03-08-2008 16:14

`Anne-baba kavramı zayıfladı, çocuklara popüler kültür rehberlik ediyor`

‘Müsamahakâr otorite’ diye bir kavram var... Belli bir müsamaha çevresinde, otoriteyi elden bırakmamak. Anne ve baba, çocuklarla arkadaşlık etmeyi önemli bir meziyet sanıyor bazen. Bu çok yanlış. Anne ve baba, çocuğuna ahlaki standartları sağlayan kişidir. Onların otoritesini, çocuk her zaman hissetmelidir. Türkiye’de anne ve babalar, otoritelerini o kadar kaybetmişler ki çocuklarla denk bir kuvvet olarak çekişiyorlar. Buradan mutluluk çıkmıyor.

`Anne-baba kavramı zayıfladı, çocuklara popüler kültür rehberlik ediyor`

Psikiyatrist Doç. Dr. Kemal Sayar, ailelerinin tasarladığı hayatları yaşayan çocukları ‘hormonlu’ diye nitelendiriyor. Modernizmin kuşattığı ailenin ‘kurban olacağına, zalim ol’ anlayışıyla yetiştirilen çocuğu, başkalarının acısını anlayamıyor, Sayar’a göre.

Bu nedenle belirmesi muhtemel ‘anti-sosyal kişilik bozukluğu’, suç işlemeye yatkın bireyleri ortaya çıkarıyor.

Anne-baba kavramı zayıfladı, çocuklara popüler kültür rehberlik ediyor

Bir ailenin; çocuğunu kendisinden üstte ya da en azından kendisiyle aynı çizgide görme isteği ve ona sormadan, onun için tasarladığı bir hayat... Psikiyatrist Kemal Sayar’ın tabiriyle ‘hormonlu çocuklar’, sürekli bir sınav olarak gördükleri hayatta, ‘ötekileştirme’ yapmayı, giderek olağan bir hale sokmaya başlıyor. Bir toplumsal kopuş ve yine Sayar’ın söylediği gibi ‘ben kültür’ün yükselişi... Proje hayatların ileri safhasında, içe bastırılan duyguların patlamasıyla ortaya çıkabilecek ‘anti-sosyal kişilik bozukluğu’ ve suça eğilimli kişilik ise toplumun bütününü tehdit ediyor. Bu nedenle Kemal Sayar’a göre; tasarlanmış hayatları merhametle tanıştırmak elzem. Dayatılmış, tasarlanmış hayatların, ahlaki değerlerle ve insani duygularla tanışmaması halinde büyük bir tehlike haline gelebileceğini söyleyen Sayar’ın bir de tavsiyesi var: “Çocuklarda merhamet duygusunun gelişebilmesi için mezarlık, akıl hastanesi ve huzurevi ziyaretleri eğitim müfredatına girmeli.”

Programlanmış hayatlara yapılan narsistik yüklemeler bir yalnızlaştırmayı da beraberinde getiriyor. Peki yalnızlaşan bireyin, başka insanları ‘ötekileştirme’ süreci nasıl başlıyor?

Çocukları, düşenin üzerinde yükselmek şeklinde mi inceleyeceksiniz; yoksa başkalarına hizmet etmenin kutsal bir ödev olduğu bilinciyle mi yetiştireceksiniz? Yol burada çatallanıyor. Modern zihniyet, ‘sosyal Darwinist’ bir anlayışa göre kurulu. Çocuklara sürekli, ‘kurban olacağına zalim ol’ düşüncesini zerk ediyor. Bu da çocukların ve gençlerin giderek bencilleşmesini, hodbinleşmesini beraberinde getiriyor. Bu niyetle yetiştirilen çocuklar başkasının acılarına ve ihtiyaçlarına empati yapamıyorlar. Ben ‘hormonlu çocuklar’ diyorum onlara. Hormonlu çocuklar, bir başkasının duygularını anlamayı yok sayarken; bir başkasına hizmet etmeyi, kendisi için bir yük addediyor. Modern hayat, her evi bir şato şeklinde inşa ediyor. İnsanlar, sadece kendi evinin selametini düşünüyorlar. Kendi çocuğun için yapabileceğin iyiliğin haddi hesabı yok. Ama dışarıdaki çocuğu feda edilir olarak görüyorsun. İşte bu ‘ben kültür’ün yükselişidir. İnsanlar modern toplumda birdenbire koparak, ‘öteki’ni tehlike olarak görmeye başlıyorlar. Ve sadece kendisiyle, kendi klanının yükselmesi için uğraşmaya başlıyorlar. İşte hormonlu çocuklar da, böyle bir iklimde hep sırtları okşanarak, doğru yaptıkları söylenerek, düzgün bir ‘moral-rehberlik’ almadan büyüyorlar.

