Şükrü HÜSEYİNOĞLU

12 Nisan 2013

"ANKARA'DA KIRK BEŞ YIL" KİTABI ÜZERİNE

Hayata ve dünyaya belirli bir anlam çerçevesinde, belirli bir gaye çerçevesinde bakan, dolayısıyla da yaşadıkları döneme tanıklık eden insanlar vardır. Yaşadıkları dönemin pasif bir tanığı olmaktan öte, ortaya koydukları özgün duruş ve mücadele ile dönemlerine damga vurmuş özne insanlar… İşte bu özne insanların (ki aslında tüm insanlar hayatın öznesi olmak üzere yaratılmışlardır, hayatın nesnesi olmak hayatın asli gayesinden sapmanın sonucu olarak arizi bir durumdur) bu aktif tanıklıklarını yazılı veya sözlü olarak paylaşmaları, sonraki nesillere aktarmaları önemlidir.

Türkiye’de, 60’lı yılların ortalarından itibaren özellikle İslam coğrafyasının çeşitli bölgelerinde “bütüncül İslam anlayışı” üzere kaleme alınmış İslami bilince dayalı eserlerin tercümesi süreciyle başlayıp bugünlere kadar çeşitli iniş-çıkışlarla gelen tevhidi algı ve mücadele biçimine tanıklık etmiş önemli bir isim olan Süleyman Arslantaş’la, hayatı ve bu tanıklığı üzerine yapılan birkaç oturum halinde yapılan söyleşilerden oluşan Ankara’da Kırk Beş Yıl[1]  adlı kitap, bu çerçevede değerli bir çalışma olarak okuyucuya kazandırılmış bulunuyor.

Tanıklık ve Sınırlılıklar

İktibas dergisi yazarlarından Abdullah Burak Bircan’ın “baş röportajcı” olarak öne çıktığı bu çalışmada emeği geçen diğer isimler ise Nurettin Yücel, Arif Kaya ve Abdulkerim Karakaş. Süleyman Arslantaş’ın Maraş’taki,  Demokrat Partili yıllarda geçen çocukluk yıllarına dair gözlem ve anılarıyla başlayan kitapta, bugün Türkiye’de yaşanan sistem içi değişim süreci ve bu süreçle birlikte çeşitli İslami çevrelerin sistemle ilişkilerinde, sisteme karşı duruşlarında gözlemlenen kırılmalara gelinceye kadar, son 50 yıllık süreçte Türkiye’deki İslami uyanış sürecinin aşamaları, üretimleri, zaafları, bu süreçte rol oynamış olan önemli aktörler ve oluşumlar ciddi değerlendirmelere tabi tutulmakta, Arslantaş’ın yakın tanıklıklarıyla bu süreç okuyucuya adeta yeniden yaşatılmaktadır. Bu açıdan çalışmayı başarılı bulduğumuzu ifade etmek ve tabii ki başta Süleyman Arslantaş ve A. Burak Bircan olmak üzere emeği geçenleri tebrik etmek isterim.

İslami uyanış sürecinin son 50 yılını içeriden tanıklıklarla (Arslantaş’ın yanı sıra zaman zaman soru sahipleri de tanıklıklarını aktarıyor) özetleyip değerlendirmeye tabi tutan bu çalışmanın hem Müslümanların hafızalarının tazelenmesi hem de genç kuşakların yakın geçmişle bağ kurmaları anlamında faydalı olacağını düşünüyoruz.

Ele alınan dönemle ilgili Türkiye, bölge ve dünya ölçeğinde Müslümanları ilgilendiren tüm konulara temas edilmeye çalışıldığı gözlense de, neticede tanıklığına başvurulan ismin, Ercümend Özkan’la birlikte İktibas dergisinin kuruları arasında bulunan bir isim olması ve  tanıklığa başvuranların da (en azından benim tanıdıklarım itibariyle) aynı derginin çevresinde yer alan kimseler olması dolayısıyla kitapta Ercümend Özkan ve İktibas dergisine dair tanıklık ve değerlendirmeler ciddi bir yer tutuyor[2]. Son dönemlerde yaşanan sistem içi değişim ve Müslümanların bu süreçteki yaklaşımlarının değerlendirildiği bölümlerde Süleyman Arslantaş’a sorulan sorular ve zaman zaman yapılan itirazların da, İktibas dergisinin halen devam ettirdiği ve benim de şahsen iştirak ettiğim çizgiyi yansıttığı da belirgin şekilde görülüyor zaten.

