`Hayattan uzaklaştırılan din yok olur`
Yusuf Kaplan: Din, Mekke`de hayat buldu, bir insan tipi yetiştirdi ve Müslümanca bir duyuş, duruş, düşünüş, varoluş ve yaşayış dil`i kurdu. Din, Medine`de ise hayat oldu; hayatın kendisi oldu; dolayısıyla bir üst-dil kurdu: Hayata ayna tutacak ve hayatın aynası olacak bir üst-dil üretti.
Gerçek Hayat dergisinden İsmail Kılıçarslan'ın, yazar Yusuf Kaplan'la yaptığı röportajı dikkatlerinize sunuyoruz:
Türkiye'de dindar kesimi bekleyen tehlikelerden biri de "Protestan ahlak algısı" mıdır? Yani, toplumsal düzene, dünya hayatına karışmayan bir din algısı?
Her şeyden önce, "dindar" nitelemesinde başlıyor problem. Dindarlığın bir ölçütü de, ölçüsü de yok. Herkes dindar olabilir; en seküler kişi de, sekülerliğe türlü şekillerde karşı çıkan veya duran kişi de dindar olabilir.
Aslında, "dindar"lık, Protestanlaşmanın "vasıta"larından biridir; başka bir ifadeyle, "dindar"lık olgusu, "dini daraltma", yani, tastamam bir "dini-darlık" olgusudur. Bir toplum, bu anlamda, dindarlaşmışsa; dini-daraltmış, Protestanlaştırmış demektir; dindarlık, bir süre sonra protestanlığın vasıtası olmaktan çıkar, vasatını oluşturmaya başlar.
Sorunuza gelecek olursak... Türkiye'de İslâmî duyarlıkları bekleyen en önemli, en ayartıcı, en baştan çıkarıcı tehlike, Protestanlaşma tehlikesidir. Protestanlaşma, pornografikleşmedir. Dinle ilgisi en zayıf biri bile, dindar biri olduğunu söylemekle, dini pornografik bir seyirlik malzemesine dönüştürür. Din, ihtiyaç duyulduğu zamanlarda kullanılacak sosyolojik, siyasî, kültürel, estetik bir malzeme değildir.
Din, bir varoluş meselesidir. Hayatta, hayatın her ânında ve alanında, sanatta, edebiyatta, fikriyatta ve fiiliyatta, siyasette ve siyaset-üstünde bir varoluş, bir duruş, bir duyuş, bir düşünüş, bir yaşayış meselesidir. Dini, dindarlığa indirgemekle, dine bir kullanım tarihi belirlemiş oluyorsunuz; nerede ve ne zaman kullanım tarihi icap ediyorsa, dine de ona göre ve o oranda bir kullanım değeri biçmekten kurtulamazsanız.
Din, varlığın ve hakîkatin yegâne kaynağıdır; hayatın hem vasatı, hem de vasıtasıdır. Dinden yoksun bir hayat vasatı, bayatlamaya, ruhsuzlaşmaya mahkûmdur. Dinden yoksun bir hayat vasıtası, bütün dinamiklerini, hayatiyetini ve ruhunu yitirmeye mahkûmdur.
Protestanlaşma, dini, hem vasatı, hem de vasıtası olduğu hayattan uzaklaştırma, hayatın bir bölmesine gömme sürecidir. Dinin Protestanlaşması, kabaca dinin sekülerleştirilmesi, dünyevîleştirilmesi demektir. Dinin sekülerleştirilmesi, insanın varoluşuna ve varlığa kökten bir varoluşsal saldırıdır. Çünkü dinin dışında veya dinden bağımsız hiç bir kaynak, insana hayatta hayatiyet veremez. Dinin sekülerleştirilmesi, dünyevîleştirilmesi sürecinde, din, nesneleştirilir. Dinin dünyevîleştirilmesinin varacağı nokta, dünyevî olanın dinselleştirilmesi, kutsanmasıdır; tam bu noktada da dinin pornografik bir işlev görmesi kaçınılmazlaşır: Her tür dünyevî itki, dinsel olan katına yükseltilir. Dinsellik, fetişleştirme, dünyevî ve beşerî her şeyi fetiş hâline getirme biçimine dönüşür. Böylelikle, din hayattan uzaklaştırılır. Hayattan uzaklaştırılan, hayatın sadece bir bölmesine kapatılan din, zamanla yok olmaktan kurtulamaz.
Sosyal adalet duygusu ve Protestan ahlak algısı yan yana yaşayabilir, nefes alabilir mi? Müslümanlar, sosyal adalet duygularını yitirdiklerinde neyi yitirmiş olurlar?
Sosyal adalet duygusu ile Protestan ahlâk algısı yan yana yaşayamaz. Protestan ahlâk, ahlâkı "pragma"ya indirger. "Pragma" yani çıkar, yani hayattaki şeylerin kullanım tarihleri ne kadarsa o kadar anlamlıdır. Buradan ahlâk da, sosyal adalet duygusu ve pratiği de çıkmaz. Aksine, ahlâk ve sosyal adalet, tam da burada kayıplara karışır.
Protestan ahlâk algısı, pragma'ya, dinselleştirilmiş, süblime edilmiş bir yükleme yapar ve dini bütün yüklerinden, temellerinden arındırır; pragma'nın prangalarına ve insafına terk eder.
Protestan ahlâk algısıyla sadece sosyal adalet duygusunu yitirmekle kalmayız, kendimizi, kendi olma imkânlarımızı, varoluş, kendi olarak varoluş imkânlarımızı da yitiririz. Kutlu Kitabımızın adalet tarifi muhteşemdir: "Her şeyi yerli yerine oturtmak." Bütün varlığı, varoluş sebebini bozmaksızın, nasıl ve niçin varolmuşsa öylece kabul etmek. Her şeyi, bütün farklılıkları, bütün farklı varlıkları, inançları, insanları, renkleri kendinde "şey" olarak kabul etmek. Kendimize göre "şey" olarak değil. Bizden istenen şey, eşyanın hakîkatine vâkıf olabilmektir. Bizim Protestan ahlâkıyla yaptığımız şeyse, sadece ve sadece eşyanın da, insanın da, tabiatın da, dinin de hakîkatini iptal ederek, kendi pragmamıza uygun hâle getirerek prangaya vurmaktan ibarettir.
Protestan ahlâkının kapitalizmi doğurması, o yüzden boşuna değildir. Protestanlaşma, dini bireysel alana, insanla Tanrı arasında olup biten bir inanç meselesine indirger. Protestanlaşma, sosyal ve ekonomik alanda ise, hayatı çalışmaya, dünyevî güç ve iktidar biriktirimine indirger. Çıkara yani. Çıkarsa, insanı insanlığından çıkarır. Kendi üstüne kapatır. Kendi çıkarlarına kul köle yapar; pragmanın prangaları insanı esir ve teslim alır.
İslam'ın ortaya koyduğu "sosyal adalet duygusu" nun tanımlarından biri de "sermaye ile kurulan doğru ilişki" ise itikatta Müslüman amelde kapitalist bir toplumsal düzeni nasıl izah edebiliriz?
İslâm'ın adalet tasavvuruyla itikad tasavvuru, birbiriyle iç içedir. Bunun en çarpıcı örneği zekât ve namazın aynı âyetlerde sıklıkla yan yana zikredilmiş olmasıdır. Zekât, maddî arınma; namaz manevî / rûhî arınmadır. Zekât da, namaz da itikatla, imânla, kopmaz irtibat içindedir. Namaz, insana ubudiyetini hatırlatır. Zekat ise, insana Rabbini, yani rubûbiyeti hatırlatır. İnsanın kazanması, Rabbi'ni her daim hatırlayabildiği zaman, hakîkî bir kazanca dönüşür. İnsanın namazla kendisini hatırlaması, kul olduğunu hatırlaması, nefsini ubudiyet yoluyla ulûhiyetin eline teslim etmesi ve hiç bir kula, başta kendi nefsi olmak üzere rubûbiyet ve ulûhiyet atfetmemesini mümkün kılar.
Protestanlaşma, dinin sekülerleşmesini ve hayattan uzaklaşmasını doğurur. Kapitalistleşme ise, insanın insanlığından uzaklaşmasını ve vicdansızlaşmasını doğurur.
Oysa İslâm'ın insandan istediği şey, Müslüman olarak vücud bulabilmesi, vicdanını her daim canlı kılabilmesi ve vücut bularak, vicdan sahibi olarak eşyaya, insana, tabiata, bütün varlığa vecd ile bakabilmesidir.
Protestanlaşma dinin vücut bulmasını engeller. Kapitalizm ise, insanın, vicdan ve vecd hakîkatlerini yitirmesinin kapılarını sonuna kadar açar ve böylelikle insanın vücut bulmasını imkânsızlaştırır.
İslâm, sekülerleşmeye de, kapitalistleşmeye de direnebilecek yegâne kaynaktır. Müslüman'ın sekülerleşmesi ve kapitalistleşmesi, İslâm'ı, dolayısıyla insanı ve hayatı bitirir. Çünkü sekülerleşme insanın iç dünyasını çökertir; kapitalistleşme ise insanın dış dünyasını târumâr eder.
İslam'da esasen mündemiç olan ve fakat pratik kurumsallığını bir türlü yenileyemeyen sosyal adalet duygusunun yeniden inşası mümkün müdür? Bu noktada başvurulması gereken yöntemin ne olduğunu düşünüyorsunuz?
Aslolan sosyal adalet duygusunun yeniden inşası değildir. Aslolan müslümanca varoluş, duyuş, düşünüş ve duruş duygusunun yeniden inşasıdır. Bu da, vasatın ve vasıtaların aynı anda harekete geçirilebilmesiyle mümkündür. Vasatı harekete geçirebilmenin yolu, medeniyetin yeniden hayata ve harekete geçirilebilmesiyle mümkündür. Din, ancak medînede hayat olabilir; medeniyette hayat sunabilir. Eğer din hayat sunabilme imkânlarını yitirmişse, hayat olma imkânlarını da yitirir.
Şu ân, din, bir medine'de hayat olabilme imkânlarını yitirmiştir. Bütün peygamberler, şehirlere / medinelere gönderilmiştir. Eğer dinin hayat olduğu medineler kurulamazsa, din, varlığını ve hayatiyetini sürdüremez. Dinin yeniden varlık ve hayatiyet kazanabilmesinin yolu, medinelerle kurulacak medeniyetten geçer. Medeniyet, varlığı, hakîkati ve eşyayı bir bütün olarak görmeyi mümkün kılan en kapsamlı varoluş alanı'dır. Medeniyet perspektifinden yoksun bir din algısının, dine hayat ve hayatiyet kazandırabilmesi imkânsızdır.
Dolayısıyla, Müslümanların esaslı bir medeniyet tasavvuruna sahip olmaksızın sosyal adaleti tesis ve temin edeceklerini beklemek hayaldir. Nietzsche, modernliğin temel sorununun nedenlerle sonuçları karıştırması olduğuna dikkat çekmişti. Müslümanların soracakları soru, neden sosyal adaletin temin edilemediği sorusu değildir. Sosyal adaletin temin edilememesi bir sonuçtur. Bunun nedeni, vahyin sunduğu bütüncül hakîkat, varlık ve eşya tasavvurunu yitirmiş olmalardır. Yani Müslümanlar, önce hakkıyla müslim / teslim olmuş olan olacaklar ki, sosyal adalet meselesini de, vicdan meselesini de, hayata dair bütün meseleleri de kavrayabilsinler ve hâl yoluna koyabilsinler.
Özetle, din, Mekke'de hayat buldu, bir insan tipi yetiştirdi ve Müslümanca bir duyuş, duruş, düşünüş, varoluş ve yaşayış dil'i kurdu. Din, Medine'de ise hayat oldu; hayatın kendisi oldu; dolayısıyla bir üst-dil kurdu: Hayata ayna tutacak ve hayatın aynası olacak bir üst-dil üretti. Medîne süreci, Müslümanların Müslüman olmayanlarla birlikte var olabilme süreciydi. Müslümanların dışındaki insanların da var kılınabilmesi, kendi hayatlarını var kılabilmeleri de, Müslümanların Mekke sürecinde geliştirdikleri dili (ilim ve düşünce geleneğini; kurucu paradigmayı) test edebilmeleri için de; Medine sürecinde geliştirdikleri üst-dili (mizan'ın tesis edilmesi; hayat kurulması, hayat üzerine düşünülmesi, dolayısıyla edebin, edebiyat ve sanat dilinin inşası çabalarını) test edebilmeleri için de medeniyet sürecine ihtiyaçları vardı. İşte Hz. Peygamber, medineyi(şehri) inşa ederek, medeniyet sürecinin tohumlarını atmıştı. Müslümanlar, medeniyet süreciyle, insanın, tabiatın, eşyanın hakikatinin tahrif edilmesini, tahrip edilmesini önleyebilmek için, Mekke sürecine de, Medine sürecine de aynı anda hayatiyet kazandırabilmek için medeniyet sürecini hayata ve harekete geçirmekle mükelleftiler. Eğer medeniyet süreci işletilemezse, sadece gar-ı müslimlerin değil, aynı zamanda Müslümanların da hayatları tehlikeye girebilirdi. Yaşadığımız şey, işte bu, bugün. Müslümanlar medeniyet sürecini canlı kılamadıkları, yaşatamadıkları için, medine de, din de var; ama hayat ve hayatiyet belirtileri yitmiş, solmuş bir entite olarak var. Eğer medeniyet süreci yeniden hayat ve hayatiyet kazanabilirse, din de, medine de hayat bulabilir, hatta hayat olabilir ve böylelikle sosyal adalet gibi münferit sorunlara müşterek bir cevap üretmek imkân dahiline girebilir. Özetle, Mekke ve Medine süreçleri, dinin vasatını oluşturur. Bu vasatın varolabilmesi, hayat ve hayatiyet kazanabilmesi için bir vasıtaya ihtiyaç vardır: O da medeniyettir. Şöyle de söyleyebiliriz. Kur'ân bize kuracağımız vasatın yaratıcı ruhunu ve kurucu iradesini verir. Ama Hz. Peygamber olmadığı zaman, bu ruhun ve iradenin hayata ve harekete geçirilmesi imkânsızdır. Kur'ân, asıldır; Hz. Peygamber, usûl'dür; yani Kur'ân bize vasatı kurmamızı mümkün kılan aslî dinamikleri verir. Hz. Peygamber de, vasata hayat ve hayatiyet kazandıracak usûlü göstermiştir. Mekke ve Medine süreçleri asıl'ı hayata geçiren vasatın kaynağını, medeniyet süreci ise, usûlü harekete geçiren vasıtanın kaynağını oluşturur. Yani Müslümanların sorunu bir plasitisite, bir estetika, bir dil kurma sorunudur vesselam. Bu sorun kavranılmadan, hiç bir arızî sorunun bihakkın hâlledilebilmesi mümkün değildir.
(Röportaj: İsmail Kılıçarslan / Gerçek Hayat)