02-05-2020 11:25

`Aylık Dergi`nin Ercümend Özkan`la `Ehl-i Sünnet üzerine söyleşi`si

Yaşar Kaplan yönetimindeki Aylık Dergi tarafından hazırlanan Ehl-i Sünnet özel sayısı kapsamında, 1985 yılında Ercümend Özkan`la yapılıp yayınlanan söyleşiyi dikkatlerinize sunuyoruz:

`Aylık Dergi`nin Ercümend Özkan`la `Ehl-i Sünnet üzerine söyleşi`si

Aylık Dergi: Sayın Özkan, bizim bir süreden beri bir Ehl-i Sünnet Özel Sayısı hazırlığı içinde olduğumuzu biliyorsunuzdur. Bu ko­nuda kamuoyumuzun neler düşündüğünü anlamak için sizinle de bir sohbet yapmak istiyoruz. İlkin Ehl-i Sünnet tabirinden ne anladığınızı, ne anlaşılması gerektiğini soralım size.

Ercümend Özkan: Sünnetin, Allah’ın Resulünce İslam’ın yaşanması anlamına gelmesi gerektiği inancındayım. Tabir olarak da İslam’ı Peygamber’in yaşadığı gibi yaşama yolunu tutma manasında olması gerekir. Ehl-i Şia kelimesinin de, Şia ıstılahında aynı anlama geldiği gibi.

Yani bu son cümlenizle şunu mu demek istiyorsunuz efendim: BizimEhl-i Sünnet dışında sandığımız bazı fırkalar da, örneğin Şia da, aslında kendi anlayışları ve bakışlarına göre ta­mamen Ehl-i Sünnet bir topluluktur. Demek istediğiniz bu mudur?

Nasıl bugün Ehl-i Sünnetim diyenler, sünnet ehli olmaktan bunu anlıyor iseler, sünnet ehli olmaktan bunu anladıklarını sanıyorsalar, Ehl-i Şia da aynı şekilde bu sanının sahibidirler. Bunu kastet­tim.

İslam’ı Resulullah’ın yaşadığı gibi yaşamak, biraz da ri­vayetlere dayalı bir olay olduğuna göre, rivayetler muhtelif olun­ca fertlere ulaşan sünnet de farklı olabilecektir. Bu durumda değişik İslami yaşayışların ortaya çıkması hâlinde asıl Ehl-i Sünneti  tespit nasıl olabilecektir acaba?

Değişmeden günümüze kadar, gerek Ehl-i Sünnetim diyen­lerin, gerekse Şia’yım diyenlerin eline intikal eden rivayet (Kur’an) asıl alınmak suretiyle her iki kesim de kendilerine intikal eden Sünnet’e müteallik rivayetlerin farklılıklarını Kur’an’ın birleştiriciliğinde birleştirmeyi mümkün kılabilirler. Bu ise Kur’an’ı anlama­da kullanılan metodların (gaî metot, lafzi metot, te’vil gibi) yerli ye­rince kullanılabilmesinin yanında sünnet olarak intikal eden haberlerin onu rivayet edenlerin Resulullah’ın neyi nasıl yaptığı ile ilgili, yalnızca müşahedesinden mi ibaret olduğu, yoksa ravinin gör­düğü ya da duyduğundan kendi anlayışını intikal ettirdiği mi olduğu arasındaki farka dikkat etmek birinci derecede bu konuya açıklık ge­tirici, yani birleşmeyi mümkün kılıcı görünmektedir.

Diğer yandan Resulullah’dan (sav) rivayet edilen haberlerin bir ana tasnifle dinin gereği bir işin rivayeti mi, insan olmaları itibarıyla doğal sayılacak herhangi bir işin rivayeti mi, kavmî ya da iklimsel, geleneksel bir işin rivayeti mi olduğu konularına getirilecek açıklığın yine dini meydana getiren esasların mecmuu olan Kur’an’ın iyi anlaşılmasıyla seçilebileceği kanısındayız. Sade  bir örnek vermek gerekirse İslam’dan evvel o sıcak iklimde yaşayan Arap ya da başka kavimlerin sıcağın da etkisiyle teşekkül eden örfünde kadın ve erkek için bugün entari diye bildiğimiz bir elbise biçimi teşekkül etmiş ve yaygın ola­rak herkese giysi olmuştur. İslam’dan önce (burada yalnızca Resulullah’a henüz vahiy gelmeden önceyi kastediyoruz) durum bu iken vahiy geldikten sonra da (setr ayeti de dâhil) bu kıyafette genel ola­rak hiçbir değişiklik görmüyoruz. Yani Mekke’de Müslümanlar başta Resulullah olmak üzere, *Biz artık Müslüman olduk, Müslüman olmayanlar gibi giyinmeye devam etmeyelim” diyerek kendilerine yeni bir kıyafet aramaya çıkmamışlar, entari giymeye devam ettikleri gibi güneşin sıcağından korunmanın zaruri bir sonucu olarak başları­na örttükleri başlıklarında da bir değişiklik yapma gereği duymadık­larını biliyoruz. Yalnızca, setr ayetiyle bildiğimiz gibi, başörtülerini yakaların üzerine indirilmesi (kadınlardan) istenmiştir. Diğer yan­dan, yine o asırlardaki hemen tüm toplumlarda olduğu gibi, İslam’ın nazil olduğu toplumda da sakal insan fıtratının doğal bir sonucu ola­rak hemen herkeste çıkıyor ve genel olarak sakallı olunuyordu. Her ne kadar Bizans gibi, İran gibi teknik seviye, şehir yaşamı bakımın­dan daha ileri düzeydeki toplumlarda tıraş olma âdeti daha ziyade saray ve saraya yakın çevrelerde başlamış ya da var idiyse de bu ül­keler halklarının da çoğunluğu hemen tüm taşralıları yine sakallı idi­ler. Zira onlar için yaşam biçimleri, hayat tarzları ve işlerinin bir ge­reği olarak tıraş olmak bir yerde belki lüks veya gereksiz, yani yapıl­masa da olabilir cinsinden bir şey sayılıyordu. Nitekim bugün köy ye­rindeki insanların yaşam biçimleri, çalışma alanlarının getirdiği gerekler bakımından da şehirde yaşayan bir insan gibi sık sık tıraş olma gereği duymadığını görüyor, biliyoruz. Bu tıraş olmakla ilgili sözlerimiz sakallı olanların dahi gerek sakalının bulunduğu yerdeki kıllarını kısaltma, gerekse sakalı için tayin ettiği sınırın dışında çıkan kılların tıraş edilmesini de kapsayacak bir tıraş olmaktan bahsediyo­ruz.

Yukarıda sade bazı örneklerle de açıklamaya çalıştığımız gibi, nice konu vardır ki bunların hangisi dindendir, hangisi değildir, han­gisine din ne nisbette müdahale etmiş, hangisine hiç dokunmamıştır. Bunların tesbiti mutlak surette Resulullah’ın da başta olmak üzere yaptığı gibi Kur’an’ın alternatifsiz belirleyiciliği ile belirlenebilir. İslam dininin insan ve toplum yaşamını külliyyen belirleyiciliği vasfı, çoğu insanı yanılmaya sevk ederek setrin sağlanması özelliğinin ötesinde sanki bir kavmin tamamen geleneksel nitelik taşıyan giysilerinden giymeyi de İslam’dan sanmak soncunu ortaya çıkarmış­tır. Bilindiği gibi İslam insanın dinidir, insanlara gönderilmiştir. Bununla o ne özel olarak Arabın ne Türkün ne Slavın yani mahsus bir kavmin dini değildir. Böyle olunca da böyle olabilmesinin zo­runlu bir gereği olarak İslam herhangi bir şeyiyle kavmileşemez, mahallileşemez. Şayet o mahallileşir ya da kavmileştirilir ise Ya­hudilerin Allah’ın dinini kendi kavimlerine tahsis ettiği gibi bir sonu­ca varılarak sakim bir yola girilmiş olunur. Bu ise İslam’ın insanlara gönderilmiş olmasının ötesinde belirli bir bölgeye, belirli Bir kavme, sıralamada en azından imtiyaz sağlayıcı sonucu ortaya çıkarır ki, Kur’an’ın espirisi buna kesinlikle karşıdır. Allah’ın öz kulu olmadığı gibi, üvey kulu da yoktur. Keza, kavmiyyet itibarıyla ona yakın bir kavim olmadığı gibi, uzak bir kavim de söz konusu değildir. Onun yarattıkları, tarafından yaratılmış olma bakımından, gerçekten bir ta­rağın dişleri gibidirler. Bu tarağın dişleri Allah’a yakınlık ve uzaklık bakımından tekellüfe kadar eşit durumdadırlar. Tekellüften itibarendir ki kendisine tebliğ ulaşanlar arasında ona yakınlık ya da uzaklık teşekkül etmeye başlamaktadır. İşte ona yaklaşanlar (ki yaklaşma imkânı herkese açıktır), bildiğimiz gibi, ancak takvası fazla olanlar olabilmektedir. Kim ona gereği gibi inanmıyor, men ettiklerinden uzaklaşmıyor ve emrettiklerini yapmıyor ise ‘İman edip salih amel işleyenler’den olmayacak ve kim ki bunları yaparsa ona yakın ola­caktır. Bu bakımdan insanlar arasında Peygamber çocuğu ile bir köle çocuğu arasında kesinlikle fark yoktur. Kur’an’ın esprisine uygun olarak Resulullah (as)’ın da sık sık uzun süre ya­nında kalan kızı Fatıma’ya “Kızım! Babam Peygamber diye güven­me.” diye diğer Müslümanlara yaptığı gibi tembihlerde bulunduğu­nu müteaddit rivayetlerden biliyoruz. Şayet bu fark olsaydı Peygamber’in kızına, hanımlarına, sıhrî hısımlarına bu ve benzeri tenbihlerde bulunma gereği olmazdı.