O halde zor bir sınav onları bekliyor. ‘Moralite’ anlamında ‘doğru-yanlış’ ayrımının bilincine varamıyorlar...

Geçmişle gelecek arasındaki yarık burada. Geçmişte, insanların aldığı ‘moral ölçüler’ vardı. Bu bazen dindi, bazen töreydi, bazen gelenek-görenekti. Fakat bugün anlam sağlayıcı çerçeveler çözüldüğü için kişi şöyle düşünmeye başlıyor: “Çıkarlarıma hizmet eden her şey iyidir.” Dostoyevski’nin dediği gibi, “Tanrı yoksa her şey mubahtır!” Bunu gençlerin ağzından defalarca duydum: “Eve geç gelmek, kafama göre takılmak benim hoşuma gidiyor. Neden beni mutlu eden şey; ailemi mutsuz ediyor?”

Öyleyse proje, bir bumerang gibi aileye geri dönüyor...

Tabii... İyi anne ve babanın olmaması, sadece aileye değil bütün topluma bumerang gibi geliyor. Yakın zamanlarda çok ölçüsüz, vahşi saldırılarla karşılaştık. Annesini katleden çocuk haberleriyle sıkça karşılaşıyoruz. Çocukların önüne zamanında değerler koyulmazsa, onlara ahlaki bir rehberlik ve standart sağlanmazsa, o zaman birden öfkelendiği anda annesini reddedilebilir bir varlık olarak görmeye başlıyor. Bu da şiddetin tırmanmasına yol açıyor.

Buna göre duygu patlamasına sebep olan, çok zaman aile. Yani kendi inşa ettiği projeyi, farkında olmadan yine kendisi yıkıyor...

Kesinlikle... ‘Anti-sosyal kişilik bozukluğu’ dediğimiz tarzdaki kişiler, hayatla ilgili hiçbir kuralı dinlemiyorlar. Empati becerisinden tamamen yoksunlar. Kolaylıkla bir başkasına şiddet uygulayabiliyorlar. Çalıp çırpabiliyorlar. Bir vicdan yoksulluğuyla malûller. Anti-sosyal kişilik bozukluğu yaşayanların sayısı, ABD’de son otuz yılda iki katına çıktı. Bu, suçun da artması demek. Çünkü anti-sosyallerde suç işleme yatkınlığı çok fazla. Çete liderlerine, mafya liderlerine hatta sıradan suç işleyen insanlara baktığınız zaman, içlerindeki anti-sosyal kişiliklerin çok yüksek olduğunu göreceksiniz. Hatta rüşvet alıp verenlerde bile… ABD’de neden böyle oldu diyen araştırmacılar, şu sonuçlarla karşılaşıyorlar: Anne ve baba kavramları zayıfladı. Çocuklarına yeterince rehberlik edemiyorlar. Popüler kültürün etkisi çoğaldı. Çocuklar ahlaki değerlerini, televizyonlardan adeta sünger gibi emerek alıyorlar. Sokaktan edinilen bilgi çoğalıyor. Kültürde bir narsistleşme eğilimi var. Bizim öncelikle hayat felsefemizi, sosyal Darwinizm’in etkisinden kurtarmamız lazım. Eğitim sistemini yarışmacı esaslar üzerine kurduğunuz zaman, özellikle gençler, hayatı zalim bir yarış olarak algılıyorlar. Bu da başkalarına dirsek atmalarını, çelme takmalarını mubahlaştırıyor.

Başkalarının istediği hayatı yaşama anlamında sosyal Darwinizm’in ne tür etkileri var?

Anne ve babalar çocuklarına narsisizmi adeta şırınga ediyorlar. Onlar için hayatlar tasarlıyorlar. Çocukları kendi uzantıları olarak görüp, kendi güçlerini ve düşüncelerini çocuklara yansıtıyorlar. Kendi yapmak istedikleri şeyi çocuklara projekte ediyorlar. Geçenlerde bir beyle konuşuyordum, “Çocukluğumda hiç oyuncağım olmadı. Ben de biraz varlık sahibi olunca, çocuğuma Dubai’den çanta çanta oyuncaklar getirttim. Fakat üçüncü çantadan sonra çocuğumun bu oyuncaklara ilgisi tamamen kayboldu ve hiçbir şekilde bu oyuncaklardan zevk almamaya başladı.” dedi. Baba kendi doymamış ihtiyaçlarını çocuğuna yansıtarak, onu aşırı beslemeyle adeta yıldırıyor. Böylece o şey değerini kaybediyor. İşte bu projelendirilmiş hayatlarla çocuklara şu mesaj veriliyor: “Hep kazanan olmak zorundasın. Yaşıtlarının her yönden üzerine çıkmalısın.”

Ortaya çıkan travmaların büyüklüğünün, çocuğun önüne konan sınavların sonunun gelmemesiyle bir ilişkisi var mı?

Bu çok doğru bir tespit. Yolun uzunluğu ve yarışın bir türlü bitmek bilmemesi, gençleri yoruyor. Biz duyguların eğitimini vermediğimizde; çocuklar, yarışmaktan başka hiçbir meziyeti olmayan otomat varlıklara dönüşüyorlar. Bu da iç dünyalarını fakirleştiriyor. İç dünyanın zenginliği, bize sosyal dünyada lazım.

Modern hayat, çekirdek aileyi ve ‘rahat çocuk’u dayatmasına rağmen; Türkiye’de bu anlayışı güden ailelerde, çocuklarına sürekli müdahale etme arzusu var. Bu bir çelişki değil mi?

Hayatının her döneminde değil de, proje tamamlanıncaya kadar çocukları üzerinde etkin olma istekleri var. Anne ve babanın narsistik ihtiyaçları çok kuvvetliyse, çocuğa da o narsistik ihtiyaçları karşılayacak bir nesne gibi davranıyorlar. Buna psikoloji dilinde ‘enstrümantal narsisizm’ yahut ‘araçlı narsisizm’ deniyor. Başarabiliyorsan, varsın! Dolayısıyla günümüz Türkiye’sinde en can acıtıcı kelimelerden birisi ‘ezik’ oluyor. Lise ve ortaokulda çocuklara baktığınız zaman bu kelimelerden çok ürküyorlar. Marka giymeyen, popüler olmayan, etrafına yön veremeyen çocuklar ‘ezik’ olarak adlandırılıyorlar. Sosyal Darwinizm’in şahikası işte burada. Güçlülerin ve zayıfların dünyası çok enteresan bir şekilde, hayatın çok erken evrelerinde ortaya çıkıyor. Ego çok fazla şiştiği zaman, hayatın gerçekleri karşısında fazla dayanamayıp patlayabiliyor. Bir çocuk ya da genç, belli pozisyonlar için hazırlanıyor. Bir zaman sonra aslında kendisinin o kadar yetenekli ve her şeyi hak eden biri olmadığını görüyor. Bu ego sönmesi çok ağır depresyonlara, hayat yarışında çok erken yorulmalarına sebep oluyor.

Erken kaybetmişliğin travması ne kadar sürüyor?

Bazen bir ömür boyu... O yüzden psikiyatri ve psikoloji, hayatın erken dönemi üzerinde çok durur.


Türkiye’deki anne ve babalar çocuk üzerindeki otoritesini kaybetmiş

Karşınıza çıkan örnekler, size programlanmış hayatlara yönelik ne tür parametreler sunuyor?

‘Müsamahakâr otorite’ diye bir kavram var... Belli bir müsamaha çevresinde, otoriteyi elden bırakmamak. Anne ve baba, çocuklarla arkadaşlık etmeyi önemli bir meziyet sanıyor bazen. Bu çok yanlış. Anne ve baba, çocuğuna ahlaki standartları sağlayan kişidir. Onların otoritesini, çocuk her zaman hissetmelidir. Türkiye’de anne ve babalar, otoritelerini o kadar kaybetmişler ki çocuklarla denk bir kuvvet olarak çekişiyorlar. Buradan mutluluk çıkmıyor. Nasihat, gençler ve çocuklar için beş para etmez bir şeydir. Onlar yaşanarak görülmesini isterler.

Kendisini ötekileştirmek istemeyen ya da projeye karşı gelerek bireysel itaatsizliğe kayan insanlar da var. Merhamet duygusu mu onlara yön veriyor?

Bakın bunu yapan aileleri tanıyorum. İstanbul’un bir varoş mahallesinde çok yoksul durumda olan bir aileyi, çocuklarıyla birlikte ziyaret ediyorlar. Bunu yapanlar, çok varlıklı aileler. Oraya erzak, yardım götürüyorlar; ama çocuklarını da götürüp, o ailenin çocuklarıyla dost olmasını temin ediyorlar. İşte bu, eyleme dökülmüş merhamettir: “Sen insansın, benden farklısın; ama benimle eşitsin. Ben merhamet gösteriyor gibi görünsem de, beni kabul ederek aslında sen de bana merhamet gösteriyorsun.” Çocuklara bunu yaparsanız, dünyanın ‘lay lay lom’ olmadığını anlatmış olursunuz. Acı çeken, yoksulluk çeken insanlar var. Onlar da yanı başımızda. Çocukları mezarlıklara, hastanelere, akıl hastanelerine, lösemili çocuklar koğuşu gibi hayatın kırılganlığının tecessüm ettiği yerlere götürmek çok öğretici olacaktır. Hatta bunun okullarda müfredata konulması gerektiğini düşünüyorum. Bunun akabinde öğretmenlerin öğrencileri konuşturması, duygularını anlattırması gerekiyor. Merhamet okula taşarsa, projelendirilmiş hayatlardan taşan duygusuzluğu yenme şansı bulabiliriz. 


Cumhurbaşkanı olsun; ama çobanlığını kaybetmesin!

Bizdeki yüzüyle Cumhuriyet gibi tasarlanmış sistemler, kendi varlığının devamı için ‘proje insanlar’ üretiyor. Statükonun ürettiği proje hayatlara nasıl bakıyorsunuz?

Freud, “Bastırılmış olan geri döner.” der. Eğer bir toplum mühendisliği ile insanların davranışlarını, duygu dünyalarını yok edeceğinizi düşünürseniz, yanılırsınız. Çünkü anlam ve duygu, asla cebirle yok edilemez. İnsanların hayatları üzerinde siz karar veremezsiniz; çünkü kültür çok organik bir şeydir, yaşayan bir şeydir. Türkiye’de sıradan insanın ötekileştirilmesi, geleneğiyle irtibat halindeki insanı ötekileştirme projesi tutmaz, tutmayacaktır. Kaç yüzyıllık bir kültüre kendini isnat eden bir kültürü, cebir ile yok etmeyi düşünemezsiniz.

Hayata ‘alt sınıf’ın üyesi olarak başlayıp, devletin sınıf değiştirmeye zorladığı ‘proje insanları’nı da görüyoruz. Bunun en somut örneği de ‘çoban’lıktan cumhurbaşkanlığına kadar giden Süleyman Demirel’dir. Bu geçişleri nasıl yorumluyorsunuz?

Bizim ihtiyacımız olan şey, cumhurbaşkanlığına geldiği zaman ‘Çoban Sülü’lüğünden feragat etmeyecek insanlar. Milletiyle organik temasını sürdürecek insanlar. Antonio Gramsci’nin ifadesiyle ‘milletin organik aydınları’... Bunlara ihtiyacımız var. Belli makamlara gelmek için milletinin değer verdiği birtakım önceliklerden feragat etmesi gerekmeyen, ahlaken böyle bir kaypaklık sergilemeyen insanlara ihtiyacımız var.

(Röportaj: Fatih Vural / Zaman Pazar)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !