Şükrü HÜSEYİNOĞLU

24 Eylül 2009

'DİNDARLIK ANKETLERİ'NDE SORULMAYAN SORU

Birkaç hafta önce (Ramazan ayı içerisinde) Türkiye toplumunun İslam’la irtibatını ölçmeye yönelik bir anketin sonuçları açıklandı. Anket, toplumun din algısı konusunda önemli ipuçları verir nitelikte.

 

Kur'an'ın Anlamıyla Buluşma Platformu’nun ANAR Araştırma Şirketi’ne yaptırdığı ve 12 şehirde 2 bin 224 kişiyle birebir görüşme yoluyla gerçekleştirilen anketin sonuçlarına göre, Türkiye’de yaşayanların yüzde 79.8’i kendisini “dindar” olarak görüyor. Anket verilerine göre, Türkiye’de Ramazan orucunu düzenli tutanların oranı yüzde 80’i bulurken, düzenli namaz kılanların oranı yüzde 40’larda kalıyor. Ankete göre, Cuma namazına düzenli gidenlerin oranı yüzde 65’i ve ara sıra gidenlerin oranı da yüzde 22.7’yi bulurken, Kur’an’ı, mealinden (anlamaya yönelik olarak) okuyanların oranı ise yüzde 5’te kalıyor.

 

Tüm bu veriler, Türkiye toplumunda İslam’ın, kurucu paradigma ve belirleyici bir hayat nizamı olmaktan ziyade, geleneksel bir kültürel değer olarak kabul gördüğünü bir kere daha gözler önüne sermektedir. Bu verilerin de işaret ettiği gibi, bu toplumda yaşayan insanların çoğunun İslam’la irtibatı temelden bir sakatlık içermektedir. Birçok insan, hayatı İslam’ın ölçülerine göre biçimlendirmek bir yana, ibadetleri bile, hiçbir meşru gerekçeye dayanmayan bir keyfilikle kendileri belirleyip biçimlendiriyor. Bazı ibadetleri olmazsa olmaz görüp onlardan asla vazgeçmezken, bazı ibadetlerinse yanına bile yanaşmamakta ısrar ediyor. Yukarıda söz konusu ettiğimiz anket, bu acı gerçeği bir kere daha vurguluyor.

 

Bu, meselenin bir boyutu. Meselenin bir başka boyutu daha var ki, o da anket sonuçlarında yüzde 80’lere ulaştığı ifade edilen “dindarlığın”, İslami bilinç olarak da ifade edebileceğimiz İslam’ın dünya görüşüyle doğru orantılı olmaktan çok, ters orantılı bir gelişim seyri izliyor olmasıdır.

 

Evet, toplumda bir “dindarlaşma” süreci yaşandığı açık. Bunu anlamak için anketlere bakmaya da gerek yok aslında. Lakin, bu “dindarlaşma” sürecinin, hayata ve dünyaya dair bir bütüncül kavrayış olarak İslami bilinçlenmeyi beraberinde getirmediği de bir gerçek. Hatta yer yer bu sürecin İslami bilinçlenmenin önüne engel olarak dikildiğini, “dindarlığın” zaman zaman İslami bilinçlenmenin önünde bir paratoner işlevi görebildiğini de bir paradoks olarak gözlemleyebilmek mümkün.  Kitlelerin yerel ve küresel zulüm odaklarına entegrasyonunda rol üstlenen bir “dindarlık”, her şeyden önce zulüm odaklarının temsil ettiği cahiliye ile ayrışmayı öngören İslami bilinçlenmenin önünde devasa bir engel oluşturabiliyor.

 

Geçtiğimiz Cuma, Dünya Kudüs Günü’ydü. İstanbul’da Fatih Camii avlusunda çeşitli İslami kuruluşların öncülüğünde gerçekleştirilen Kudüs Günü etkinliğinde kürsüye çıkanlardan biri de Hamas Siyasi Büro temsilcilerinden Ziyad Ebu Zeyd’di. Ebu Zeyd, Kudüs’ün Müslümanlar ve İslam dâvâsı için önemini vurguladıktan sonra şu ifadeleri kullandı:      

 

“Kudüs'ü özgürleştirmek İslam dininin yüklediği ibadî bir görevdir. Namaz kılıyor, oruç tutuyor, hacca gidiyor da Kudüs için bir şey yapmıyorsanız imanınız henüz kemale ermemiş demektir."

 

Hamas temsilcisine katılmamak mümkün mü? Kudüs’ü mesele etmeyen, Kudüs diye bir dâvâsı olmayan bir dindarlık ne ifade eder?

 

Kudüs’süz bir dindarlık, “lâ” demeden “illallah” demeye kalkışmak değil de nedir? Zira, Kudüs’e sahip çıkmak, Kudüs’ü mesele edinmek çağın Firavunlarına “lâ” demenin başlangıcıdır. Gerek küresel, gerekse yerel zulüm odaklarına karşı konumlanmanın başlangıcı Kudüs’ü dâvâ edinmek, Kudüs’ün özgürlüğüne kavuşması için gayret sarf etmektir.

 

Bu satırları okuyup da “Haydi küresel zulüm odaklarını anladık, peki yerel zulüm odaklarının Kudüs’le ne ilgisi var?” diyenler olabilir. Onlara, geçtiğimiz haftalarda Özgür-Der’in düzenlediği başörtüsü eyleminde yazar Rıdvan Kaya’nın da vurguladığı gibi, Türkiye’de gerçekleştirilen son iki darbenin (12 Eylül ve 28 Şubat) gerekçeleri arasında, Kudüs’le ilgili etkinliklerin (Konya’daki Kudüs Yürüyüşü ve Ankara Sincan’daki Kudüs Gecesi) yer aldığını hatırlatmak isterim.  

 

Bu çerçevede şunu rahatlıkla ifade edebiliriz: Kudüs’süz bir dindarlık ne kadar sağlıklıysa, Kudüs duyarlılığıyla ilgili herhangi bir soru içermeyen “dindarlık anketleri” de ancak o kadar sağlıklı olabilir! Zira, Kudüs duyarlılığından, Kudüs’e sahip çıkma bilincinden arındırılmış bir dindarlık, temelden yanlış kurgulanmış bir dindarlıktır. Bugün Kudüs’e sahip çıkmak “lâ” demenin başlangıcıdır. “Lâ” demeden “illallah” demenin, yanlış temele bina kurmaya kalkışmaktan farksız olduğu ise açıktır.