İslam insanlara gelmiş, onları çağına, onlara açık bir din oldu­ğuna göre tüm insanların mensub oldukları coğrafya, kavim ya da benzeri özelliklerinin İslam karşısındaki durumu prensip olarak ne avantajlı ne de dezavantajlı bir durum değildir. İslam’ın ortaya koy­duğu ana espri: Tevhid akidesine ters düşmeyen hemen her türlü örfün bütün kavimler için eşit olmak üzere İslam olduktan itibaren de onda yaşama hakkı olduğu gibi, bu espiriye ters düşen her türlü örfün (en geniş anlamıyla) de yaşama hakkı bulunmamaktadır. Bu hususta ne bir soyun, ne bir kabilenin ne bir kavmin ne bir coğraf­yanın velhasılı hiçbir şeyin imtiyazı söz konusu değildir. Allah İslam’ı insanlara herhangi bir kavmin örfünü tamim etmek için gön­dermiş değildir. Burada açıklayıcı bulduğumuz bir örnek vermekte yarar görüyoruz. İslam’dan evvel mevcut ve yaygın kadın ve erkek isimlerinin prensip olarak hemen hiçbirine dokunulması söz konusu olmamıştır. Ne var ki, bu isimlerden bir kısmı İslam akidesine ters düşen anlamlar ifade ettiklerinden yalnızca bunlar tasfiyeye uğramış­tır. Abdülmenat, Abdüluzza ve benzeri gibi. Şu anda Türkiye’de de Yurdatapan, Kurdakul ve benzeri isimler yine aynı gerekçeyle değiş­tirilmeli ve değiştirilecektir de. Attila gibi, Cengiz gibi, Mete gibi isimlerin ise doğrudan İslam akidesine ters düşmüşlük ifadesi olma­dıklarından bu ve benzeri isimlerde hiçbir beis söz konusu değildir. Burada önemli olan yukarıda belirtmeye çalıştığımız espiriye itina etmek, onu korumaya çalışmaktır. Bunun ötesindeki anlayışlar, ya kavrayamamazlıklar ya da bağnazlık veya benzeri şeylerle açıklana­bilir ancak. Bir yandan da özellikle Türkiye’de kullanılan ‘Satılmış’ gibi isimler doğrudan tevhit akidesine aykırılık ifadesi taşımasalar da şerefli olarak yaratılmış insan haysiyetine aykırı düşen anlamlar ifade eden manalar taşıması bakımından kullanılmamalıdır.

Burada sünnet farklılıklarından Ehl-i Sünnet tabirinin asıl anlamına dönecek olursak…

Ehl-i Sünnet’e gerçeğine uygun bir anlam kazandırmanın tek yolu, bu deyimin ifadesini Kur’an’ın tahlilinde ortaya çıkarmak olma­lıdır. İslam’ın Allah’ı razı edecek şekilde yaşanıldığı (genel olarak) Resulullah’ın hayatta olduğu yıllarda, hiç kimse kendisine Ehl-i Sünnet, Şia ya da bir başka isim kullanmıyor, Müslüman olmakla iktifa ediliyordu. Zira her iki isim de Allah’ın kullarına verdiği isim olma­yıp sonradan kullarının eklentileridir. Bu manasıyla da belki yeni sa­yılabilir ama bir bidat gözüyle görülebilir ve bu isimlerden kaçınıl­ması gerekir. Nitekim Allah-u Teala “De ki ben Müslümanım” gibi ifadelerle bizlerin kendimizi nasıl çağırmamız ve çağrılmamız gerek­tiği ile ilgili işarını da vermiş bulunmaktadır.