Ercümend Özkan/İktibas dergisinin yanı sıra kitapta en fazla yer tutan bir ikinci konununsa İran İslam Devrimi ve Türkiye’deki Müslümanların bu devrim konusundaki yaklaşımları olduğu müşahede ediliyor. Bununla birlikte kitapta konu edilen dönemle ilgili az önce de belirttiğimiz gibi Müslümanlarla ilgili olduğu düşünülen yerel, bölgesel ve küresel tüm konuların değerlendirilmeye çalışıldığı, yaşanan politik ve sosyal süreçlerle ilgili önemli tanıklık ve değerlendirmelere yer verildiği gözleniyor.   

Kitapta zaman zaman sorular ve cevaplar arasında görülen uyumsuzluk (özellikle de başlarda   Cumhuriyet Halk Fırkası ile Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası -sonrasında Demokrat Parti, ANAP, AK Parti- ikilemi üzerine ısrarla sorulan, bu iki partinin/partilerin temel felsefe ve ilkesel olarak mı bir farklılık gösterdiği, yoksa temelde aynı modernleşmeci felsefeye taraftar olmakla birlikte yöntem ve üslup farkının mı söz konusu olduğu -birinin tepeden inmeci modernleşme çizgisinde, diğerinin daha evrilmeci, yumuşak geçiş taraftarı çizgide olması- yönündeki soruya verilen cevapların soruyla çok bağlantılı olmaması), zaman zaman doğal bir soru-cevap diyalogunun ötesinde belirli cevapları alabilme adına bir ısrarın göze çarpması, kimi bilgi yanlışları (mesela 1982’deki Hama katliamından söz edilirken 1983 tarihinin verilmesi, üstelik birkaç defa ifade edilmesine rağmen bir düzeltmenin yapılmaması), zaman zaman göze çarpan yazım yanlışları (aynı ismin bazen doğru olarak “Elmalılı” şeklinde bazense “Elmalı” şeklinde yazılması, bazen “Mutahhari” bazense “Mutaharri” şeklinde yazılması, bazen “Risale-i Nur”, bazense “Risaliye Nur” şeklinde geçmesi), italik ve düz yazı şeklinde birbirinden ayırılan soru ve cevapların zaman zaman birbirine karıştırılmış olması ve kitapta indekse yer verilmemiş olması gibi birkaç hususu da bu önemli çalışmanın eksiklikleri olarak not edebiliriz.

Kitapla ilgili bu genel çerçevenin ardından Süleyman Arslantaş’ın tanıklık ve değerlendirmeleri arasında dikkatimizi çeken ve sizin de dikkatinizi çekmek istediğimiz konuları, yazı hacmi yettiği kadarıyla aktarmaya ve değerlendirmeye başlayabiliriz.

CHP’den Adnan Menderes’in İdamına

Öncelikle Arslantaş’ın ailesi ve çocukluk dönemini anlatırken resmettiği “Maraş eşrafından dindar bir CHP’li baba” portresinin, yakın geçmişin önemli bir sosyal gerçekliğine işaret ettiğini belirtmemiz gerekir. CHP’nin devlet demek olduğu dönemde bunun Anadolu’da sıkça rastlanan “pragmatist” bir tercih olduğu birebir tanıklıklarla hep ifade edilir. “Dindar CHP’li” babanın vefatının ardından partiyle organik bağları kopan Arslantaş ailesinin CHP’den duygusal olarak kesin kopuşu ise Menderes ve arkadaşlarının idamıyla gerçekleşmiş.

Arslantaş’ın, o dönemde 12 Şubat 1960 günü Başbakan Adnan Menderes’in de katıldığı Maraş’ın kurtuluş günü etkinliklerinde tanık olduğu bir olay dikkat çekici. CHP’li bir aileye mensup Nuri Beyazıt isimli bir kişi, resmi geçitte Menderes’in önünden geçerken geçit gösterisi için taşıdığı kılıcını çıkarıp Menderes’e doğru sallıyor. Arslantaş’la birlikte törenleri izleyen büyükleri, bu olayı şöyle yorumlamışlar: “Eyvah, bunlar Menderes’e kılıç salladılar, Menderes’in sonu yakındır.” Gerçekten de bilindiği gibi Menderes birkaç ay sonra (27 Mayıs 1960) darbeyle devrildi ve Yassıada “yargılamalarının” ardından idam edildi.

