselenin yukarıdaki âyetlerde apaçık işaret edilen siyasî veçhesini böylece gördükten sonra, şimdi, Hz. Mu­sa'yla Firavun arasındaki uyuşmazlığın gerçek sebebini; bu sonuncuyla tebasının hangi noktada yoldan çıktıkları­nı, ve Firavunun hangi anlamda ilâhlık ve Rablik iddi­asında bulunduğunu daha net ve açık bir biçimde ortaya koyabiliriz artık. Konu hakkında, ilgili âyetlerden hare­ketle vardığımız tesbitleri şöylece sıralamak mümkün:

 

I. Firavunun çevresinden, Hz. Musa'nın çağrısına karşı çıkıp, bu davanın ülkede hiç bir şekilde kök salması nı istemeyen seçkinler, bir vesileyle Firavun'a hitaben şu soruyu yöneltiyorlar:

 

"....'Musa'yı ve kavmini, yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar, seni ve tanrılarına) (ya da tanrıçanı, tan­rıça güneşi) terk etsinler diye mi başıboş bırakıyor­sun?'...." A raf. 127

 

Buna karşılık, Hz. Musa'ya inanan kişi ötekilere şöy­le sesleniyor:

 

"Siz beni, Allah'ı yok saymaya ve bilmediğim şeyleri O'na ortak koşmaya çağırıyorsunuz..." Mü'min.42

 

Bu âyetleri, tarihî araştırmalar ve arkeolojik bulgu­larla birlikte değerlendirdiğimiz zaman, anlıyoruz ki, Fi­ravun ve kavmi bir takım sembolik objeleri, mitolojik fi­gürleri, 'Rab' teriminin ilk ve ikinci anlamıyla Allah'a or­tak koşuyorlar ve belli bir takım törensel uygulamalarla onlara tapınıyorlardı. Şüphe yok ki, Firavun eğer sadece polemik olsun diye değil de, gerçekten kendisinin tabiatüstü nitelikte tek ilâh, tek Rab olduğunu iddia edip, göklerde ve yerde bu anlamda kendisinden başka ilâh ve Rab olmadığına gerçekten inanıyor olsaydı, o zaman ne kendi, ne de ona tabi olanlar başka ilâhlara tapınmazlardı.

 

2. Yine Kur'an-ı Kerim'de, Firavun'un şöyle dediği kaydediliyor:

 

"..'Ey seçkinler, sizin için benden başka ilâh tanımı­yorum." Kasas.38

 

(Hz.Musa'ya:) "Eğer benden başka ilâh edinirsen, seni hapse atacağımdan şüphen olmasın." Şuarâ.29

 

Bu sözlerden Firavun'un, kendinden başka hiç bir ilâhın varlığını tanımadığı sonucunu çıkartmakta acele edilmemelidir. Gerçekte, bu sözlerden açık ve net olarak anladığımız tek husus, Firavun'un Hz. Musa'nın çağrısına karşı çıktığıdır. Bu çağrının da, Allah'ın sadece yaratıcı, ve mûte'al biricik İlâh olarak değil, aynı zamanda siyasal, toplumsal, kültürel, ekonomik v.b. birey ve toplum hayatı­nın her alanında söz sahibi biricik yasa koyucu, gerçek hüküm ve sulta sahibi alarak tanınmasına ilişkin olduğu bellidir. Firavun ise, hükümde, sultada ve teşrîde, hani göklerde olmasa bile, hiç olmazsa yeryüzünde, kimseyi kendisine rakip olarak görmek istememekte ve bu anlam­da eğer Musa kendisinden başka bir ilâh, bir sulta ve oto­rite sahibi tanırsa onu hapse atmakla tehdit etmeye kadar vardırmaktadır bu kaprisini.

 

Yine tarihin ve arkeolojinin de teyid ettiği gibi, Mısır firavunları kendilerinin metafizik anlamda mutlak hü­kümran olduklarını iddia etmekten çok, tanrılara (mesela güneş tanrısı Ra'ya) olan yakınlıklarından ötürü bir kut­sallık ya da kutsanmışlık yakıştırmaktaydılar kendileri ne. Bu kutsanmışlık da onların halk katındaki nüfuz ve iktidarlarını pekiştirmeye yarıyordu. Bu konuda Firavun­ların bir istisna olmadığı muhakkak; tarih boyunca pek çok despotun, pek çok hanedanın nüfuz ve saltanatlarına ilâhi destekler arayıp, kendilerini halkın gözünde düpe­düz tapınma objesi durumuna soktukları, sokmak istedik­leri biliniyor. Bu kutsanmışlık, kutsallık ya da tanrısallık çok kere kişilerle ya da hanedanlarla değil, bizatihi sulta ve otorite olgusuyla bitişen bir nitelik durumundadır; in­sanları bir kişiye, bir aileye ya da bir seçkinler sınıfına kul etmekte iş görür; ama bu kişi, bu aile ya da bu sınıf bir başkasıyla yer değiştirince ilk sahibine bağlı kalmaz; hemen yeni efendiye ya da efendilere kulluğa koşmalar: için insanların ensesinde saklayan bir nüfuz ve iktidar kırbacı olarak, bu sefer yeniler tarafından güvenle kulla­nılmaya başlar.

 

3. Firavunun tanrılık iddiasının ruhanî ve metafizik anlamda olmaktan çok, siyasî ve mülkî anlamda olduğu­nu az çok görebiliyoruz artık. Bu da 'Rab' teriminin, bölü­mün başında verilen üçüncü, dördüncü ve beşinci anlam kategorilerine denk düşüyor. 'Sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum' derken, göz yıldırıcı bir tekebbürle Firavun’un gerçekte belirtmek, hatırlatmak istediği husus, kendisinin Mısır'ın tek sahibi, Mısır halkının tek efendisi olduğu hususudur. Firavun, bununla, 'Ülkenin sahibi ve efendisi benim, o halde bu ülkede külli ve nihaî anlamda sadece benim sözüm geçer; kuralları, yasaları ben koya­rım ve dolayısıyla fiilen Rabbinız benim; bana uyup itaate devam ettiğiniz halde, kalkıp bir başka Rab aramanız fanteziden öteye geçmez' demek istiyor. Kur'an-ı Ke-rim'de verilen tasvire göre de Firavun'un demek istediği budur:

 

"Ve Firavun topyekûn kavmine seslendi: 'Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve ayaklarımın altından akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?" Zuh-ruf.51

 

Bu anlamdaki Rabblik iddiasını, hemen aynı çizgiler­le Nemrûd'da da görmüştük:

 

Allah kendisine mülkü verdi diye İbrahim'le Rabb’i hakkında çekişene ne dersin?

 

Yine, Hz. Yusuf döneminde Mısır'ın başında bulunan Firavun'un Mısır halkı nezdinde güttüğü Rabliğin de esas itibariyle mülkî ve siyasî bir içerik taşıdığından şüp­he yoktur.

 

4. Hz. Musa'yla Firavun ve çevresi arasında cereyan eden tartışmanın, Musa'nın (a.s) ötekileri, Alemlerin Rabb’i olan Allah'tan başka kimseyi, hiç bir düzeyde ve hiç bir anlamda ilâh ve Rab olarak görmemeleri gerektiği yolundaki uyarmasıyla başladığı aşikârdır. Tartışmanın asıl can alıcı noktası, kuşku yok ki, Musa'nın, mesajında, Allah'ın sadece göklerde ve tabiatüstü planda değil, yer­yüzünde de, toplumsal ve siyasal planda gerçek hüküm ve sulta sahibi biricik ilâh ve Rab olduğu gerçeğini vurgulamasıdır. Bu gerçeği görmeye çağırmak; insanları, Al­lah'tan başka kulluk ve uyduluk edilen herkese ve her gü­ce karşı başkaldırmaya, Allah'tan başka kimsenin yasa­ma yetkisini tanımamaya çağırmak anlamına geliyordu. Nitekim Allah'ın Firavun ve kavmine gönderdiği elçi ol­mak sıfatıyla, Hz. Musa'nın görevi de insanları böyle onur kurtarıcı bir uyanışa çağırmak ve vahiy yoluyla algıladığı ilâhi emir ve yasakları tebliğ etmekten ibarettir. Öte yan­dan İlâhi yasaların tebliğinde ehil ve liyakat sahibi gö­rüldüğüne göre, onların icrasında da Allah'ın Elçisi başı çekmeli ve dolayısıyla yönetme yetki ve otoritesini, Fira vun gibi despotlar, zalimler değil, Musa (a.s.) elinde topla­malıydı. İşte Firavun ve seçkinler çevresini rahatsız eden de buydu; bütün endişeleri, Musa ve Harun'un, kendi nüfuz ve otoritelerini zaafa uğratıp, iktidarı ellerine geçir­meleri, yerleşik düzeni yıkıp yerine yoksul ve mazlumlara haklarını ve onurlarını geri veren bir düzen getirmeleri ihtimalinde toplanıyordu.

 

"Muhakkak ki, Musa'yı âyetlerimizle ve açık bir bel­geyle (sultan: otorite?) Firavun ve onun seçkinler çev­resine gönderdik.

 

"Onlar Firavunun buyruğuna boyun eğdiler. Oysa Firavun'un buyruğu hiç de doğruya iletici değildi." Hûd.96-97

 

"Doğrusu, onlardan önce Firavunun kavmini de sına­dık; onlara onurlu, erdem sahibi bir Elçi gelmişti,

 

'Allah'ın kullarını bana bırakın; doğrusu ben sizin için güvenilir bir elçiyim' diyerek,

 

'Allah'a karşı küstahlık etmeyin; işte size apaçık bir kanıt getiriyorum." Duhân 17–18–19

 

"Doğrusu, biz, Firavun'a bir elçi gönderdiğimiz gibi, size de durumunuza tanıklık eden bir elçi gönderdik;

 

"Firavun Elçiye burun dikti; biz de onu amansızcasına yakaladık." Müzemmil. 15-16

 

"(Firavun): 'Sizin Rabb'iniz de kim oluyor, ey Musa?' dedi,

 

"(Musa): Rabb'imiz' dedi, 'her şeye hilkatini (yaratılı­şını) veren, sonra da doğru yola yöneltendir'." Tâhâ.49-50

 

"Firavun: 'Alemlerin Rabb’i de kim oluyor?' dedi,

 

'Göklerin ve yerin Rabb'ı dedi, Musa, 've bu ikisi arasında var olan her şeyin; tabii, eğer doğruyu ara­yıp, ona teslim olmaya niyetli kimselerseniz.'

 

"(Firavun) çevresinde bulunanlara, 'işitiyor musu­nuz?' dedi;

 

"O sizin de Rabb"iniz diye ekledi, Musa, 'geçmiş ata­larınızın da Rabb’i.

 

"Bu size gönderilen elçi düpedüz delinin biri' dedi, Fi­ravun;

 

"(Musa): 'Doğunun ve Batının Rabb'idir O,' dedi 'Ve ikisi arasında var olan her şeyin; tabii, eğer aklınızı kullanmak isterseniz'. (Bunun üzerine, Firavun): 'Şu­nu bil ki,' dedi, 'eğer benden başka bir ilâh edinirsen, seni mutlaka zindandakilerin yanına katacağım!" Şuârâ.23,24,25,26,27,28,29

 

"Sen sihrinle', dedi, Firavun, 'bizi yurdumuzdan çı­karmaya mı geldin, ey Musa?" Tâhâ.57

 

"Firavun: 'Bırakın, Musa'yı öldüreyim de Rabb'ini çağırsın bakalım!' dedi, 'Çünkü bunu yapmazsam, onun, dininizi değiştirmesinden ya da ülkede boz­gunculuk çıkarmasından korkarım," Mü'min.26

 

"Ve, 'Bu ikisinin büyücü oldukları besbelli' dediler, büyüleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve sizin ör­nek yol olarak seçip benimsediğiniz düzeni ortadan kaldırmak istiyorlar'." Tâhâ.63

 

Buraya kadar sıraladığımız âyetlerin ışığında rahat­lıkla ifâde edebiliriz ki, 'rubûbiyyet' konusunda, Nil vadi­sinde hüküm süren karanlık da, başka dönemlerde ve başka ülkelerde yaşayıp gitmiş toplumların gömüldüğü ruhsal ve zihinsel karanlıktan pek farklı değil. Ve yine          ifâde edebiliriz ki, Musa'yla Harun'un (a.s.), Mısırlıların karanlık dünyasına tutmak istedikleri ışık da, onlardan önceki resullerin kendi çağlarının karanlığına tutmak is­tedikleri ışıkla aynı kaynaktan besleniyordu: Tevhid kaynağından.

 

Yahudiler ve Hristiyanlar

 

Tarihsel sıraya göre, Kur'an-ı Kerim'de Firavun ve kavminden sonra vahye karşı tavırlarından sözedilen top­lumlar, İsrailoğulları'yla, Yahudi ve Hristiyan kültlerini (inanç- ibadet sistemi) din olarak benimseyen toplumlar­dır. Bu toplumlar için Allah'ın varlığını, ulâhiyyetini ya da rubûbiyyetini tanımamak gibi bir soruna yer olmadığı sarahaten biliniyor. Kur'an-ı Kerim bu toplumları ehî-i Kitap' diye adlandırırken, onların bu konudaki inançları­na bizatihi tanıklık eder gibidir. Peki, bu toplumları, Kur'an'ın deyimiyle, yoldan çıkaran itikâdî ve amelî hata ya da sapıklığın mahiyeti neydi, öyleyse? Bu incelemede cevabını aradığımız önemli suallerden biri de budur za­ten. Bu soruya cevap olarak Kur'an-ı Kerimden şunları okuyoruz:

 

"De ki; 'Ey Kitaplılar, gerçek ve doğru olanı bırakıp da, dininizde taşkınlığa, abartıya düşmeyin; başından beri sapmış, pek çoklarını da saptırmış ve böylece doğru ve düzgün yoldan ayrılmış bir topluluğun arzu ve isteklerine boyun eğmeyin'." Mâide.77

 

Bu âyetten anlaşılıyor ki, Yahudi ve Hıristiyanlar da, temelde önceki toplumlarla aynı sapıklığı sergilemişler ve doğruyla, gerçekle bağdaşmayan tutku ve eğilimlerinde bağnazlık, tutuculuk gösterip, hatta bunları dinsel söylem içinde sistemleştirmeye kalkışıp dinlerinde taşkınlığa, abartıya düşmüşlerdir. Bu konudaki açıklamayı yine Kur'an'dan izleyelim:

 

"Yahudiler: 'Üzeyir Allah'ın oğludur', Hıristiyanlar da, 'Mesih Allah'ın oğludur' dediler; bu onların boşboğaz­ca uydurduktan bir lakırdıdan ibarettir; kendilerin­den önce yok sayan, yalanlayan toplumların sözüne, söylemine öykünüyorlar...." Tevbe.30

 

"Gerçek şu ki: 'Allah, Meryem oğlu Mesih'in kendisi­dir' diyenler kesinlikle küfretmişlerdir. Oysa, Mesih: 'Ey İsrailoğulları' demiştir, 'benim de, sizin de Rabb'iniz olan Allah'a kulluk edin...'...." Maide.72

 

"Şüphesiz, 'Allah, üçün üçüncüsüdür' diyenler kesin­likle küfretmişlerdir; çünkü tek İlah'tan başka ilâh yokki..." Mâide.73

 

"Ve Allah der ki; "Ey Meryem oğlu İsa,  sen mi insan­lara, "Allah'tan başka beni ve annemi de ilâh edinin' dedin?", 'Haşa', dedi, 'Seni tenzih ederim; hiç bir ger­çeğe dayanmadan, nasıl böyle bir şey söylemiş olabili­rim?...." Mâide.116

 

"Allah'ın, kendisine kitap, hüküm (hikmet?) ve nü­büvvet (peygamberlik) verdiği kişiye kalkıp insanla­ra: 'Allah'ı bırakıp benim kullarım olun!' demek değil, tersine, 'Kitabı öğrenen ve öğreten kimseler olarak (ya da: kitaptan öğrenip öğrete geldiğiniz gerçekler uyarınca) Rabb'e yürekten bağlı kullar olun!' demek yakışır."(Böyle biri) size, melekleri ve peygamberleri Rabler edinmenizi buyurmaz. Siz Müslüman olduktan sonra, kalkıp size hiç küfrü emreder mi?" Âl'i îm-rân.79-80

 

Bu âyetlerden anlaşıldığı kadarıyla, Yahudi ve Hıristiyanların sapıklığı, peygamberleri, aziz ya da ermiş gö­züyle baktıkları bir takım ruhanî liderleri, melekleri v.s. bunların birer kul ve yaratık oldukları gerçeğini bir kena­ra bırakacak kadar gözlerinde büyütmeleri ve onlara bir takım tanrısal nitelikler yakıştırmalarıyla ilgilidir. Bu toplumlar ya da topluluklar, kendilerine gönderilen pey­gamberlere, genel olarak, onlar hayattayken karşı çıkmış­lar, zulmetmişler, hatta onların canlarına kıymışlar; ama bir ya da bir kaç kuşak sonra, onları yerleşik dinlerin ve kültürlerin şirk karakterli motifleriyle yoğurup, birer tan­rı, yarı-tanrı ya da tanrı-oğlu olarak mitolojik figürler ha­linde adetâ yeniden ortaya çıkarmışlardır. Yahudi ve Hristiyan kültü içinde böylesi bir tarihsel kimlik dönüşü­mü geçirerek tanınmaz hale gelen peygamberler, artık sadece birer peygamber olarak değil, evrene ve onun düze­nine hükmeden; dua ve yakarışlara cevap veren, günahla­rı affedip, kurtuluş ve anma bahşeden; darlık ve sıkıntı anlarında bendelerinin imdadına yetişen birer tapınma objesi, birer ilâh, birer rab olarak çıkıyorlar karşımıza.

 

Yahudi ve Hıristiyanlarda görülen ve belki de ilkinin kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkan ikinci ciddi sa­pıklık ise: teşrîde (yasamada), helâl ve haramın tâyininde içine düştükleri otorite sapmasıyla ilgilidir.

 

"Onlar, Allah'ı bırakıp, bilginlerini (ilahiyatçılarını ya da kâhinlerini) ve rahiplerini Rabler edindiler." Tev-be.31

Ayetiyle belirtildiği gibi, bu toplumlarda görevi yal­nızca insanlara Allah'ın hüküm ve buyruklarını öğretip, açıklamak, insanları Allah'ın hoşnut olacağı çizgide ahlaken ve ruhen eğitmek olan malûmat ve nüfuz sahibi kimseler, zaman içinde toplumla öyle bir nüfuz bağlanma etkileşimi içine girdiler ki, artık Allah'ın hükmüne baş­vurmadan helâl ve haramı kendi reylerine (görüşlerine), kendi arzu ve heveslerine göre tâyin ve tesbit eder oldu­lar. Bu durum da, Yahudi ve Hıristiyan toplumlarını, ken­dilerinden önceki Âd, Semûd, Medyen ve öteki sapık top­lumlar gibi, meleklere, ruhanî figürlere tabiatüstü sferde; haham ve rahip statüsündeki cemaat ve kilise liderlerine de ahlâkî, siyasî ve içtimai sferde, rubûbiyyetinde  Allah'a ortak olan tanrılar olarak yönelme sapıklığına sürükledi. Bu toplumlar da böylece, öncekiler gibi, gerçek ilâhî yasa­ları, ilkeleri bir kenara bırakıp, birey ve toplum hayatın­da, hukukta, muamelatta beşer kaynaklı düzenlere, kula kul eden sistemlere bağlanmayı seçtiler. Kuran-ı Kerim, bu toplumların durumunu, 'cipt’ ve 'tâgût' gibi şümullü, kapsayıcı terimler çevresinde, şöyle dile getiriyor:

 

"Kendilerine Kitaptan (ilimden) bir pay verilenleri görmedin mi? Onlar cipt’e ve tâgut'a inanıyorlar ve küfredenlere: 'Bunlar, inananlardan daha doğru bir yol üzerindeler' diyorlar." Nisâ.51

 

"De ki, 'Allah katındaki karşılığı bakımından bundan daha kötü olanı size söyleyeyim mi? Allah kime ki lanet etmiş ve hışmını göstermiş, kimleri ki, tâgût'a kulluk etmelerinden ötürü maymunlara ve domuzla­ra döndürmüşse, işte onlar yer olarak daha kötü, da­ha aşağılıktırlar ve doğru ve düzgün yoldan daha uzaktırlar." Mâide.60

 

Cipt, müfessirlerin genel kanısına göre, falcılık, bü­yücülük, kâhinlik, müneccimlik gibi meslek ve uğraşları; uğur, tılsım, nazar gibi boş-inançları; ölülerle, ruhlarla, fizikötesi, gaybî güçlerle, mevhum varlıklarla kurulmaya çalışılan ya da kurulduğu iddia edilen her türlü speküla­tif ilgi ve ilişkiyi; harflerle, sayılarla, tarihlerle, renklerle ve bir takım özel nesnelerle yapılan her türlü mistifîkasyonu ifâde etmek üzere kullanılan kuşatıcı bir kavram, bir anahtar terimdir.

 

Tâğût, sözcüğü ise, daha önce de belirtildiği gibi, bir kul ya da yaratık (hads) olarak, Allah'a ve O'nun yasa­lar dizgesine boyun eğmek yerine, kendisine uygun düşen konumu ve statüyü aşarak Allah'a başkaldıran; nüfuz ve iktidar tutkusunu azgınlığa, taşkınlığa vardırıp kendisin­de tanrısal nitelikler vehmeden; yapılması ya da gerçekleştirilmesi ancak Allah'ın kudret ve yetkisinde olan işleri yapmaya kalkışıp bu hususta ilâhlık, rablik anlamında üstünlük ve yücelik iddialarıyla ortaya çıkan; gerçek ya da mecazî anlamda kendisine ölümsüzlük, mutlak, külli ve gaybî ilim, zamandan ve mekândan bağımsızlık niteli­ği yakıştıran ya da yakıştırılan; insanları, açık ya da ka­palı, kendisine kulluğa çağıran ve bu yolda gerekirse zo­ra başvuran kimseler, zümreler, güçler ve sistemlere veri­len genel ad olarak biliniyor.

Yahudi ve Hristiyanlar, yukarda zikri geçen iki bü­yük hatadan ilkini irtikâp etmekle zihnen içinden çıkıl­maz karmaşık boş inaçlar ve mitolojik vehimler içine gömülmüşler; ikincisini irtikâp etmekle de, helâl ve hara­mın tayini konusundaki keyfî tasarruflara girişerek işi Allah'a savaş açmak, baş kaldırmak noktasına vardıran hahamların, rahiplerin, kilise ve mezhep ulularının tutsa­ğı, uydusu durumuna düşmüşlerdir.

 

Arap Müşrikleri

 

Tarihsel sıraya ve Kur'an'daki anlatıma bağlı kala­rak incelediğimiz kavimler, toplumlar zincirinin son hal­kasını, irşad ve uyarılmaları için Hz. Muhammed'in görevlendirildiği; Kur'an mesajının da ilk ağızda ve doğru­dan kendilerine hitap ettiği Arap toplumu, Arap müşrik­leri oluşturuyor. Bunların ulûhiyyet ve rubûbiyyet konu­sundaki yanlış anlayışları, bozuk itikatları neydi? Al­lah'ın varlığını bilmiyor ya da bildikleri halde inkâr mı ediyorlardı? Kendilerine Allah'ın varlığını tanıtmak, ka­bul ettirmek için mi Resul gönderilmişti? Allah'ın 'Rab'lı­ğı, İlahlığı konusunda kuşkuları vardı da, ya da böyle bir gerçekten tamamen habersizdiler de, Kur'an onların bu kuşkularını gidermek ya da onlara Allah'ın bir 'ilâh' ve 'Rab' olduğunu ilk kez haber vermek için mi indirilmiş­ti? Allah'ın kulluk edilmeye lâyık bir tanrı, dua ve yaka­rışları işitip, yardıma yetişen bir Rab olduğuna inanmı­yorlar mıydı? Lât, Menat, Uzza ve Hubel gibi putların, bir takım tapınma objelerinin, bir takım sembolik nesnelerin mi evrenin gerçek yaratıcısı, düzenleyicisi ve yöneticisi ol­duğuna inanıyorlardı? Bu düzmece tanrılar mıydı, hukukta, muamelatta ve toplum yönetiminde yasa koyucu ola­rak kendilerine başvurulan otoriteler? Arap müşrikleri­nin Allah'ın varlığını tanımadıkları imasıyla yüklü bu ka­bil bütün sorulara Kur'an-ı Kerim'de bulunabilecek bütün cevapların olumsuz olduğunu hiç tereddüt etmeden söyle­yebiliriz. Çünkü Kur'an bu bakımdan incelendiği zaman hemen görülecektir ki, Arap müşrikleri sadece Allah'ın varlığını tanımakla kalmıyorlar, O'nun evrenin hatta öte­ki tanrıların yaratıcısı olduğuna da tereddütsüz inanıyor ve O'nu eşyaya ve insanlara hükmeden üstün ve büyük ilâh, büyük Rab olarak görüyorlardı. Hatta yeri gelince öteki tanrıları bir kenara bırakıp, son çare, büyük kapı olarak O'na başvurmaktan, törensel gösteriler içinde O'na sığınmaktan geri kalmıyorlardı. Onların gözünde de, âle­min yaratıcısı, mülkün sahibi ve yöneticisi, öteki tanrılar değil, Yüce Allah'tır yine:

 

 

"De ki, 'Biliyorsanız, söyleyin hadi: kimindir Yer­yüzü ve içindekiler?';

 

'Allah'ın' diyecekler. De ki, 'Peki, o halde, düşünüp gerçeği görmeyecek misiniz artık?'

 

Yedi göğün Rabb'i kimdir?' diye sor, 'kimdir, büyük arşın Rabb'i?'

 

'Allah' diyecekler. De ki, 'Peki, öyleyse niçin sakınmı­yorsunuz.?'

 

"De ki, 'Biliyorsanız, söyleyin hadi: her şeyin mülkünü (kaderini, künhünü) elinde tutan kim? Ve kim, koru­yup kollayan; ama kendisine karşı kimsenin, kimseyi koruyup kollamayacağı?' '

 

'Allah'tır diyecekler. De ki, 'öyleyse, nasıl aldanıyor­sunuz? (ya da nasıl büyüleniyorsunuz?)'

 

"Halbuki, biz onlara doğruyu, gerçeği (hakkı) getir­dik; onlarsa düpedüz yalancılık yapıyorlar." Mü'mi-nûn.84,85,86,87,88,89,90.

 

"Sizi karada ve denizde gezdiren O'dur. Tu tun ki, (onlarla bir) gemidesiniz; gemi tatlı, hafif bir rüzgârla alıp götürüyor onları; onların da bu yüzden içleri ra­hat, seviniyorlar; ama birden azgın bir kasırga çıkıp gemiyi yakalıyor; her yandan dalgalar saldırıyor on­lara. Bu durumda artık bütün bütün kuşatıldıklarını düşünürler; işte o an, dini Allah'a özgü kılarak (bü­tün kalpleriyle Allah'a sığınırak, Allah'a yönelerek) yakarırlar: 'Eğer bizi bu felâketten kurtarırsan, mu­hakkak sana şükreden kullardan olacağız!'

 

"Ama onları kurtarınca, hemen hakkı bırakıp yeryü­zünde kötülük, taşkınlık yapmaya koyulurlar. Ey in­sanlar, kötülüğünüz, taşkınlığınız sadece kendi aleyhinizedir; dünya hayatının geçici avuntusu, hepsi bu; sonra dönüşünüz yine bize olacaktır ve o zaman yap­tıklarınızı size bir bir söyleyeceğiz." Yunus.22,23.

 

 "Denizde bir felaket, bir darlık başınıza geldiği zaman, O'nun dışında, bütün yalvarıp yakardıklarınız kaybolup gider; ama ne zaman ki sizi kurtarıp ka­raya çıkarırız, o zaman hemen yüz çevirirsiniz. Ne kadar nankördür insan!" îsrâ.67.

 

Mekke müşriklerinin birer ilâh ve Rab olarak itibar ettikleri öteki varlıklara gelince, Kur'an-ı Kerim bunları Arapların kendi ağızlarından şöyle dile getiriyor:

 

 "....'Biz bunlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar di­ye (ya da yaklaştırıyorlar diye) kulluk ediyoruz' diye­rek Ondan başka veliler (dostlar, hamiler) edinenle­re gelince..." Sâd.3.

 

 "Allah'ı bırakıp, kendilerine ne zarar, ne de yarar veremeyecek olan şeylere kulluk ediyorlar ve 'Bunlar bizim Allah katındaki kayırıcılarımız (şefaatçileri­miz)' diyorlar..." Yûnus!l8

 

Arap müşriklerinin, bu düzmece tanrıları yaratıcı ye­rine koymadıkları, ayrıca onları hidayet bahşedici (doğru­ya yöneltici) ilâhlar olarak da görmedikleri anlaşılıyor:

 

"De ki, 'Hiç sizin, Allah'a ortak olarak benimsediğiniz şeylerden (ya da kimselerden) yaratmayı başlatabile­cek ve sonra onu tekrarlayıp sürdürebilecek olan varmı?'. De ki, 'Yaratmaya başlayan ve tekrarlayıp sür­düren Allah'tır. Öyleyse nasıl yalana ve inkâra zorla­nıyorsunuz?"

"De ki, 'Hiç sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden (ya da kimselerden) hakk'a yöneltecek olan var mı?

 

De ki, 'Hakk'a yönelten Allah'tır. Hakka yönelten'e mi uymak, bağlanmak doğrudur, yoksa kendisine yol gösterilmedikçe yolunu bulamayana mı? Öyleyse, ne­yiniz var? Nasıl hükmediyorsunuz?" Yûnus.34-35

 

Bütün bu kabil sorulara karşılık, müşriklerin, her za­manki muarız tutumlarına rağmen, apaçık gerçeği gör­mezden gelemeyerek, ya beklenen doğru cevabı verdikle­rini, ya da 'de ki' buyruğuyla Resûl'e söyletilen gerçeği su­sarak doğruladıklarını görüyoruz. Bu da onların, bu son âyetlerden anlaşıldığı gibi, yaratıcı ve hidayet edici Rab olarak; yaratıcı ve yarattığı her şeye kendi mahiyetine gö­re bir var olma ya da yaşama yolu ve yordamı bahşedici Rab olarak Lâfı, Uzza'yı, Menâfi değil, fakat Yüce Allah'ı tanıdıklarını gösteriyor. Peki, öyleyse, umumiyeti itiba­riyle Kur'an-ı Kerim'in indirilmesine sebep teşkil eden ve Allah Resulünün zihinlerden silmek ya da düzeltmek için yirmi üç yıl mücadele ettiği yanlış telakkiler, çarpık inanç­lar ve özellikle de, bu bölümün konusu olan 'rubûbiyyet' hakkında Tevhid inancıyla bağdaşmayan görüş ve eğilim­ler neydi, Mekke toplumunda? Bu sorunun cevabını Kur'-an'da ararken, görüyoruz ki, o günkü Arapları da Tevhid inancının dışında tutan, daha önceki toplumlarda olduğu gibi, başlıca iki basit ama ciddi hata, iki çarpık telakki var:

 

Ulûhiyyet ve rubûbiyyet konusunda, bu terimle­rin tabiatüstü çağrışımları itibariyle, Araplar Allah'a bir takım ortaklar yakıştırıyorlar; meleklerin, aziz ya da er­miş diye bilinen bir takım ölmüş kimselerin, güneş, ay, yıldız gibi gök cisimlerinin, sebep sonuç bağlantısının ve olabilirlik koşullarının ötesinde, olaylar ve nesneler üze­rinde etki ve tasarruf sahibi olduklarına inanıyorlardı. Bunun içindir ki, Allah'la beraber, zikri geçen varlıklara ya da mevhum (düzmece) tanrılara da kulluk göster­mek istiyorlar; törensel başvurular ve dualarla onlardan da yardım umuyor, onları da yüceltip taziz etmek istiyor­lardı.

 

Ticaret, muamelat, siyaset ve yönetim gibi dün­yevî meselelere gelince, Araplar bu konularda Allah'ın Rab'lık sıfat ve yetkisini adetâ bilmezlikten gelerek, ya­sama ve buyurma yetkisini rahiplere ya da kâhinlere, kavim-kabile büyüklerine bırakıp, onların hükmüne boyun eğiyorlardı.

 

Arapların, birinci şıkta ifade etmeye çalıştığımız sa­pıklıkları konusunda Kur'an-ı Kerim'de şöyle deniyor:

 

"İnsanlardan kimi de Allah'a kararsızca ve dönekçe kulluk eder; başına bir hayır, bir iyilik gelirse buna sevinir, hoşnut olur; ama başına bir belâ, bir kötülük gelirse, hemen yüz üstü geri döner. Böylesi, dünyayı da âhireti de kaybetmiştir; işte apaçık kayıp da bu­dur zaten.

 

"(Yine böylesi), Allah'ı bırakıp, kendisine ne zarar, ne de yarar veremeyecek olan şeylere yalvarıp, yakarır. İşte en büyük sapıklık da budur.

"Zararı faydasından daha yakın olana yalvarır; bu ne kötü mevlâ (yardımcı) ve ne kötü arkadaş!" Hac. 11.12.13 

"Allah'a karşı yalan uyduran ya da O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir? Kuşkusuz, suçlular umduklarına ulaşamazlar.

 

"Allan' ı bırakıp, kendilerine ne zarar, ne de yarar ve­recek durumda olmayan şeylere (ya da kimselere) kulluk ediyor ve "Bunlar bizim Allah katındaki kayı rıcılarımız!" diyorlar. De ki, 'Siz Allah'a, göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz'; Onla­rın ortak koşmalarından (da, ortak koştukları şeyler­den de) uzaktır ve yücedir O." Yûnus. 17-18

 

"De ki, "Allah'ı bırakıp da, size ne zarar, ne de yarar vermeye gücü yetmeyen şeylere mi kulluk ediyorsu­nuz? Oysa Allah her şeyi işiten, her şeyi görendir." Mâide.76

 

"İnsanın başına bir darlık, bir felaket geldi mi, yürek­ten Rabb'ine yönelerek O'na yalvarır. Sonra Allah, ona katından bir nimet verince, önceden kime yalvar­mış olduğunu unutuverir; insanları Allah'ın yolundan saptırmak için O'na eşler koşar. De ki, "Küfrünle bi­raz oyalan, bakalım; şüphesiz, sen cehennemlik soy­dansın." Zumer.8

 

"Size ulaşan her nimet Allah'dandır. Sonra başınıza bir sıkıntı geldiği zaman, hemen O'na sığınırsınız.

 

"Sonra, sizden o sıkıntıyı giderdiği zaman, içinizden bir fırka (grup) hemen Rab'lerine ortak koşar;

 

"Sırf, kendilerine verdiğimiz nimeti nankörce örtüp gizlemek içindir, bu. Böylece hele oyalanın, bakalım; yakında gerçeği öğreneceksiniz.

 

Kendilerine verdiğimiz rızıktan, haklarında bir şey bilmedikleri şeylere de bir pay ayırıyorlar. Allah'a and olsun ki, uydura geldiğiniz şeylerden mutlaka sorguya çekileceksiniz." Nahl.53,54,55,56

 

Cahiliyye dönemi Araplannın, ikinci şıkta belirtilen sapıklıkları konusunda da Kur'an-ı Kerim şöyle tanıklık ediyor:

 

"Allah'ın yarattığı ekinden ve hayvanlardan, 'Bu Allah'a, bu da O'nun yanımızdaki ortaklanna' diyerek, güya Allah'a pay ayırıyorlar. Oysa, Allah'ın ortaklan olarak gördükleri kimseler için ayrılan, Allah'a ulaş­mıyor; ama Allah için ayrılan, bu sözde 'ortaklar'a ulaşıyor. Bu hükmettikleri şey ne kötü!

 

"Bunun gibi, yine bu sözde 'ortakları' (hüküm ve kazada Allah'a ortak koşup, böylece ilâh ve Rab yerine koydukları kimseler), onları yıkıma sürüklemek ve dinlerini bozup karıştırmak için, müşriklerden çoğu­nu çocuklarının canına kıymaya özendirdiler. Oysa, eğer Allah dilemiş olsaydı, böyle yapmazlardı. Ma­dem öyle, sen de onları iftiralarıyla baş başa bırak!" En'âm. 136-137

 

Açıktır ki, bu âyetlerin orjinalinde geçen  (ortakları) deyimi, mücessem putları ve bu kabil tapınma objelerini değil, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'in hanif dinini tahrif ederek, o günkü müşrik Arap insanına, din gayreti içinde çocuklarının canına kıymayı soylu ve erdemli bir davranış olarak öğütleyen kavim-kabile büyüklerini, top­lumun sözü dinlenir önderlerini imâ ediyor. Nitekim yukarıdaki âyetlerde müşrik Arapların gözünde Allah'ın or­takları olarak yer tuttuğu imâ edilen figürler, metinden açıkça anlaşıldığı gibi, ne evrenin sevk ve idaresinde oy­nadıkları rollerle, ne de insanları kendilerine biçimsel ta­pınmaya ya da duaya çağıran, Özendiren karakterleriyle karşımıza çıkıyorlar. Demek ki, put, vesen, idol türünden sembolik ilâhlar, sembolik 'ortaklar' değil bunlar; tersine, yasa ve törelerin oluşup yerleşmesinde nüfuz ve rol sahibi olan gerçek (reel) kişiler, toplumsal güç odakları ya da siyası ve dini otoritelerdir bunlar. Aşağıdaki âyetten de bu anlaşılıyor zaten:

 

"Yoksa onların, din konusunda Allah'ın izin vermedi ği şeyi yasa olarak koyan düzmece ilâhları (ortakları) mı var?..." Şûrâ.21

 

Burada bu ayetten açıkça anlaşılan şudur ki; müşrik Arapların, din konusunda önderlerinin yasa koyucu tutum ve tavır­larına boyun eğmeleri, onları birer İlâh ve Rab olarak Al­lah'a ortak koşmalarından başka bir anlama gelmemek­tedir.

 

Bütün bu açıklamalardan sonra, 'Rab' kavramı çevre­sinde Kur'an-ı Kerîm'den çıkarmamız gereken öğretiyi şöyle özetleyebiliriz, sanırım:

 

Allah, beşer olarak bizim ve evrende var olan her şeyin Rabbi ve mürebbisidir (besleyip, büyüten, yetiştiren; ya­rattıklarını belli niteliklerle, yetilerle, yatkınlıklarla donatan; onların her birinin kendi karakterleri doğrultu­sunda inkişaf edip olgunlaşmalarını sağlayan ve bir yara­tıcı olarak, yarattıklarının eksik ve ihtiyaçlarından ha­berdar olup onları karşılayan).

 

Yine Allah, bizim kefilimiz, velimiz ve vekilimizdir. Gerçek koruyucumuz, hamimiz de O'dur, kuşkusuz.

 

Bunun içindir ki, insanın, hayatını anlamlı ve tutarlı bir yapı halinde üzerinde yükseltebileceği en sağlam te­mel, eşi ve ortağı olmayan böyle bir Rabb'e inanması, Tevhid inancına bağlı kalmasıdır. Bu, onun doğuştan ge­tirdiği düşünsel ve ruhsal yatkınlıkların bir gereği olduğu gibi, yaratılışının da en katıksız bir ifâdesi olacaktır. De­ğişik ırklara, toplumlara, değişik kültürlere mensup in­sanların bir 'ümmet' halinde bir araya gelip kaynaşması da, üstün otorite ve gözetici olarak odağında tüm âlem­lerin Rabb'i Allah'ın yer aldığı, katıksız Tevhid öğretisine dayalı bir inanç, töre, mülkiyet ve siyâset düzeninin ayak­ta kalmasıyla mümkündür ancak.

 

Böyle bir inanç, dünya görüşü ve yaşama düzeni için­de, kulluğa, mutlak itaat ve teslimiyete lâyık yegâne Rab, yegâne sahip Allah'tır.

 

Canlı/cansız, görünen/görünmeyen, tüm âlemlerin gerçek sahibi ve efendisi, mutlak yöneticisi ve gözeticisidir O.

 

Kur'an'dan çıkarsadığımız tanımlamaya göre, bütün bu sıfat ve niteliklerin hepsinin topluca 'rubâbiyyet' kav­ramı içinde düşünülmesi ve 'rubâbiyyet'in de bütün şü­mulüyle yalnızca Allah'a izafe edilmesi gerekmektedir. Hal böyleyken, gerek Arap müşrikleri ve gerekse tevhid öğretisinin karşısında yer alan öteki kavimler 'rubâbiy­yet' kavramını, deyim yerindeyse, birbirinden bağımsız değişik anlam öbekleri halinde algılamak ve böylece bütü­nün değişik veçhelerini aktüel planda değişik varlıklara izafe etmek yanılgısına düşmüşlerdir. Daha önceki vahyî bildiriler gibi, öncelikle, vehim ve zanlara dayanan bu ka­bil tevhid dışı inanç ve tutumları gidermek için indirilmiş bulunan Kur'an da, keskin dialektiğiyle göstermiştir ki: sınırsız bir bolluk ve çeşitlilik içinde ıssız bucaksız evreni yaratan Rab başka, onun şaşmaz bir düzen ve ahenk içinde sürüp gitmesini sağlayan Rab başka olamaz; âkîl, gayr-ı âkîl tüm canlılara hayat veren Rab başka, onları büyütüp besleyen, barındıran, belli ilke ve yasalara göre çekip çeviren Rab başka olamaz ve nihayet insanı bir kan pıhtısından yaratan, onu öldüren ve diriltecek olan Rab başka, ona bireysel ve toplumsal hayatında uyacağı yasa­ları koyan, yürüyeceği yolu gösteren Rab başka olamaz. Bu itibarla, kim ki, rubûbiyyeti, şu ya da bu veçhesiyle kısmen de olsa, Allah'tan başka birine, bir kişiye, bir obje­ye, bir güce, bir sisteme yakıştırırsa, sadece, tüm varlığa hâkim en temel hakikate ters bir yol tutmuş, ona başkaldırmış olmakla kalmaz, böylece gösterdiği nankörlük yü­zünden kendi ebedi mutluluğunu, esenliğini de tehlikeye atmış olur.

 

Kur’an’ı Kerim’de Dört Terim Mevdudi

 

 

 

Etiketler : #Rabb   
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
İlginizi çekebilecek diğer haberler

Makaleler

Hava Durumu


VAN