TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ’NİN TEMELLERİNE DAİR BİR TESPİT

Said ALİOĞLU

27-03-2008 12:37


Bir tespit ve temelsiz bir jeopolitik…
Bu toprakların ilk milliyetçi/ulusalcı karakterli toplumsal ve siyasal hareketi, istisnasız; batıda eğitim görmüş elitlerin başını çektiği ve kısmen de doğudaki Türk diyarlarından gelen –ki bunlar, belirgin bir Rus baskısına karşı cephe alıp ve akabinde Osmanlı’ya sığınan- aydınların oluşturduğu bir hareketti. Bir takın argümanlara sahiptiler. Belli bir çerçeveye oturtulmaya çalışılan “sosyal, kültürel, siyasal ve daha da önemlisi bir ‘bir jeopolitik durum’ söz konusuydu! ‘Adriyatik’ten Çin seddi’ne  kadar olmazsa bile, geniş bir coğrafya üzerinde ‘hüküm ferma’ buyurma söz konusu idi. Böylesi bir hayalden ötürü, Alman muhibbi Enver Paşa’nın Sarıkamış hezimeti –daha açıkçası ‘rezaleti’- adına ‘Turan’ denilen temelsiz bir hayalinde
başlamadan bitmesine neden olmuştu. İşte, tam burada devreye  kendisini dev aynasında görmeye ayarlı bir  halet-i ruhiye giriyor ki, belki de milliyetçiliği tetikleyen, onu baştan aşağı dizayn eden bir durum söz konusu oluyor anladığımız kadarıyla!
  
Disiplinel olguların aksine…
Bir aydınlanma felsefesini  akıp giden insanlık tarihi içerisinde arızi durum bağlamında görüp değere almayan ve tarihten tutun da sosyoloji’ye kadar hiçbir ilmi disiplinin sağlam temelli bir mantık örgüsü içerisinde asla yeri olmayacak  olan milliyetçilik, sözde bir toplumu oluşturan, onu kemale erdiren disiplinel olgulara rağmen, koca bir Türk kitlesini dünden bugüne Turan ülküsü etrafında bir arada tutmaya çare olamamıştı. Yapmaya çalıştığımız bu tespiti, Osmanlı’nın kurtuluşuna binaen oluşturulan ideolojilerden olan ‘nevi şahsına münhasır ve sözde İslam’la bağı kurulmaya çalışılan salt Türkçülük ve bunun yanında da İslam’a yer vermeyen beş bin yıllık temeli olan(!) Şamanist karakterli ‘Güneş dil teorisi’ne göre oluşturulmuş, aynı zamanda da günümüze kadar Kemalizm’e hayat kaynağı olmaya devam eden modern temelli Türkçülüğün toplumsal hiçbir karşılığı olmadığını gün be gün görmekte ve orta yere konulmaktadır.
Evet, kabul edelim ki, klasik devirleri yaşamıyoruz, ilişkiler eski –ama ilkel değil!- tarzda devam etmiyor, ama bunun karşılığının illa da milliyetçilik olacağının hakikate değer bir yönü var mı ellerimizde?! Olgunun aksi delilini hangi kaynaklardan tevarüs ettireceğiz ve devreye sokacağız? Zatendir ki, sormaya çalıştığımız can alıcı bu tür soruların tatmin edici bir karşılığını bugüne kadar hiçbir milliyetçi kaynak veya şahıs veremedi! Onlara göre ise, verdikleri cevaplar bizim açımızdan bir ‘sebep ve sonuç ilişkisi’ bağlamında değerlendirilemediğinden milliyetçilik konusunda aydınlanamadık! Yaklaşık iki, üç asırdır İslam dünyası’nı ve Müslüman toplumları hem teorik ve hem de yakıcı bir pratik ikilemi içerisinde kasıp kavuran milliyetçilik, kendi ontolojik bağı içerisinde dine , dini değerlere azami ölçüde yer vermemiş, onun dışlanmasına ayarlı bir tutum sergilemiş ve bu tutumunu da çeşitli kesintilere rağmen sürdürmüştür. Yerine göre de, İslami anlamda kabul edilebilir bir yerleşikliği söz konusu olmadığından dolayı, önce tutunmak, sonrasında ise, her şeyi kendine yontma sevdasıyla dinle, diyanetle at başı gitmenin münafıkça hesaplarını yapmaya çalışmıştır.
Zemin olarak bu topraklarda hayat mücadelesi veren Türk, Kürt, Arap vs. milliyetçiliklerine teori ve pratik açıdan baktığımızda tespitlerimizi de teyit etmiş oluruz.
   
‘Aidiyet’in milliyetçiliğin gölgesinde yitirilmesi…
Yukarıda bir yerde, başlamadan biten bir hayalden bahsetmiştik. Ve bu konuda şunları da  söyleyebiliriz; Böylesi bir hayal peşinde koşulacağına bu toprakların halklarıyla –Kürt, Arap, Ermeni, Rum vs.-  ‘adalet temelli- bir yapı oluşturulabilirdi.  Bizce, işin başında yapılan en bariz hata şuydu; “Anadolu Türklüğü” her ne kadar Orta Asya’dan taşıyordu olsa bile, bin küsur yıllık bir süreç içerisinde Anadolulaşmış, Müslümanlığın da belirleyici etkisiyle belli bir oranda da Ortadoğululaşmıştı.  Anadolu Türklüğü’nün Türklük bağlamında da Müslümanlık bağlamında da Orta Asya’yla bir bağlantısı vardı. Ama, esas bağlantı ise, bin
küsur yıldır aynı kaderi paylaştıkları halklarla olmalıydı. Ama olmadı! Zira milliyetçilik/ulusalcılık gözü kör bir ideoloji olarak, ‘afaki’ ideal/politiğe ayarlanmıştı. ‘Para parayı çeker’ misali, ‘milliyetçilik milliyetçiliği çekmeye’ başlamıştı. Kötülük kötülüğü doğurmuştu. Ve her şey, çorap söküğü gibi, parmağa dolanmıştı bir kere!

Tarih algısındaki bir temel yanılgı…
Gerek batı ve gerekse de doğu dünyası açısından tarihsel bir kırılma noktası sayılması icap eden 1789’daki Fransız devrimi, sonuçta dünyaya “ulusçuluk” diye bir olguyu kazandırmıştı! Tarih, bazı durgunluk dönemlerine rağmen aslında kendi içerisinde devinimi olan, aynı zaman da kendi mecrasına akıp duran bir nehre benzer. Devinimi, gelişimi ve değişimi sonucunda ba
zen belirleyici,bazen de etkileyici kimliğiyle sürekli bir yer edinme uğraşısı içerisinde olur! Ve her dönemde insanlığa, insanların bir hak etme veya etmeme ikileminden yola çıkarak bazı şeyler sunar. Aslında bu sunuş şekli, salt tarihle alakalı olmayıp, insan tekinin talebi doğrultusunda kendisine sunulan şeydir! Zira, ister beşeri ve isterse de ilahi irade açısından olsun, ibre
hep hak edilen bir tarza işaret eder! Anlayacağımız tarih, bir akıcılığa sahip olduğu gibi, kaderciliğe geçit vermez! Bu konuda kadercilik; ancak ve ancak, insanlığın dünya ile tanışma anını bir karanlıktan aydınlığa doğru yol alıcı formda değerlendirme sevdasında olan materyalist anlayışı ve buna bağlı olarak ta ilerlemeci tarih anlayışını kendine baz alan yadsımacı ve rijit (sert) grubun bakış açısıdır. Bu baz alışın bizce hiçbir delili günümüze kadar varit olmamıştır. Aynı oranda günümüz şartlarını kullanarak ta bir sonuca varılamaz. Yani tarih, materyalizm’e o konuda imkanlar sunmaz. Bizim anladığımız tarih ve toplum anlayışında oluşan çizgi, inişli, çıkışlı bir rota takip eder durur! İster fert ve isterse de toplum açısından olsun, hayat inişli çıkışlıdır. Yani, “ben, bu noktadan başladım, eninde sonunda bu noktaya varacağım!” önermesi sağlıklı bir önerme değildir. Eğer sağlıklı bir önerme olsa idi, örneğin; Osmanlı devleti, Roma İmparatorluğu veya geçen yüzyılın ‘proleterya diktatörlüğü’ olan Sovyetler yıkılıp gitmezdi!Üstelik o yapı, kendini bilimsel temel bağlamında materyalist ve tarihsel materyalist argümanlar içerisinde konumlandırmıştı. Ama, düşüncesi demek ki, doğal olan sürece tersti ve bundan dolayı da sonuca varmadı, aynı zamanda da karşı tarafı hep yalanlamış oldu! Burada batıya giydirilmek istenen bir deli gömleği mesabesindeki sekülerizm, doğal olanı dışlayıcı argümanlarla, hem doğuya ve hem de batıya kendi tarih ve toplum anlayışını dayatmaya başlamıştı. Batının kendi kısır şartları mucibince, olanlara bir anlam versek bile, bu anlamın doğu için doğallığından pek söz edemeyiz. Ama, onunda bir zaman sonra durağanlaşması, düşünce üretememesi beraberinde de batının değer yargılarını birer birer kabul etmesine yol açtı.  Batı, bunu büyük oranda kendi şartları içerisinde bir imkan olarak gördüğü oryantalizm’le, oryantalistik çabalarla oluşturdu. Biz, oryantalistik çalışmaları batının seküler yüzü olarak görmeye görüyoruz. Onun dini yönünü de –yan bir sömürüye matuf- misyonerlik oluşturur. Burada işin bizleri ilgilendiren tarafı milliyetçilik/ulusçuluk akımının da işte yukarıda serdetmeye çalıştığımız bir  tarih algısı, o algının bir formu olan paradigmal yönü ve bünyemize uydurulması için de o kavramın dönemine ve zeminine göre elastiki bir şekilde kullanıma sunulmasıdır!
   
Ulusçuluğun bizdeki izdüşümü…  
Olaya bu minval üzre bakarsak eğer, işte bizde ulusçuluk; kavramı düşünce ve bir eylem biçimi olarak kısa sayılabilecek bir süre içerisinde, toplumsal  yerini almıştı. Nedenine gelince tarihsel bir kırılma söz konusu idi. Din bağlantılı bir hayat anlayışı yerini seküler karakterli ve materyalizm’e dayalı bir hayat kurgusu gelecek açısından aciliyet  kesbediyordu. Birde olayın
şu yönü de orta yerde duruyordu; Her ne kadar bu fikirler batı şartlarında oluşsa da doğuyu da fethetmesi gerekiyordu! Tek bir şartla, doğunun batı gibi uzun solukluluğu söz konusu değildi onun gibide rizk altına girmesi, henüz kazanılamayan bir yığın şeyin de kaybedilmesi demekti  (!) Ki, günümüze kadar, coğrafyamızda kaba ve ilkel uygulamalarla günümüze kadar geldik. Ne devlet anlayışı bize uyuyordu, ne toplum anlayışı!  İşte bundandır, Cumhuriyet öncesi süreç ile, özellikle cumhuriyet sonrası süreçte ‘toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasal alanlarda –tek başına veya birlikte alt oluşlar sonucunda- değişimler, tramvalar, zihinsel kırılmalar vs. bolca yaşandı. Halk, önce padişahın, saltanatın sultasından kurtarılacak, modern bir vizyonla orta yere çıkılacak ve bilahare milliyetçilik/ulusalcılık bağlamında Türkleştirilecek  ve bu sayede de Anadolu coğrafyası’nda da bugüne kadar yapılmamış, etnik bir birleştiricilik vücuda getirilecekti! Aslında bu etnik birleştirme olayı, baştan belli bir göz boyamaca şeklinde kendini belli ettiriyordu. O dönem cumhuriyet elitinin kendi zihinsel ve fikirsel yönelimi batı olsa da yapılmak istenen şey; Anadolulu ve yerli Hıristiyan ve diğer gayr-ı Müslim halkların bir kısmını –özellikle de Rum nüfusu- Osmanlı hinterlandı bakiyesi olan ve çevrede yeni oluşan devletlerle mübadele yoluyla yerlerini değiştirmekti. Bu sayede Rumlar, çeşitli vesilelerle Ermeniler vs. başka ülkelere gönderilecek, onların yerlerine ise, Balkanlardan, Kafkaslardan ve Ortadoğu ülkelerinden –sözde o diyarlarda zulüm gören- Türkler, çeşitli açılardan Türk kültürüne vakıf olan  İslam’a aidiyetleri sosyolojik anlamda da kalsa diğer Müslüman halklar getirilip yerleştirilecekti. İslam’a rağmen ulusalcı rejimin mübadele adı altında getirip yerleştirdiği unsur Türk unsuru olmuştu. Ki, bu unsur’un Osmanlı’nın Rumeli’ni fetih sürecinde Anadolu’dan –özelikle de Konya ovası’ndan- gönderilen Türkler olduğu bir gerçek. O dönemdeki temel amaç, o bölgeleri Türkleştirmekten ziyade hem Müslümanlaştırmak ve hem de devlete çeşitli açılardan yararlı hale getirmekti.
Bizce burada şu incelik göze çarpmaktadır; O topraklar, bizce marazlıda olsa ‘nev’i şahsına münhasır’ bir İslamlaşmayla tanıştı, kısmen onunla birleşti, birleşmese bile yan yana yaşamaya alıştı. Yer yer de günümüze kadar, klasik ve modern ulusalcılık bağlamında Osmanlı hinterlandı’nın sanal varlığına karşı oluşan bir mücadele de varlığını sürdürmüş oldu. Ör.
Sırpların  bölgede kalan Türk unsurlara, Boşnaklara ve Kosova Arnavutları’na yönelik tehdit, şantaj ve katliamları… Yaklaşık seksen/yüz küsur yıldır, artta kalan hinterland’tan ve özellikle de Balkanlardan ‘pey der pey’ bir göç dalgası yirmi yıl öncesine kadar devam etti. Bu göçlerin ulusalcı çizgiye güç kattığı ortadadır, ama yerli halkın yıllardır, hatta yüzlerce yıldır bu
topraklarda yaşamış olmasına rağmen, kıt kanaat giden ekonomik olanakları hem cumhuriyet elitine –askeri ve sivil bürokrasisine- ve hem de Türkçü rejimin popülist politikaları açısından gelen göç dalgasına fütursuz bir şekilde sunuldu. Öyle pek uzağa gitmeyelim;Bir yanda gerek taşrada ve gerekse de metropol şehirlerde yıllardır yaşamalarına rağmen aldıkları maaşı, ücretin yekuna tekabül edecek oranını başını sığdırabileceği kiraladığı ev için vermeye çalışan yada zar zor kıt imkanlarla ev alabilen yerli halk –Türk, Kürt vs.- diğer yanda ise; sadece T. Özal döneminde çeşitli devlet kurumlarının resmi onayıyla, onların, yani göçmen Türklerin adına oluşturulan konut bölgelerinde çok mu çok cüz’i sayılabilecek paralarla ilgili şahıslara konut verilmesi.. Beklide metropol şehirlerdeki toplu konutlar bu sayede oluşturulup, yaygınlık kazanmıştı. Tabii ki, bizler,insanların yerlerinden yurtlarından sürülmesine, kovulmasına sonuna kadar karşıyız. Bu zulmü kim, hangi kurum ve sistem icra ederse etsin; zulüm, zulümdür. Kaldı ki, kimsenin bir başkasını yerinden yurdundan etmeye hakkı yoktur ve asla olmama lıdır da! İnsan teki yaratılışı vechesinde, ancak ve ancak adına ‘dünya’ denilen bu yer yüzünde
yaşamaya ayarlı olarak yaratılmışsa, sonradan oluşturulan ve sistemleştirilen bir takım ‘arızi’ durumlardan ötürü, kanıksadığı toprak parçası dışında bir başka yerde yaşamaya mecbur bırakılmamalıdır, bunun aksi ise, zulüm olur! Bizi de aşan çeşitli nedenlerden dolayı da ülkemizi yurt ittihaz etmiş, insanlara, dahası kardeşlerimize ‘neden, kalkıp ta buralara geldiniz?!- yollu sorular sormaya da hakkımızın olmadığını da bilelim. Bu sadece tek taraflı olmamalı. Aynı etnik , sosyal ve kültürel kalıplarda olmayan insan gruplarına da karşı aynı müşfik tavrı sergilemeliyiz. Unutmayalım ki, hiçbir insan, ‘vatanım!’ dediği yer dışında, bir başka diyarda yaşamak istemez! Bunun böyle olduğunu kendi hayatımızdan da çıkarsayabiliriz.

Gelen Türklere yüklenilen mahiyet…  
Süreç içerisinde Balkanlardaki göç dalgasıyla gelen Türklerin yüzlerce yıldır kaldıkları ve vatan ititihaz ettikleri yerlerde yerel kültürlerle de ister istemez bir aşinalığı ve kültürel alış verişliği söz konusudur. Bu alışveriş, kültürel etkileşim, din olgusu dahil; dil, kültür vs. konularında mutlaka varit olmuştur. Olguya hangi açıdan ve disiplinden bakarsak bile sonucun da aynısı olduğunu görebiliriz.Yukarıda da belirtmiş olduğumuz gibi,nasıl ki, Anadolu Türklüğü Anadolulaşmalı, belli bir oranda da Ortadoğululaşmalı diyebiliyorsak, Balkan Türklüğünün de belli bir oranda Anadolululuğunu, Ortadoğululuğunu muhafaza etmekle birlikte Balkanlaşması/Balkanlılaşması da o oranda oluşması gerekirdi.Bize kalırsa,hem Anadolu Türklüğü ve hem de Balkan Türklüğü kendi özünü korumakla birlikte belli bir oranda da bulunduğu, yerleştiği muhite uygun olarak yerelleşmişti. Ama, sonra nasıl oldu da, özellikle de Balkan Türklüğü bir yolunu bulup, beş/altı asırlık bağlarını koparıp, kendini o topraklarda yabancı hissetti?! Mutlaka böyle bir sorunun çeşitli açıları da içeren bir yanıtı vardır. Ama esas yanıt, yine bize göre, halkların kardeşliğini dumura uğratan, o yapıyı bombalayan milliyetçilik/ulusalcılık içerisinde mündemiçtir. Ki, o mündemiçlik, Balkanlardan süregelen Türk veya diğer Müslüman halklar bağlamında belirgin bir din dışılığı, oranın şartlarında oluşsa bile oradaki dindarlığı kale almayan ve burada da kendine Kemalizm ve Laiklik zemininde yer  bulan bir yapıya tekabül eder.
Öyle ki, yer yer Balkanlardan gelen insanlar Anadolu’ya adım attıklarında yerli diğer etnik unsura mensup insanların meskun oldukları bazı taşra vileyetlerini ve genel anlamda da İslam’a aidiyetlerini az çok sürdürseler bile Müslüman halkın paylaştığı mekanları hiçbir zaman paylaşma yoluna gitmediler. Ki, bu anlayış, milliyetçiliğin ve de Kemalizmin Anadolu halkının aksine Balkanlardan gelen insanlarca bir kurtuluş reçetesi olarak algılanmasından ibaretti. Daha da geriye gidersek, bize de miras kalan milliyetçiliğin nüvelerinin teorik olarak batı felsefesi içerisinde yerini belirtmekten ziyade, pratik alanda Osmanlı hakimiyetine karşı çıkışların menbaı’nı çeşitli kavimlerin, dinlerin  mezhep ve meşreplerin sıkışık vaziyette
durduğu yerin bir açıdan Balkanlar olduğunu söyleyebiliriz. Buna, sultan 2.Abdülhamid’in istibdadını kendi çıkışlarına bahane kılan İttihad ve Terakki kadrolarının da saraya karşı silahlı mücadelelerini Balkan dağlarında çete savaşı vererek sürdürmek istediğini ekleyebiliriz. Zaten o kadro da büyük oranda Balkanlarda doğup büyümüş Türk olsun, yada olmasın
Müslüman ahalinin yer yer masonlaşmış,İstanbul’da klasik medrese eğitimiyle birlikte esaslı Modern bir eğitim alan askeri/sivil insanlardan –gençlerden- oluşuyordu. Ör. Resneli Niyazi ve Mustafa Kemal…

Bir diğer kanat…
Osmanlı ülkesini kasıp kavuran milliyetçilik, teoriden ziyade pratik anlamda Balkan coğrafyası’nda kendini sıkışıp kalan bir durum içre gören hatırı sayılır bir Türk unsurunun tarihi süreç içerisinde Anadolu’ya avdet etmesiyle stard aldı, peşinden de doğal olarak Kemalizm ve laiklikle beslenerek kendini var etti. Mantık silsilesine bakılırsa, aynı türden olduklarından dolayı, milliyetçiliğin milliyetçiliği doğurması icap ederdi. Yani, Türk milliyetçiliği bağlamında karşısında karşı bir milliyetçiliği bulması gerekirdi. Ama, Balkan tandaslı Türk milliyetçiliği, diğer bir etnik güç olan Kürt halkının rejimin sistemli çabaları ve zamanın konjönktürü içerisinde adeta yok sayılması akabinde bir milliyetçilikle karşılaşmadı, onun yerine sistemle işbirliği içerisinde argümanlar geliştirip, Türk olsun yada olmasın Müslüman halkın var olan  nancının izalesi, yok olabilmesi için katkılar sundu. Ondan dolayıdır ki, bu milliyetçi grup içerisinde hasbelkader Anadolulu unsurlar barındırsa bile, Anadolu’dan yeterli desteği hiçbir zaman bulamamıştı. Ne zaman ki,  rejimin bir imha üzere oluşturduğu ve ‘Kürtlerin varlıklarının hiçbir açıdan söz konusu olmadığın vurgulandığı politikalar’uygulanma zemini bulmaya başladı ve karşı bir tepki olarak ta PKKvari Kürtçü siyasal yapılanmalar eylemlilikleriyle ses getirmeye başladıklarında da artık Türk milliyetçiliği telifi imkansız bir hal alarak akıl ve izan ölçüsünü aşıp, oluşan sahici birliktelikleri yıkıp kendine artık kopmaz bir kulp ve yer edindi. Süreç içerisinde de her iki taraf kendilerine ‘kirli savaş’ içerisinde artık hatırı sayı lır bir zemin edinilmişti. Yukarıda başlık olarak ‘Bir diğer kanat’tan bahsetmiştik. Bu kanat, kaanatimizi de aşıcı bir düşünce içerisinde oluştuğuna inandığımız ‘doğu kanadı’ydı! Doğu kanadı da ‘la’letayn’ bir şekilde oluşmamıştı. İlki, Çarlık Rusyası’nın Orta Asya ülkelerini ve özellikle de Türk topraklarını işgale girişmesi ve bu girişme neticesinde o toprakların tüm müktesebatıyla birlikte Ruslaşması söz konusuydu! Her ne kadar Rusya –bugün bile- bu toprakları aşıp, sıcak denizlere inmeyi bir strateji bağlamında idealize ve politize etmeyi öne sürse bile –ki, bize göre Afganistan’ın işgali bu şekilde dile getirilebilir- hiçbir zaman burnunun dibindeki toprakları asla es geçmeyecekti! Ve öyle de yaptı; Oryantalistik çabalar sonucunda  ele geçirdiği Türk ve diğer kavimlere ait toprakları günümüze kadar ezici askeri bir güçle sömürgesi altında tuttu. İşte doğu kanadı, daha ilk dönemlerin şartlarında ilk elden Rusya’ya bağlı batı Türk topraklarındaki –Kırım vb.-  karşı çabalar sonucu oluşan kanattır.
Bu kanada ilaveten bir de daha doğudaki topraklardan çabalar kendini gösterdi. Ör. Azerbayan vb. Bu çaba içerisine “Dilde,  fikirde, işte birlik!” düsturuyla hareket eden Türkçü aydın İsmail Gaspıralı’yı, “Üç tarz-ı siyaset” adlı eseriyle Yusuf Akçura’yı ve Azeri kökenli Ahmet Agayef’i –yani Ahmet Ağaoğlu’nu dahil edebiliriz. Bu kanat, çeşitli zamanlarda yaşamış, döneminin batı dünyasını az çok bilen Türk/çü aydınlardan oluşuyordu. Yine doğu kanadının birde Ortadoğu şartlarında oluşan bir diğer kanadı daha vardı. Bu kanat, Balkan ve Rusya’da oluşan kanatlara göre daha dindar bir kanattı. Bu kanadın en belirgin özelliği, bulundukları toprakları –özellikle de Kuzey Irak bağlamında Kerkük- daha Osmanlı’nın bölgede esamesinin kunmadığı dönemlerde oluşan yurt ittihaz edinmeleridir diyebiliriz.Her ne kadar yerleşimleri blok olarak Selçuklular dönemine denk düşse de esas yerleşimleri Abbasi dönemlerine kadar uzanır. Türk topraklarının Müslüman Araplarca peyderpey fethi, zamanla Türklerinde İslam’ı kabul etmeleri neticesinde önceleri önemine binaen seçkin insanlardan oluşan grupların Abbasi sarayında asker olarak görev aldıklarını biliyoruz. Hatta Samarra şehrinin sarayın emri mucibince Türklerden seçilen askerler için inşa edildiğini ve bu şehrinde Ortadoğu coğrafyası’nda ilk kurulan yerleşim birimi olduğunu kaynaklardan öğreniyoruz. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz; tarihi süreç içerisinde Ortadoğu’nun bir kısmı Türklerin yurdu olarak tarihe geçmiştir. Oradaki Türkler, bilinenin ve iddia olunanın aksine ‘yabancı’ değil;bilakis‘yerli’dirler! Halen de kendilerini yerli olarak değerlendirmektedirler. Ama Osmanlı’nın son dönemlerine denk düşen milliyetçilik ve o milliyetçiliğin kaşıdığı ortam,ister istemez günümüze kadar kendisini bizlere düşman olarak tanıtmıştır. O bölge özelinde Osmanlı’ya rağmen oluşan bir nevi karşı milliyetçilik ve devlet olma olgusu ister istemez, rejimin de çabalarıyla Anadolu insanının zihnine sökülüp atılması zor olan bir düşmanlığı yerleştirmiştir. Batı tandaslı milliyetçi kanada rağmen, sözde İslami yönü de olan yerli kanat, milliyetçilik, İslam ve göz önünde cereyan eden bazı hadiselere ciddi bir anlam yükleyince, sanki oradaki Türklerin mağduriyeti üzerinden bir profil çizmeye çalıştı. Bu profil; Kürtlerin sinsi bir düşman,Arapların ise, bizi hep arkadan vuran’ arkaik söylemiyle birleşince, kendi varlığını günümüze kadar getirdi. Burada adeta politikalarını Türkiye’nin bir nevi Kuzey Irak politikasızlığı üzerinden oluşturma çabalarını gözlemlediğimiz BBP’yi örnek verebiliriz. Bilebildiğimiz kadarıyla adını zikrettiğimiz bu parti aynı zamanda da bünyesinde birtakım İslami tonları ve renkleri barındırmaktadır. Bundan dolayı olsa bile, hem kendi kendi Kürtleri için ve hem de dışarıdaki Kürtler için politikalar üretebilir. Üretmelidir de! Ama gözleri ve zihinleri işgal etmiş olan milliyetçilik 1BBP gibi bir yığın siyaset dışı ve siyaset içi sözde İslami yapıları adeta esareti altına almıştır. Yeri gelmişken bu yapılanmalara kendi partisel süreçleri içerisinde en çok oyu Kürt seçmenlerinden alan Milli Görüş çizgisindeki partileri verebiliriz; MSP, Refah Partisi vs. Refah Partisi, hayatının en büyük stratejik hatasını, 1991’de Türkiye’nin en ırkçı söylem’e sahip Milliyetçi Hareket Partisi’yle yaptığı seçim ittifakı’nda yaptı ve o günden bugüne de kendi çöküşü içerisinde partisel anlamda çeşitli adlar altında faaliyetlerini sürdürdü. Artık o Kürtler açısından bir umut değil; milliyetçi ve ırkçı bir partiyle ittifak oluşturan, son gelinen süreçte de yer yer elemanları bazında Doğu Perinçek’in İşçi Partisi’nin sözde yerellikle ilgili söylemlerini önemseyip,kendini yeni bir ulusalcılık cenderesinde bulan bir siyasi yapılanmaydı! Onunda Kuzey Irak’la ilgili söylemleri BBP’yi aratmayacak türdendi. Gerçi bu iki örnek, adına ne dersek diyelim, gelinen süreçte atılması gereken adımları, atılımları anlamaktan fersah fersah uzakta örneklerdi. Kemalizm geriliyor, ülke kabuk değiştiriyor, birleri bu değişimi yer yer ortamıma göre okumaya çalışıyor ve ona göre de politika/lar belirlemeye çabalıyor, duruşunu ona göre belirliyor, ama buna rağmen berikiler gide gide milliyetçiliğin ve ulusalcılığın girdabına kapılıyordu. Bir erime söz konusuydu. Ama buna rağmen, muhataplar olayı üzerlerine almıyorlar, bilakis Donkişod’un refleksini göstermeye gayret ediyorlardı İşte, bu ikinci doğulu kanat, kendi zeminini oluştururken, yerine göre her iki partiyi ve diğer yapılanmaları da etkiliyordu. Gerçi bu kanatta  sözde bir İslam damarı taşıyordu, ama buna rağmen varlığını kısmen de olsa Kemalizm’e borçlu bir milliyetçiliği taşıyarak canlı tutmuş oluyordu! Bu kanadın da zemini doğu ve dolayısıyla Ortadoğu –Irak- olduğundan bir din dışılık ve dinilik at başı gitmişti hep. ‘Din dışılık nerede başlar ve biter; dini anlayış, nerede başlar ve nerede biter’ tam belirgin değildi. Zaten iki zıt unsur birbirine karışmamış olsa idi o bağlamda o bölge için‘neşvünema’ bulan milliyetçiliğin de mahiyeti apaçık ortaya çıkardı.
Yaşanan o ikilemden dolayı, zaman içerisinde bu tarafa akıp gelen kadrolara bir iki örnek bazında baktığımızda kendilerini günümüze kadar var eden İslami bir aidiyetin zıddına, adeta ona, onun getirdiği değerlere ve değerlerin müntesiplerine bakışları da elbette farklı olurdu.
Bunlardan bir örneği Bilkent Üniversitesi kurucusu ve uzun dönemde bir baskı aracı olsun diye 12 Eylül kadrolarınca kurulan Yüksek Öğrenim Kurumu(YÖK)’nun başkanlığını yapan Prof. Dr. İhsan Doğramacı; diğeri ise, kamuoyu’na göre sistem içi bir hesaplaşmaya kurban giden ve aynı zamanda da bir nevi askeri istihbarat sağlayan –bize göre yasadışı- JİTEM’in Kurucusu Binbaşı Cem Ersever. Her iki zatta Kuzey Irak Türkmenlerinden olup, birisi Erbil’li diğeri ise Kerküklü’dür. Her ikisinin de Müslüman halk ve halklar bağlamında  kayda değer iyi bir çabası olmuş mudur?! Bu sorunun cevabını insanların kendi kanaatlerine bırakmak daha sağlıklı olur diye düşünüyoruz.

Sonuca varırsak…
Bugüne kadar gerek milliyetçilik, onun mahiyeti ve beri yanda da hem Türk ve hem de Kürt milliyetçiliğine yönelik bir yığın söz söylendi, bir yığın ifadeler kayda geçti  ve yığınlarca da çalışma elden ele dolaşıp durdu. Bu olgu neydi, neyi amaçlıyordu, hangi kaynaklardan besleniyordu. İleri sürücüleri tarafından istenen sonuç ve sonuçlar elde edilmiş miydi? Milliyetçilikle arzulanan şey oluşmuş muydu ve daha bir yığın soru… Tabii ki, milliyetçilik birtakım eski ve yeni durumlardan, disiplinlerden azami derecede faydalanmış, faydalanmaya devam ediyordu.Tarihsel takıntılar, kaba bir şekilde devam ede gelen geçmişin kavmi ve ırki tortuları modern –aynı zamanda da din dışı-ortamların beslediği yaklaşımlar ister istemez, hem kendi aralarında belli bir inançtan yola çıkarak ümmet olan biz Müslümanları ve hem de aynı inancı paylaşmasak bile, aynı yaşamsal ortamları paylaşmamız gereken insan topluluklarını birbirlerine amansız düşmanlar kılmakta ve bulunması gereken ‘iyi’ye yönelik bağları zayıflatmakta ve zamanla da söküp atmaktadır. İşte bu kaygılardan dolayı bizde, başta Türk milliyetçiliği ve onun karşısında bulunması doğal olan milliyetçi anlayışlara vurgu yaptık. Gayemiz,milliyetçiliğin en azından bu topraklarda mahiyetini öğrenmekten ibaretti…

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !
Diğer Yazıları

Makaleler

Hava Durumu


VAN