Dindar bir çevrede yetişen Arslantaş’ın geleneksel dindarlığın ötesinde İslami bilince yönelme serüveni ise, 1966 yılında İzmir’de Astsubay Hazırlık Okulu’nda öğrenci iken iki arkadaşıyla birlikte (Eflatun Saygılı ve İbrahim Gülşen) aldıkları Kur’an okuma, İslam’ı öncelikle temel kaynağından öğrenme kararıyla başlıyor. Bu kararın ardından o tarihlerde piyasadaki tek Kur’an meali olan Hasan Basri Çantay’ın mealini temin ediyorlar ve düzenli olarak okumaya başlıyorlar. Arslantaş “Orada başladı bizim İslami, yani bilinçli bir İslami sürecimize karar vermemiz” diyor.

Arslantaş’ın bu anlatımı, bana, 2000 veya 2001 yılında o dönemde devletin el koymaya çalıştığı Vakıf Guraba Hastanesi’nin tarihi aidiyet ve kimliğini korumak için mücadele eden Prof. Dr. Asaf Ataseven’den dinlemiş olduğum benzeri bir anıyı hatırlattı. Asaf Hoca, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde öğrenci olduğu ve tüm İstanbul Üniversitesi öğrencileri içinde namaz kılan sadece altı kişinin bulunduğunu ifade ettiği  1960’lı yıllarda, okuyabilecekleri bir Kur’an meali bulamadıklarını, nihayet Hasan Basri Çantay mealinin çıktığını öğrenince koşup temin ederek Kur’an’ı anlamak gayesiyle okumaya başladığını anlatmıştı.

Arslantaş’ın Demokrat Parti dönemini değerlendirirken ifade ettiği, bu dönemde İslam’a dair yayınlar alanında kalitenin düştüğü, tek parti döneminin bu konuda daha verimli olduğu tesbiti dikkat çekicidir. Bununla beraber, Arslantaş’ın, Mustafa Kemal’in cumhurbaşkanlığı döneminde, Elmalılı tefsiri, Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim tercümeleri gibi eserlerin devlet teşvikiyle yazılmış olmasından hareketle, “Kemalizmin ve Kemalist devrimlerin Atatürk’le ne kadar örtüştüğü” gibi bir soruyu gündeme getirmiş olması bizim açımızdan şaşırtıcı bir yaklaşım. Kur’an’ı Kerim’le ilgili olarak “gökten indiği sanılan dogma” ve “Arap oğlunun yaveleri” gibi yaklaşımlara sahip olduğu bilinen M. Kemal’in, söz konusu yayın faaliyetleriyle neyi amaçladığı konusunda Dücane Cündioğlu’nun Cumhuriyet İdeolojisi ve Türkçe Kur’an kitabında önemli karineler vardır. Ayrıca gerek soru sahiplerinin, gerekse Arslantaş’ın Mustafa Kemal’in çocukluğunu söz konusu ederken bile “Atatürk” ifadesini kullanmaları ve putlaştırma ameliyesinin bir parçası olan bu isimlendirmeye bir mesafe koymamalarını da yadırgadığımızı belirtmek isterim.

“Bütüncül İslami Anlayışa” Yönelme Süreci

Arslantaş’ın arkadaşlarıyla birlikte Kur’an okumaya karar vermeleriyle başlayan “bütüncül İslami anlayışa” yönelme süreci, Türkiye’de yeni yeni tevhidi kimliğini bulmaya başlayan İslami uyanış çabalarıyla kurulmaya başlanan irtibatlarla giderek bir sosyal ve siyasal bir mücadele evresine doğru gelişme kaydediyor. Arslantaş, o yıllara dair değerlendirmesinde, 60’lı yılların ikinci yarısında Mevdudi’nin, Seyyid Kutub’un, Malik b. Nebi’nin, Abdulkadir Udeh’in eserlerinin tercüme edilmeye başlanmasının “bütüncül İslam”ın anlaşılmasında etkili olduğunu ifade ediyor.  Bu gelişme karşısında geleneksel ve muhafazakar-mukaddesatçı çevrelerin bir süre sonra “kökü dışarıda” söylemiyle bu İslami bilinçlenme sürecine tavır aldığını ve karalama kampanyalarına giriştiğini söylüyor.

Bu konuyla ilgili önemli bir tanıklık olarak, hadis alimi Ahmed Davudoğlu’nun imzasını taşıyan Din Tahripçileri adlı kitabın, aslında Davudoğlu’na ait olmadığı, onun adına operasyonel olarak kaleme alınan bir kitap olduğu bilgisini veriyor Süleyman Arslantaş. Şöyle anlatıyor: “Ercümend Bey bizzat onunla görüşüyor. Bu din tahripçileri konusunda soruyor. Diyor ki, Hocam, işte siz böyle bir kitap yazdınız mı? Yok evladım, diyor, birileri diyor geldi birtakım sorular sordular, ama ben bunları söylemedim, diyor… Sırf Seyyid Kutub ve benzerlerinin bütüncül İslam’ı anlatan ve bütüncül İslam’ın Türkiye’de neşvünema bulmasına katkıda bulunanların dışlanması gayesiyle yazılmış, ortaya konulmuş bir şeydir.”

Süleyman Arslantaş’ın, 1972 yılında Ankara’daki meşhur “Saatçi Musa”nın dükkanında Ercümend Özkan’la karşılaşması ise ondan sonraki hayat ve mücadele çizgisinde belirleyici bir gelişme olmuş. Özkan’la yoğun bir görüşme trafiğinin ardından birlikte hareket etme kararına varmaları ve ardından sıkı bir davet çalışmasının içerisine girmeleri söz konusu. Nihayet 1981 yılında İktibas Dergisi’ni çıkararak 12 Eylül sonrasının o sinmişlik, sindirilmişlik ortamında Müslümanlara hem “milli dindarlık”tan arınmış özgün bir kimlik ve perspektif sunmaya hem de mücadele bilinci kazandırmaya çalışıyorlar. İktibas gerek bütüncül İslami anlayışa dayalı siyasi duruşu gerekse Kur’an ve sahip sünnete çağıran özgün usuli yaklaşımıyla daha ilk sayılardan itibaren ses getirmeye, insanları düşünmeye, sorgulamaya sevk etmeye başlıyor. “Velayet”, “kader”, “keramet”, “ahlak” gibi kavramlara dair değerlendirmelerinin “adeta insanların böbrek taşlarını yerinden oynattığını” ifade ediyor Arslantaş.

Ercümend Özkan’la 1972 yılında başlayan birliktelikleri, Süleyman Arslantaş derginin yönetilmesi konusundaki idari bir anlaşmazlık sonucu 1987 yılında dergiden ayrılana dek verimli bir şekilde devam ediyor. Arslantaş, bu fiili ayrılığa rağmen Özkan’la irtibatlarının hiç kesilmediğinin de altını çiziyor.

Bunca yıllık dava arkadaşlığının geride bıraktığı ilginç tanıklıklar da var tabiatıyla. Devrimden hemen sonra, 1980 yılında Özkan’la birlikte gerçekleştirdikleri bir İran ziyaretinde, Kum’da Şeriatmedari’nin medresesinde kendisiyle görüşmek üzere sıra bekliyorlar. O arada da yine görüşmek için bekleyen İranlı Azerilerle devrim üzerine sohbet ediyorlar. Ercümend Özkan muhataplarının mezhebi vurgularına şahit olunca “Bu devrimi siz mi yaptınız!” şeklinde eleştirel bir ifadede bulunuyor. Bunun üzerine Azerilerden biri “Ağa! Özümüz yapmışız devrimi” cevabını veriyor. Özkan’ın cevabı ise taşı gediğine koyar cinsten: “Doğru, özünüz yapmıştır, sizin bundan haberiniz bile olmamıştır!”

Süleyman Arslantaş’ın tanıklık ve değerlendirmelerinde Türkiyeli Müslümanların yakın geçmişinde şu veya bu şekilde etkili olmuş Büyük Doğu, MTTB, Hizbut Tahrir, Yeniden Milli Mücadele Birliği, Üniversiteler Fikir ve Aksiyon Birliği, Akıncılar gibi teşkilatlar ve bunların yanı sıra dindar kitleye hitap eden cemaatler, tarikatlar, partiler de önemli bir yer tutuyor. Arslantaş, tüm bu aktörler hakkında  hem tanıklıklarını dile getiriyor hem de değerlendirmelerde bulunarak tarihe not düşmüş oluyor[3].  Bunların yanı sıra Mustafa Kemal’in bir Osmanlı subayı olduğu dönemde İngilizlerle kapalı ilişkileri, tek parti dönemi, İnönü, Demokrat Parti dönemi, Menderes ve 27 Mayıs ihtilali, ihtilalin sebepleri ve sonuçları, Demirel ve Ecevit’in birer politik aktör olarak ortaya çıkışı, yaklaşım biçimleri ve Türkiye politikasında oynadıkları roller, Türk solu, 12 Mart 1971 muhtırası, sağ-sol kavgası, Sovyetlerin Afganistan işgali ve dünya Müslümanlarının dayanışma örneği, İran İslam Devrimi, İran-Irak Savaşı, 12 darbesi gibi, Özal dönemi, Özal sonrası DYP-SHP koalisyon dönemiyle sistem içi değişim sürecinin sekteye uğraması, sonrasında RP’nin merkez sağdaki boşluktan da faydalanarak yükselişi, önce belediyelerde ardından da merkezi idarede yönetime geçmesi, sonrasında gelen 28 Şubat darbesi ve hükümetleri dönemi, ekonomik ve siyasi krizler, yıkımlar ve nihayet 2002 seçimleriyle başlayan AKP hükümetleri dönemi, AKP’nin hükümet olmaktan iktidar olmaya geçiş süreci, bu süreçte yaşanan sistem içi değişim ve bu değişimin temel parametreleri, Müslümanların/İslami çevrelerin bu değişim sürecindeki tutumları, AKP üzerinden yaşanan sistemle barışma ve sisteme entegrasyon aşamaları… Tüm bu konularda yaşanmış tanıklıklar eşliğinde hakikaten önemli tesbitler yapılıyor.

Siyasal Partiler ve Diğer Oluşumlar

1970 yılında MNP’nin kuruluş sürecine dair Erbakan’la görüşmeleri de dahil tanıklıklarıyla birlikte değerlendirmelerini de ifade eden Arslantaş, MNP’nin kurulmasından önce Üniversiteler Fikir ve Aksiyon Birliği gibi ciddi İslami çalışmaların ve tercüme eserler yoluyla bilinçlenme sürecinin söz konusu olduğunu, MNP’nin kurulmasıyla birlikte, İslam’ı öğrenme ve kitlelerle buluşturmaya yönelik bu gibi çalışmaların zayıfladığını, kadro ve imkanlar noktasında ağırlığın MNP’ye kaydığını kaydediyor ve Erbakan’ın kurmuş olduğu partilerin sistem açısından sistemin güvencesi olarak görüldüğünü, Müslümanları sisteme entegre etme işlevi gördüğünü belirtiyor. Gelişen bütüncül İslam anlayışına karşı sistemin, MNP’yi  Müslümanların bir şekilde politika üzerinden sisteme kanalize edilmesi, sistem tarafından kontrol altına alınabilmesi noktasında değerlendirdiğini ifade ediyor. Ki kitabın ilerleyen bölümlerinde Arslantaş’ın benzer değerlendirmeleri AKP süreci için de yaptığını görüyoruz.

Arslantaş’ın o döneme dair dile getirdiği, 1969 yılında eski Yargıtay Başkanı İmran Öktem’in cenazesinin kılınmaması noktasında de ortaya konulan protesto (Bir Yargıtay açılışında “Allah’ı insanlar yaratmıştır” şeklinde konuşma yaptığı için) ve yine aynı yıllarda Adalet Partili Sadettin Bilgiç’in “Biz İslamiyeti namaz kılmak ve oruç tutmanın dışında başka bir şey olarak görmüyoruz” beyanatına tepki olarak ofisine bomba atılması (bu şekilde bir tepki biçimi yanlış olmakla birlikte) gibi hadiseler bir bakıma o dönemdeki Müslüman gençlerin dinamizmini de ortaya koyan bilgiler. İnsan bugünden bakınca “Keşke o dinamizm Kur’an bilinciyle buluşturulup doğru yöne kanalize edilebilmiş olsaydı” demekten kendini alamıyor.

12 Mart muhtırasının toplumsal/siyasal sonuçlarına da değinen Arslantaş’ın şu değerlendirmeleri önemli: “… ondan sonraki dönemde artık Türkiye’de Marksizm’in istediği bir sol değil Türkiye’nin müsaade ettiği bir sol devreye sokuldu. Keza Türkiye’de İslam’ın istediği bir İslam değil, sistemin istediği bir İslam tedavüle sokuldu…”

Nurculuk hareketiyle ilgili tanıklık ve gözlemlerini de dile getiren Arslantaş, Nurculuğun hiçbir zaman sisteme rağmen bir hareket olmadığını siyaseten bir İslami hedefi olmadığını ifade ediyor ve yaşadığı birebir tanıklıklarla Nurcuların anti-Komünizm taraftarı yaklaşımlarını ortaya koyuyor ki, zaten Said Nursi’nin soğuk savaş dönemlerinde ABD’yi Sovyetler’e karşı “Ehl-i Kitap” olarak değerlendirip “ehven-i şer” olarak nitelemiş olması bu yaklaşımın kaynağını teşkil ediyor olsa gerek. Bu yaklaşım biçiminde ifade edilen “Ehl-i Kitap” anlayışı ile Kur’an’ın Ehl-i Kitap mefhumunun hiçbir şekilde örtüşen tarafı olmadığını belirtmemiz gerekir. İşin ilginç yanı ise, aradan bunca zaman geçmiş olmasına ve bunca tevhidi bilinçlenme süreci yaşanmış olmasına rağmen, üstelik bu süreçlerin içinden gelen bazı Müslümanların şimdilerde bir grup Müslüman gencin İncirlik Üssü’nü protesto eylemini basiretsizlikle nitelemesi ve gerekçe olarak da Rum Sûresi’ndeki beyanlara atıfla ABD ordusunun bugünün “Rum ordusu” olduğunu öne sürebilmeleri, işbu “soğuk savaş Müslümanlığı”nın halen de etkilerini sürdürebildiğini göstermektedir.

Nurculuk hareketinin İslami siyaset bilincinden ne kadar uzak olduğuna ilginç bir tanıklığı da var Arslantaş’ın. 1980 öncesi sağ-sol çatışmalarının yoğunlaştığı bir dönemde, Ankara’da dışarıda silah sesleri patlarken kendisinin de davetli olarak katıldığı bir Risale-i Nur dersinde istinca (taşla temizlenme) bahsinin işlendiğini ve buna tepki gösterdiğini kaydediyor.

Arslantaş, 70’lı yıllarda Zahid Kotku’nun küçük esnaf konusunda gösterdiği hassasiyete dair bir tanıklığını ise şöyle aktarıyor: “Yavaş yavaş büyük bakkallar, marketler türemeye başladı, bunlar mahallenizdeki bakkalın hukukunu zedelemesin, mahallenizdeki Rum bakkalın bile bir hukuku var, onu zedelemeyin sakın ha, dedi.” Bugün, Kotku’nun bıraktığı yeden devam eden camianın ekonomik alandaki faaliyetlerine bakınca (ki bugün birçok cemaat ve tarikat tam anlamıyla birer iktisadi teşekkül haline gelmiş bulunmaktadır) aradaki uyumsuzluğun ne kadar büyük olduğunu görebiliyorsunuz.

12 Eylül darbesiyle ilgili olarak “1980 12 Eylül harekâtından sonra Türkiye’de ideoloji kalmadı, ideolojik bir refleks kalmadı, onu yok ettiler” tesbiti yapan ve 12 Eylülden sonra gelen liberal Özal dönemiyle de ideolojin bitirildiğini ifade eden Süleyman Arslantaş’ın Özal dönemi ile AKP dönemi karşılaştırması da dikkat çekici: “Özal dönemi erken ve fakat eksik bir Ak Parti dönemidir. Ak Parti dönemi ise tamamlanmış, tekâmül etmiş bir Özal dönemidir. Özal döneminin bir şekilde İran devriminin etkilerini önleyebilmek için Müslümanlara yönelik bir aşılama dönemi olduğunu düşünüyorum.” Arslantaş’ın Özal döneminde Müslümanların yazar-çizerlerinin bir şekilde devlette istihdam edilerek memurlaştırıldığı tesbiti de çok önemli. Aynı durumun bugün AKP dönemi için de geçerli olduğu malumdur.