Bu tabirin ilk defa ne zaman ve nasıl kullanıldığına dair bir bilginiz var mı acaba?

Bize intikal eden haberlerden özellikle, Resullulah (as) hayattayken ve kurulmuş İslam devletinin başında bulunuyorken, hatta onu takib eden ilk halifelerinin gününde de Müslümanların bir kesiminin de olsa kendisini ne Ehl-i sünnet ne de Şia ismiyle isimlendirdiklerine dair bildiğimiz kadarıyla bir belgeye rast­lamıyoruz. Bildiğimize göre de Ali’nin Şiası tabiri Ehl-i sünnet tabi­rinden daha önce kullanılmıştır. İktidarı eline geçiren ve onu verme­yi de düşünmeyenlerce bir savunma stratejisi olarak bu tabirin Beni Umeyye’nin iktidarda bulunduğu yıllarda bir denge tesisi etmeye matuf olarak belki bir yerde haklılık gerekçesi gibi gösterilmek için Şam’daki iktidar taraflarınca kullanıldığını biliyoruz. “Ali taraftarla­rı” terimi karşısında tamamen savunmaya matuf kullanılan Ehl-i Sünnet tabiri biraz da kurnazca seçilmiş, tamamen siyasi nitelikli ve kullanan tarafa avantaj sağlayan bir tabir olarak kullanılmıştır. Yuka­rıda açıklamaya çalıştığımız anlamıyla gerçekten Resullulah’ın İslami yaşantısı karşılığı bir deyim olarak kullanılmadığı kanısında­yız. Bugün durum şu açıklamaya çalıştığımızdan çok daha farklı bo­yutlar kazanmış durumdadır. Bugün kullanıldığı manasıyla bu tabi­rin ilk icad edildiği yıllarda çıkarılmış amacının arasında bir bağlantı bile görememekteyiz. Aynı düşünceyi, mütalaayı bir başka açıdan Ehl-i Şia tabiri için de yürütmemiz mümkündür.

Tabirimizde biliyorsunuz ki bir de “vel cemaat” bulun­maktadır. Bunu nasıl görüyorsunuz?

Bu tarafın gerek başlangıçta iktidarların yanında çoğunlukla­rın toplanması gerçeği ile bilahare de bu anlayışın hemen hiç ikti­dardan düşmemiş olmasının toparlayıcılığı, toplayıcılığı sonucunda ekseriyyet manasını taşıyan bir anlamın ötesinde mevcut eke bir mana verememekteyiz. Yoksa Resulullah’dan rivayet edilen “İki mübah (caiz, yapılabilir) işten Müslümanların ekseriyyeti bunlardan hangisi üzerinde ise diğer tarafın da birliğin bozulmaması bakımın­dan orada olmaları gerektiğiyle ilgili rivayetlerin asli anlamından, bu “vel cemaat” tabirine meşruiyet kazandırılmış olma ihtimalini büyük görüyoruz. O gün çıkarıldığı ya da bugün kullanıldığı manada keyfiyet göz önünde bulundurulmadan yalnızca mücerret çoğunluk, İslam açısından kesinlikle bir anlam taşımadığından, bu manada ve’l-Cemaat deyimi sanki bir kurnazlık ürünü gibi görünmektedir. Zira İslam’a göre hak, çoğunluk ya da azınlıkla uzaktan ya da yakından hiçbir münasebetle ilgili değildir. Mevcut vakaya işaretle Allah’ın Kur’an’da çoğu kez “Onların çoğu bilmezler, çoğu anlamazlar” vb. ifadeler kullanıldığını biliyoruz. Haklılık söz konusu olmadan çoğunluğun bizatihi bir kıymeti İslam’a göre kesinlikle yoktur.

Ehl-i Sünnet tabirinin tam anlamıyla kavranabilmesi, doğrudan doğruya sünnet tabirinin tam olarak anlaşılmasına bağlı olduğundan dolayı, burada sünnet üzerinde biraz daha durmakta yarar var.

Sünnet, lügatta “âdet” anlamına geliyor, bildiğiniz gibi. Bu itibarla, başına getirilecek belirleyici kelimeye göre muhteva kazan­maktadır. Örneğin, ‘Bu kavimde şu iş sünnettir, şu işi filan şahıs sün­net edinmiştir.” gibi günlük lisanda kullanım alanı vardır. İslam’da sünnet dendiğinde ise Müslümanım diyen herkesin en genel mana­sıyla itikadi bir konudan ameli bir konuya kadar her hususta Allah’ı razı edecek bir tavrın bilinçli bir şekilde âdet edinilmesini anlamak­tayız. Mesela Allah tarafından Kur’an’da emredilen Ramazan orucu farzının Resulullah tarafından yaşamına geçirilmesi (âdet hâline geti­rilmesi) ne şekilde olmuş ise Müslümanım diyen herkesin de Ramazan orucu farzıyla ilgili her hususta bu orucu Peygamber’in tuttuğu gibi tutması, bozduğu gibi bozması, başladığı gibi başlaması, bitirdi­ği gibi bitirmesi, bu konudaki teorinin pratize edilmiş şeklinin adıdır.

Biz Sünnet’i bu anlamda anlıyoruz ki tamamen Kur’an’a dayalı ve onun hayatına uyarlayıcılığından emin bulunmamız gereken bir kişi­nin (Resulullah) yaptığı gibi yapma manasındadır. Komşu hukukuna riayetten, namazın rükünlerine kadar, yetime karşı nasıl davranılması gerektiği pratiğinden, devlet olma ve devlete karşı olma konularına kadar her husustaki pratiğin (amele dönüştürülmüş fikir) adıdır Sün­net. Elbetteki bunun, yani Sünnet’in, kendi arasında da bir tasnifi olup, olmazsa olmaz cinsindeni bulunduğu gibi, yapılırsa sevap ya­pılmazsa sorumluluk da getirmeyeni vardır ve farzdan mübaha kadar sıralanmıştır bunlar.

Bu anlamda sünnet bütün Müslümanların kaynağı duru­mundadır. Bizim tarafımızdan Ehl-i Sünnet değil de, Ehl-i Bidat olarak bilinen fırkalar da aslında kaynak olarak gene sünneti almış olmuyorlar mı? Dolayısıyla onlar da kendi açılarından Ehl-i Sünnet olma hakkına sahip değil midirler?

Burada zikri geçen farklılık, kanımız o ki bakış, anlayış ve fiile intikal ettirişlerde insanlar arasında çok geniş anlamıyla birçok faktörün dâhiliyle meydana gelen farklılıkların sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. İslam olan bir kişi İslam olana kadar hangi kültürün içinde kalmış, hangi gelenekleri üzerinde taşımış, akliyeti ne kadar­mış, anlayış ve ufuk açıklığı ne derece imişse İslam olduktan itibaren kendisini saf İslam’la yıkaya yıkaya düşünce ve tavırlarındaki tüm (İslam’ın esprisine aykırı düşen) müktesebatından soyunabildiği nis­bette İslamlaşabilmektedir. Bu ameliyede kim ne kadar beceri, başarı gösterirse bu konudaki cehdini hızı hiç düşmeden belki artarak devam ettirebilirse o nisbette başarılı olabilmektedir.

İnsanın zayıf olmasının da doğal bir sonucu olarak insanlarda düşünülerek yapı­lan şeylerden çok, alışılarak yapılan şeylerin hâkimiyeti gözlemlen­mektedir. Bu zaaf ister istemez bilinç unsuru ihmal edilmeden, doğ­ruların alışkanlıklara dönüştürülmesi sürecinin müktesebatın edinilmesi sürecinden daha kesif ve daha uzun olmasıyla açıklanabi­lir. Bugün, bidat olarak tavsif edilen nice söz, davranışlar var ise bunların hemen tümünün İslam dışı müktesebatın kalıntıları ya da bir başka şekilde yeniden doğuşları, ortaya çıkışları olarak tanımla­nabilir. Mesela, belirli bir kabilede ya da belirli bir soyda (tamamen sulbü kasdediyoruz burada) üstünlük görmek ve buna dayalı olarak da o kabile veya soya veya kavme avantajlı durumlar kazandırmak ileri düzeyde sayılabilecek bidatlardandır. Bu bidatın izi sürüldü­ğünde vardığımız yerin tamamen İslam dışı (cahili) kültürlerde yata­ğını bulmak kaçınılmaz oluyor. Vakıa olarak karşısında bulduğu bu olguyu İslam kendi boyasıyla boyamış ve üstünü örtmüş iken, biraz İslam’ın rengine benzer renkle solgun da olsa İslam boyasının silin­diği yerden yine eski renk (bidatın kendi renginin) çıktığını birçok konuda rahatlıkla görebiliyoruz.

Daha açıklayıcı olması bakımından buna bir iki örnek vermeniz mümkün müdür?

Tabii, İslam’ın tüm esası Kur’an’da bulunduğuna, bizlere en iyi Müslüman olarak da Resulullah gösterildiğine göre, Resulullah’ın da Kur’an’ı ahlâk edinmiş kişi bulunduğu gerçeğine rağmen Kureyş’e, Ali ve evladının soyuna, filan ya da falan beldeye, filan ya da falan ırka (kavmi necib), lisana, bir bakıma azizlik ifade eden bidatları açıkça söylemek mümkündür. Kaldı ki köken itibarıyla ke­sinlikle bu ve benzeri şeylerin İslam’ın tüm esaslarını mecmu bulu­nan Kur’an’da en ufak bir tedai ettiricisine dahi rastlamak mümkün değildir. Eski kültürlerine yaşama şansı kazandırmak için çoğu kez Resulullah suistimal edilmiştir. Daha ileri giderek lafızlarını de­ğiştirmeleri mümkün bulunmayan Kur’an ayetleri dahi tevil gibi sakim bir yol ile kullanılmaya cüret edildiğine, bize intikal eden kül­türde izlerine çokça rastlamak mümkündür. Mevzuat’tan (uydurma hadisler) haberi olanlar bu konuyu anlamakta hiç güçlük çekmeyeceklerdir. Daha öteye giderek o denli zaaflar gösterilmiştir ki, kendi temayüllerinin din hâline getirilmesi uğruna Peygamber’e yalanlar isnad edilmiştir. Kendisinin sevdiği bir yemeği insanlara sevdirerek bile cennette kolayca turlar tertip edenlere rastlanmıştır.

Buraya kadar ki açıklamalarımız da bir maksada mebni olarak yapılanlardı. Konumuzun başında dışında bırakmak istediğimizi ayrıca belirtmek isteriz. Kasd’ı mahsusla yapılanlardan sonraki sırada bulunanları say­maya çalıştık. Elbette ki İslam’ı ifsad için, bu amaçla yapılanlar bu sıralamada en başta gelmelidir. Her yeni inşa’da çoğu kez eski malzemeyi de kullanma temayülü taşıyan insan hep eski malzemenin hangileri ve ne kadarının bu yeni inşada kullanılıp kullanılmayacağı konusunda gösterdiği acz yüzünden yeni inşada da eskiden bir şeyler bulundurma zaafını hep göstermiştir. Allah’ın dini de ta başından bu yana insanın bu zaafından pratikte kendisini koruyamamıştır. Bu ko­ruyamama teorik olarak bir korunamama olmayıp yani aslın ziyaı manasında bulunmayıp (Kur’an Allah tarafından muhafaza edildiği için) daha çok kendini hayata uyarlamada gösterebilmiştir. Bu Sün­net anlayışındaki bir uçtan bir uca farklılığın kolaylığını oluşturu­yor. Bu farklılığı asgariye indirmenin tek yolu, bıkmadan usanma­dan, sünnet olarak bize intikal eden her şeyin yeniden ve defalarca Kur’an’la sağlamasını yapmaktır. Bunu yeniden yapmak bize Sünnet’ten bir şey kaybettirmeyecek, bilakis sünnet olmayan yani bidatlardan bizi arındıracaktır. Ehl-i Bidatın Sünnileşmesi gerçek manasıyla Ehl-i Sünnetin de Sünnileşmesinin tek yolu budur. Bu şu veya bu ayırım yapmaktan öteye tüm Müslümanım diyenlerin İslam olmalarının ve İslam kalmalarının olmazsa olmaz cinsinden zorunlu bir gereğidir. Bu sebepledir ki herkes, Şiiliğine Sünniliğine bakma­dan Müslümanlığına bakmaya başlamalı ve daha iyi Müslüman olma­nın yolunu tutmalıdır. Bu da Kur’an’ın gereği gibi anlaşılması, onun hayata uyarlanmış pratiği olması bakımından Resulullah’ın da Kur’an’ın ışığında bize intikal eden yaşantısının yeniden yeniden gözden geçirilmesiyle mümkün olabilir.

(Aylık Dergi, Ehl-i Sünnet Özel Sayısı, 1985, sh. 451-457)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !