Şükrü HÜSEYİNOĞLU

03 Nisan 2009

"BEN YAPTIM OLDU" UMURSAMAZLIĞI

Aralarında hükmetmesi için, Allah'a ve elçisine çağrıldıkları zaman mü'min olanların sözü, 'İşittik ve itaat ettik' demeleridir. İşte felaha kavuşanlar bunlardır. (Nur 24/51)

 

Müslüman olmak, alemlerin Rabbi yüce Allah’ın ölçülerine ve Rasulullah’ın bu ölçülere dayalı örnekliğine tabi olmak demektir. İslam, hayatın bütününe dair ölçüler vazeden ve iman iddiasında olan insanları bu ölçülerle yükümlü kılan bağlayıcı bir hayat nizamıdır.

 

Yüce Rabbimiz hayatı ve ölümü kimlerin daha güzel amellerde bulunacağını sınamak için yaratmıştır.[1] Bu sınav çerçevesinde insana doğru yolu göstermiş ve fakat şükredici veya nankör olması konusunda onu muhayyer bırakmıştır.[2]

 

İslam, insana yöneltilmiş Rabbani bir davet ve tekliftir. Hakla bâtıl birbirinden apaçık ayrılmıştır ve dinde zorlama yoktur.[3] Dileyen iman edecektir, dileyen ise inkâr edecektir.[4] Yüce Allah’ın, insanların iman ve ibadetine ihtiyacı olmadığı gibi, inkâr ve fıska yönelmelerinden de herhangi bir zararı söz konusu değildir. Kim Allah’ın yoluna uyarsa bunu ancak kendi lehine yapmış olacak, kim de Rabbani davete sırt çevirip bâtıla yönelirse ancak kendi aleyhine hareket etmiş olacaktır.[5]

 

Evet, Rabbimiz insanlara iki cihan saadetinin yolunu apaçık bildirmiş, aralarından seçtiği elçiler aracılığıyla onları bu yola davet etmiş, fakat bu davete tabi olup olmama konusunda onları tercih sahibi kılmıştır.

 

Rabbani davete tabi olmayan, yüce Allah’ın insanlar için belirlediği ölçüleri inkâr edenler için İslam’ın bağlayıcılığı söz konusu değildir. Onlar “kafalarına göre” bir şeylere inanacak ve o inandıkları doğrultuda yaşayacaklardır.

 

Oysa İslam’a iman ettiği iddiasında olan ve kendisini Müslüman olarak tanımlayan insanlar için bu şekilde bir muhayyerlik söz konusu değildir.

 

İman iddiası ispat gerektirmektedir. Rabbimizin “İnsanlar, (sadece) 'İman ettik' demekle, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” [6] beyanında bildirdiği üzere, iman iddiasında bulunan insanlar bu iddialarını fiiliyatta ispatlamakla yükümlüdürler. Hayatta karşılık bulmayan, pratiğe aktarılmayan bir iman, iddia olmaktan öteye geçemez.  

 

Bir kimse iman ettiğini ve İslam akidesini benimseyip Müslüman olduğunu söylemekle kendisini mutlak olarak bağlayan bir akidleşmede bulunmuş olmaktadır.

 

Bu noktadan sonra İslam’ın hükümleri o kimse için bağlayıcıdır. Bu akidleşmeden sonra artık, “ben istediğimi yaparım”, “kafama göre takılırım” deme hakkına sahip değildir, olamaz.

 

Artık neye ve niçin inanacağı ve neyi ve niçin yapacağı konusunda Allah’ın bildirdiği ölçülere tabi olması o kimse üzerine mutlak bir borçtur. İman iddiasından sonra, bu iddiadan geri dönmediği müddetçe kendisi için Allah’ın ölçülerinden başka bir ölçü araması, akdine sadakatsizlik anlamı taşıyacaktır.

 

Nitekim Rabbimiz “Allah ve Rasûlü bir işe hükmettiği zaman, mü'min bir erkek ve mü'min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlü’ne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir dalalete düşmüştür.” [7] ayetiyle bu gerçeği beyan etmiştir.

 

İslam, iman ve amel bütünlüğünü esas alan bir dindir. Kur’an’a göre nasıl ki imansız bir amel makbul değilse, aynı şekilde amelsiz bir iman da makbul değildir. Kur’an-ı Kerim’de mü’minlerin sahip olmaları gereken vasıfların bildirildiği tüm ayet grupları, bu hakikati apaçık şekilde beyan etmektedir. Asr Suresi, Mü’minun Suresi’nin ilk 11 ayeti, Bakara Suresi’nin ilk 5 ayeti, Enfâl Suresi 2-4. ayetler ve daha birçok ayet grubu iman-amel bütünlüğünü tartışmaya yer bırakmayacak açıklıkta beyan etmiş bulunmaktadır.

 

Dolayısıyla İslam’a iman ettiğini ve Müslümanlardan olduğunu söyleyen bir kimsenin, iman-amel bütünlüğünde İslam’ı hayatına hakim kılma zorunluluğu vardır. Müslüman olduğunu söyleyen insan için heva ve hevesine göre yaşamak, “kafasına göre takılmak” söz konusu bile değildir, olmamalıdır. Aksi bir tutum, iman akdini bozmak anlamına gelecektir.

 

Tabii ki mü’minler hata ve günahtan münezzeh değildir. Fakat mü’minin temel vasıflarından biri de, hata ve günahta ısrarcı olmaması, günah işlediğini fark ettiğinde veya bu kendisine hatırlatıldığında hemen kesin bir tevbeye yönelmesi[8] ve durumunu düzeltmesidir. Zira, “Allah'ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” [9]

 

Mü’minlerin temel vasıflarından biri de, kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığında onlara karşı sağır ve kör davranmamalarıdır.[10]

 

Mü’minler, Allah’ın ölçülerinin bağlayıcılığı konusunda birbirlerini denetlemek ve gerektiğinde ikaz etmekle, iyiliği emr, kötülükten nehy yükümlülüğü gereği birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmekle de yükümlü kılınmışlardır.[11]

 

Hz. Peygamber’in öncülüğünde inşa olunan ilk Kur’an nesli, bu Kur’ani ilkeler üzerine bina edilmişti. İlk nesil, İslam’ı asla bir vicdan teskin aracı olarak veya günah çıkarma müessesesi olarak görmüyordu. Onlar için İslam belli gün ve gecelerin dini değildi.

 

Onlar, İslam’a, kendisine iman ettiğini söyleyenler üzerinde bağlayıcılığı olmayan, dileyenin ciddiye alıp yaşayacağı, dileyenin ciddiyetsizlikle yaklaşıp sadece iman iddiasıyla üzerinden cennet hayalleri kuracağı bir “hobi dini” muamelesi yapmıyorlardı. Onlar, İslam’ı, dönüştüren, bâtılı imha ve hakkı inşa eden mutlak bağlayıcı bir hayat nizamı olarak algılıyor ve o ciddiyetle hayatlarına hakim kılıyorlardı.

 

Ne var ki Hz. Peygamber sonrası dönemde Ümeyyeoğulları’nın yeniden sahneye çıkması ve cahiliye asabiyetine dayalı iktidar mücadelesini yeniden ateşlemeleri ile siyasî alanda başlayıp giderek akide ve fıkıh alanına sirayet eden bir tahribat ve tahrifat süreci başladı. İslam iktidarını kısa zaman içinde alaşağı edip saltanata çeviren Emevîler, “Biz İslam’a değil, İslam bize uysun!” mantığıyla, bütüncül bir hayat nizamı ve bir tevhid ve adalet çağrısı olan İslam’ı aslî kimliğinden uzaklaştırma çabasına girişerek zulümlerinin payandası kılmaya çalıştılar.

 

Bu süreçte İslam’ın ilk hedef alınan ölçüleri, zulme karşı adalet çağrısı ve iman-amel bütünlüğü oldu. Zalimlere meyletmeyi bile yasaklamış olan İslam’ı “Zalim de, fasık da olsalar yöneticilere itaati” emreden bir saray dini haline getirmeye yönelik hükümler icad edildi. İman-amel bütünlüğünü ısrarla vurgulayan Kur’an-ı Kerim’i tekzib edercesine amelsiz bir imanın makbuliyeti propagandası yapıldı. Böylece İslam’a iman eden kitlelerin İslam’la bağı zayıflatılmaya, fısk ve günahın iktidarına meşruiyet ve zemin kazandırılmaya çalışıldı.

 

Bu tahribat ve tahrifatın etkisiyle Müslüman kitlelerin İslam algısı ciddi bir şekilde kırılmalara uğradı. Bu muharref anlayışların yaygınlaşmasıyla birlikte ortalık “namazsız Müslümanlar”la dolmaya başladı. İnsanlar İslam’ın emirlerine tabi olmasalar, yasaklarına riayet etmeseler de Müslüman olduklarına ve Müslüman kaldıklarına kanaat ettiklerinden İslam’ın pratikte kitleler üzerinde bir bağlayıcılığı kalmamış oldu.

 

Bu yanlış miras ne yazık ki bugünlere kadar taşındı. Günümüzde de bu yanlış miras üzerinde yeni yeni duyarsızlıkların, sapmaların ortaya çıkışına tanık olmaktayız.

 

Şimdilerde bir kısım Müslümanların İslam’ın kırmızı çizgilerine riayet konusunda duyarsız davranmaya başladığını, buna karşılık kendilerine yapılan ikazlara ise sağır kesilip “Ben yaptım oldu!” umursamazlığına yöneldiklerini görmekteyiz.

 

Son dönemlerde bankaların kendileri açısından daha kârlı ve risksiz bir alan olarak gördükleri “tüketici kredileri” konusunda kesenin ağzını açması, özellikle konut ve araba alımı konusunda bankalardan faizli kredi kullanımının artması sonucunu doğurdu.

 

Rabbimizin faizi apaçık şekilde “Allah ve Rasulüyle savaş” olarak nitelemesine[12] rağmen ne yazık ki bir kısım Müslümanların da konut veya araba alımında faizli kredi kullandığını duymakta, görmekte, öğrenmekteyiz. Bu kimselere, yaptıkları işin haram olduğunu söylediğinizde genellikle ihtiyaçtan, zaruretten vs dem vurarak eleştiri ve uyarıları geçiştirdiği, kısacası “Ben yaptım oldu!” şeklinde umursamaz bir tutuma yöneldikleri görülmektedir.[13]   

 

İslam’ın ölçülerine karşı duyarsızlık ve bu ölçülere rağmen “Ben yaptım oldu!” şeklindeki tutum bazı “İslami” çevrelerde de kendini göstermektedir. Kendilerini Müslüman olarak tanımlayan ve dolayısıyla İslam’ın ölçülerine göre hareket etmekle yükümlü olan söz konusu çevreler her geçen gün yeni yeni “açılım”lar yapmakta, düne kadar titizlikle uzak durdukları bazı adımları artık rahatlıkla atmakta ve buna karşılık kendilerine yöneltilen ikaz ve eleştirilere de kulak tıkayıp “Biz yaptık oldu!” şeklinde bir umursamazlığın içerisine girmektedirler.

 

Buna en bariz örnek olarak, İslam’a hizmet adına kurulan bazı medya kuruluşlarında yaşanan ölçüsüz değişimleri verebiliriz. Faiz haram olduğu ve Rabbimiz faizi “Allah ve Rasulü ile savaş” olarak nitelediği için düne kadar doğru bir tutumla banka reklamlarını sayfalarına ve ekranlarına yanaştırmayan birçok gazete ve Tv kanalı, artık faiz reklamlarını rahatlıkla yayınlamakta, bu konuda yapılan ikaz ve eleştirilere de ya kulak tıkamakta ya da ekonomik sıkıntıları gerekçe göstererek eleştiri ve ikazları geçiştirmeye çalışılmaktadırlar.

 

Böyle olunca da günah günahı takip etmekte ve ölçüsüzlük bu yayın organlarını kuşatır olmaktadır. Gelinen noktada söz konusu yayın organları diğer yayın organlarından neredeyse ancak logoları sayesinde ayrılabilir hale gelmiş bulunmaktadır.

 

Hatadan, günahtan dönmek yerine “Ben yaptım oldu!” şeklinde bir tutuma yönelmek, günahın iktidarına yol açmakta, giderek günaha karşı duyarlılık yok olmaktadır.

 

Hz. Peygamber’den rivayet olunan şu hadis bu gerçeğe işaret etmektedir:

 

“Mü’min bir günah işlediği zaman kalbinde siyah bir nokta belirir. Eğer o günahtan el çeker, Allah’tan günahının affını dilerse, kalbi o siyah noktadan temizlenir. Eğer günaha devam ederse, o siyahlık artar. “Hayır, onların işleyip kazandıkları şeyler kalplerinin üzerine pas tutmuştur” (Mutaffifin,14) ayetindeki “rân” budur.” [14]

Benzeri bir durum da, daha önceleri İslam’ın gereği olarak mevcut laik sisteme muhalif olan bazı çevrelerin, sistem karşısında giderek değişen tutumlarında kendini göstermektedir. Düne kadar “tağutun reddi” doğrultusundaki Kur’ani ölçü[15] gereği İslam dışı sisteme muhalif olan bazı çevrelerin şimdilerde bu sistemin işleyişinde rol almak için yarışır oldukları, sistemi içeriden dönüştürme adına giderek sistemle bütünleşen bir hareket yöntemini içselleştirdikleri görülmektedir.

 

Söz konusu çevrelerin, mü’minlerin birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmesi yükümlülüğü çerçevesinde kendilerine yapılan ikaz ve eleştiriler karşısında ise, tıpkı yukarıdaki örnekte olduğu gibi “Biz yaptık oldu!” tutumuna yönelip umursamazlık içerisine girdikleri gözlenmektedir.

 

Bilindiği gibi İsrailoğulları içinden Rabbimizin Cumartesi yasağını çiğneyen topluluk da bu tür bir tavır içine girmişti. Allah’ın emrine kayıtsız şartsız tabi olacakları yerde, buna rağmen avlanmak için kendilerince bir “çözüm” bulmuşlardı. Ağlarını denize Cuma akşamı atıyor, Pazar günü topluyorlardı. Böylece akıllarınca hem Allah’ın emrini ihlal etmemiş oluyorlardı, hem de işlerini görmüş oluyorlardı. Fakat aslında bu “çözüm” kendilerini aldatmaktan başka bir anlam taşımıyordu. Nitekim İsrailoğulları içinden fıska sapmayan topluluk onları ikaz ediyor, fakat onlar bu ikazlara “Biz yaptık oldu!” umursamazlığıyla cevap veriyorlardı. Neticede ise hem dünyada, hem de ahirette kaybedenlerden olmuşlardı.[16]

 

Dileriz, bugünün “Ben yaptım oldu”cuları, tez elden bu yanlış tutumdan vazgeçip Allah’ın ayetleri kendilerine hatırlatıldığında sağır ve kör davranma tavrından bir an önce vaz geçerler.                

 

Dipnotlar



[1] Mülk 67/2

 

[2] İnsan 76/3

 

[3] Bakara 2/256

 

[4] Kehf 18/26

 

[5] Yunus 10/108

 

[6] Ankebut 29/2

 

[7] Ahzab 33/36

 

[8] Tahrim 66/8

 

[9] Nisa 4/17

 

[10] Furkan 25/73

 

[11] Al-i İmran 3/110, Tevbe 9/71

 

[12] Bakara 2/278-279

 

[13] Üstelik bu konuda “Konut zaruri ihtiyaç olduğundan bunu için faizli kredi kullanılabilir” yollu sözümona “fetva”lar da işittik. “Sözümona fetva” diyorum zira bu “fetva”yı veren kişiler bilmezler mi ki borç almak zaten zaruretten kaynaklanır. Kimse zarureti olmadan borç almaz. İşte Rabbimiz hiçbir istisna getirmeden faizle borçlanmayı kesin olarak yasak etmiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi faizle borç vermek ve almak Kur’an’da Allah ve Rasulü ile savaş olarak nitelenmiştir. Bu açık Kur’ani beyana rağmen faize kapı aralamanın vebalini kimse taşıyamaz.

 

[14] Tirmizî, Kitabu Tefsiri’l-Kur’an, 75; İbn Mâce, Zühd, 29 

 

[15] Bakara 2/256

 

[16] A’raf 7/165