Türkiye’de AKP iktidarıyla birlikte yürürlüğe konulan ılımlı İslam modelinin İslam’ı alternatif olmaktan çıkardığını vurgulayan Süleyman Arslantaş, şimdilerde olup bitenlerin 90’lı yıllarda Graham Fuller’in ortaya attığı “İslami iktidarı önlemenin yolu, Müslümanları mevcut sistemlerde iktidara getirmektir” teorisine uygun olduğuna işaret etmekte ve AKP’nin kimliğiyle ilgili olarak “Muhafazakâr demokratlık sekülerizmin çocuğudur” tesbitini yapmaktadır.  Arslantaş’ın “Arap Baharı” değerlendirmesi de, şöyle: “Sahnede İslam yok, Müslümanlar var, onlar da batılı değerleri talep ediyorlar.” Şahsen sürecin baskın ekseni anlamında bu tanımın yapılabileceğini, ancak bu şekilde bir genelleme yapmanın doğru olmadığı, bu süreçte İslami perspektif ve iddialara sahip olan aktörlerin de bulunduğunu not düşmek gerektiğini düşünüyorum.

Arslantaş’ın demokrasi kavramına ilişkin tanımlamaları çok net: “Demokrasi bir din ve dünya görüşüdür... Demokrasi bir başka ifadeyle Allah-u Teâlâ’nın egemenlik vasfını sürgüne göndermenin adıdır.” Arslantaş, bugün yaşanan sisteme entegrasyon sürecinde “demokrasinin çukuruna düşenler”den söz ediyor. Bu noktada, Arslantaş’ın da bu kitapta aktardığı, Ercümend Özkan’ın, Hollanda’da fırtınada kökünden devrilen ağaçlarla ilgili tanıklığıyla, Türkiye’de demokratikleşme rüzgârları karşısında İslami ilkelerden vazgeçip liberal söylemlere savrulan kesimler arasında bağ kuran yaklaşımını zikretmekte fayda var.  

1987 yılında Hacda Suud krallığının İranlı hacılara yönelik acımasız katliamına bizzat tanıklık etmiş olan Süleyman Arslantaş’ın konuyla ilgili anlatımları hakikaten yürek burkucu. İranlı hacıların diğer coğrafyalardan da birçok Müslümanın katılımıyla 110 bin kişiyle gerçekleştirdiği ve ABD ve Siyonist işgal rejimini hedef alan “Müşriklerden Beraat Yürüyüşü”nde Suud güçlerinin beraberlerindeki Batılı paralı askerlerle birlikte, olaysız bir şekilde devam eden yürüyüşe aniden müdahale edip saldırıya geçtiğini ve tam anlamıyla bir katliam yaptığını anlatan Arslantaş, bizzat kortejin hemen yanı başında takip ettiği bu olaylarda sonradan propaganda edildiği gibi İranlıların silah kullanmasının kesinlikle söz konusu olmadığını söylüyor. Arslantaş, yürüyüş sırasında Tevbe Sûresi’nin ilk 3 ayetleri okunurken bazı Suudlu asker ve polislerin ağladığına şahit olduğunu anlatıyor, ancak bir noktada, önceden kararlaştırıldığı şekilde acımasızca müdahalede bulunulduğunu ifade ediyor. Ve ekliyor: “O olaydan sonra bir daha da o topraklara ayağım çekmedi, bir daha da gitmedim.”

Çelişkiler ve Kendisine Dönük Özeleştiriler

Mevcut sistemin İslam dışı niteliği, demokrasi, sistem içi mücadele ve ılımlı İslam sapması/saptırması gibi konularda tevhidi açıdan çok net mesajlar veren Süleyman Arslantaş’ın, doğrudan doğruya egemenlik ilişkilerinin belirlendiği anayasa değişiklikleri konusunda meseleye salt “insan hakları” perspektifinden yaklaşması ve dolayısıyla anayasa değişikliklerinin desteklenmesi gibi bir pozisyon alması bize göre tutarlı ve doğru bir yaklaşım değildir. Ki soru sahipleri de zaten bu konuda Arslantaş’ı epey terletmiş görünüyor. Zira egemenlik konusunda her halükârda merkeze Âlemlerin Rabbi Allah’ı koyması gereken Müslümanlar açısından konjonktürel kazançlar getireceği de düşünülse, Allah’ın hükümlerini esas almayan bir yasama ameliyesine destek vermek asla meşru bir yaklaşım değildir. Müslümanların bâtıl bir sistemin bâtıl anayasasının revizyonuna ilişkin bu tür yasama çalışmaları karşısında, kendilerini yasa yapıcı pozisyona düşürecek, “evet”çilik ve “hayır”cılık da dahil her türlü aktiviteden sakınmaları, “bera” ve “vela” bilinci çerçevesinde İslami duruşlarını sürdürmeleri gerektiğini düşünüyoruz. Benzer şekilde, Süleyman Arslantaş’ın, Müslümanların mevcut sistemde merkezi yönetime katılmasını meşru kabul etmezken yerel yönetimlerde farklı bir tutumu savunan yaklaşımını da tutarlı bulmadığımızı belirtmek isteriz. Zira yerel yönetimlerin merkezi egemenlik ilişkilerinden ve onun işleyiş biçiminden çok bağımsız olmadığını düşünüyoruz.

Arslantaş’ın tanıklık ve değerlendirmeleri içinde, geçmiş yıllarda yapılan bir değerlendirme de olsa, mealciliğin kurucusu olarak İbn-i Sebe’nin işaret edilmiş olması bana çok şaşırtıcı geldi. İktibas ekolünün içinden gelen bir kimsenin, tarihsel olarak yaşayıp yaşamadığı bile meçhul olarak bir figüre bu şekilde bir rol yüklemesini ilginç bulduğumu belirtmek isterim.

Kitapta Arslantaş’ın kendisine dair özeleştirileri ve toplumsal alanda İslami değerlerin giderek daha da zayıflamasına dönük eleştirileri de var. Özeleştiri bağlamında, İslami mücadele içerisinde yoğunlaşırken ailesine yönelik ilgiyi ihmal etmiş olmasını dile getiriyor ve şu tanıklığı aktarıyor: “Mesela bir gün arkadaşın bir tanesi bizim evimize telefon ediyor, Süleyman ağabeyi uzun zamandan beri görmüyorum, nerede? Hanım diyor ki, ‘Ben de görmüyorum, tır şoförü gibi nerede yattığı, nerede kalktığı belli değil’ diyor mesela. Anlatabiliyor muyum? Böyleydi yani.”

Arslantaş’ın çocuklarını kreşlere gönderen ailelere ilişkin eleştirisi de önemli: “Benim şu anda 6 yaşında bir torunum var, 3 yıldan beri kreşe gidiyor. Çocuk 3 yaşında başlamış demek ki. Bu bir zulümdür. Yani, anasının yetiştirmesi gereken bir çocuğu, ana şefkatiyle yetişmesi gereken bir çocuk gidiyor başkasının elinde yetişiyor. Çocuk eğitilsin diye gönderiyorlar. Halbuki siz ne işe yararsınız anneler, siz ne iş yaparsınız? Benim anam 5 tane çocuğu büyütmüş.”

Netice olarak, Ankara’da Kırk Beş Yıl adıyla, Süleyman Arslantaş’ın Müslümanların son 50 yıllık uyanış sürecine tanıklığını ve gerek bu döneme, gerekse dünyaya, bölgeye ve Türkiye’ye yönelik değerlendirmelerini bizlerle buluşturan bu çalışmanın ufuk açıcı, zihin tazeleyici, faydalı ve başarılı bir çalışma olduğunu bir kez daha ifade etmek isteriz. Kitabı okurken aldığım onca notun içinden ancak sınırlı sayıda anekdotu sizlerle paylaşabildiğimi ifade etmek isterim. Süleyman Arslantaş’ın tanıklık ve değerlendirmeleri, Türkiye’deki son yarım yüzyıllık İslami uyanış sürecine dair önemli bilgiler içeriyor. Kitap, söz konusu dönem ve sürece ilişkin okuyucuya verimli bir ufuk turu imkânı sunuyor.


[1]Süleyman Arslantaş, Ankara’da Kırk Beş Yıl, Beyan Yayınları, 2012. Arslantaş’ın Olaylarla Ortadoğu(1990), İzler Said Hoca’nın Anısına(1994) adlı kitaplarının yanında farklı dergilerde yayımlanmış yazıları  bulunmaktadır.

[2] Ercümend Özkan ve İktibas dergisi hakkında Alev Erkilet’in Ortadoğu’da Modernleşme ve İslami Hareketler kitabına da bakılabilir. Hece Yayınları, 2004.

[3]Bu çerçevede kitabın Ercümend Özkan ile İslâmi Hareket Üzerine (1997) adlı söyleşi kitabıyla birlikte okunması yakın dönem değerlendirmeleri bakımından son derece yararlı olacaktır.