07-05-2010 11:01

`Hızır` sakın sizi aldatmasın!

Hurafecilik, israiliyyat sevicilik, İslam dışı hayali rivayetleri büyük bir ihlas görüntüsüyle benimseme, bütün bid’at ve hurafeleri büyük bir vecd ile benimseme tam bir inanç, iz’an ve fikir hastalığıdır. Bu hastalıklardan, Kur`an şifahanesinde, tam teşekküllü bir tedavi programına talip olmaksızın kurtulmak mümkün değildir. Allah’ın şerefli elçilerinden hiçbiri ve son elçi Muhammed (sav) Hızır gibi, Hıdırellez gibi hurafelere, mitolojilere asla inanmadılar, böyle bir dalaleti telaffuz etmediler.

`Hızır` sakın sizi aldatmasın!

 Sakın Hızır sizi aldatmasın!

 

Ahya Aras / İktibas.info

 

Bugün (6 Mayıs) Hıdrellez günüymüş. Hıdrellez bilindiği gibi, Hızır ve İlyas isimlerinin galat şekilde birleştirilmiş, tek isim haline getirilmiş halidir. Hızır ve İlyas’la ilgili Türk kültüründe yığınlarca bulunmaktadır. Güya her sene 6 Mayıs’ta Hızır ve İlyas buluşuyorlarmış.

 

İlyas Peygamber Kur'an’da çok az yer verilen elçilerden biridir. Yahudi kültüründe İlyas’ın (Eliyahu/Elijah) ölmediğine, (tıpkı İsa hakkında uydurulan hurafe misali) göğe kaldırıldığına ve bir gün yeniden yeryüzüne nüzul edeceğine inanılmaktadır.[1] Bir insanın ölmeyip, bir süreliğine gözden kaybolduğu (semaya ref edildiği v.b.) ve bir gün yeniden döneceği inancına ric’at (docetism) denmektedir. Ric’at inancı İslam'da hiçbir şekilde yer bulamayacak, tamamen harici kültürlerden iktibas edilmiş bir hurafedir.

 

Ahdi Atik’de, Erden vadisinde gizlendiği zaman İlya Peygamber’e kargaların sabah akşam ekmek ve et getirdikleri, vadiden su içtiği anlatılmaktadır.[2]

 

İlyas adı hiç değilse Kur'an’da zikredilmesine rağmen, ‘Hızır’ ne isim olarak, ne de mefhum olarak Kur'an’da hiçbir şekilde geçmemektedir. İslam’a tamamen yabancı kültürlerden devşirilmiş, kozmopolit bir kavramdır. Kehf suresinin 60-82. ayetlerinde anlatılan, Musa ile, Allah'ın, “katımızdan kendisine ilim verdiğimiz kimse” diye tanımladığı bir kişilik, tamamen uydurma bir isim olarak ‘Hızır’ diye adlandırılmıştır. Bazı meal kitapları (mesela Diyanet Vakfı’nın altı yazarlı meali) parantez içinde, o alim kulu kastederek ‘Hızır’ notu düşmek suretiyle, bir Kur'an kıssasını tahrif etmektedir. Tefsir kitaplarında[3] ve tasavvuf literatüründe Hızır’la ilgili yığınlarca menkıbeye rastlamak mümkündür. İmam Rabbani, sanki Hızır’ın da katıldığı bir toplantıya katılmış ve onu yakından tanımış gibi açıklama yapmaktadır.[4]

 

Tasavvuf kültüründe Hızır etrafında şekillenen kurgusal anlatılar çok fazladır. Nefahatu’l-Üns müellifi Molla Cami, İlyas’ın, Hızır’ın dedesinin amcası olduğunu; sema yaptığını, raks ettiğini, güzel sesi olduğunu, çok sayıda evlendiğini vb. söyleyecek kadar[5] Hızır’a yakınlığı bulunmaktadır… Hızır’ın bazı ‘evliya’ya(!) hırka giydirmesi tasavvuf edebiyatında meşhurdur.

 

Kitapları yarı yarıya tasavvuf kültürüyle dolu olan Said Nursi’nin Mektubat isimli kitabı, “Hazret-i Hızır aleyhisselam hayatta mıdır? Hayatta ise niçin bazı mühim ulema hayatını kabul etmiyorlar?” sorusuyla başlamakta ve şöyle cevap vermektedir:

 

“Elcevap: hayattadır, fakat merâtib-i hayat beştir. O, ikinci mertebededir.” Nursi, Hızır adındaki mevhum kişiyi ve İlyas’ı, beştir dediği merâtib-i hayatın ikinci mertebesine yerleştiriyor ve şunları söylüyor: “Yani bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levazımatiyle daimi mukayyet değillerdir. Bazen istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler, fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür derecesinde ehl-i şühud ve keşif olan evliyanın, Hazret-i Hızır ile maceraları, bu tabaka-i hayatı tenvir ve isbat eder. Hatta makamât-ı velayette bir makam vardır ki, ‘Makam-ı Hızır’ tabir edilir. O makama gelen bir velî, Hızır’dan ders alır ve Hızır ile görüşür. Fakat bazen o makam sahibi yanlış olarak ayn-ı Hızır telakki olunur.”[6]

 

Said-i Nursi’nin bu beyanlarının, kabule şayan herhangi bir ilmi delili, izahı, ciddi bir istinadı var mıdır? Elcevap: Hayır! Koskocaman bir hiç! Hiçbir delili yoktur, zandan başka.

 

Hızır ve Hızır-İlyas inanışı, İslam düşüncesinin en zayıf noktalarından biridir. Hiçbir ilim adamının bu gülünç hikayeyi benimsemesi beklenmez. Fakat kendi gülünçlüklerine bakmayan kimseler, Hızır-İlyas’ı Noel baba’yla kıyaslayarak, şecaat arzetmek isterken, kendi acziyetlerini ele vermektedirler, bunun da farkında değildirler. Bu yazarlardan biri, ‘Noel Baba’ denilen uydurmayı “Hıristiyanların, aslı faslı olmayan, hayâli, uydurma Noel Babaları” olarak nitelendirmekte ve Hıristiyanların, çocuklarını “Noel Baba efsanesiyle” kandırdıklarını ileri sürmekte ve Noel Baba’nın gelişiyle alay etmektedir.[7] Halbuki, kendisinin büyük bir huşu ile anlattığı Hızır ve Hızır-İlyas figürünün Noel Baba’dan özde hiçbir farkı yoktur. Hatta Hızır hakkında uydurulan hurafeler ve Hızır’ın yerine getirdiği ileri sürülen işlevler Noel baba mitolojisinin kat be kat üstündedir.

 

Hurafecilik, israiliyyat sevicilik, İslam dışı hayali rivayetleri büyük bir ihlas görüntüsüyle benimseme, bütün bid’at ve hurafeleri büyük bir vecd ile benimseme tam bir inanç, iz’an ve fikir hastalığıdır. Bu hastalıklardan, Kur'an şifahanesinde, tam teşekküllü bir tedavi programına talip olmaksızın kurtulmak mümkün değildir. Allah’ın şerefli elçilerinden hiçbiri ve son elçi Muhammed (sav) Hızır gibi, Hıdırellez gibi hurafelere, mitolojilere asla inanmadılar, böyle bir dalaleti telaffuz etmediler. Onlar, günlük hayatlarında olduğu gibi, itikad olarak da ‘sade’ yaşadılar. Kur'an, bütün insanları gaybı taşlamaktan men ediyor ve “haydi, bildiğiniz konularda görüş belirttiniz ama bilmediğiniz hususlarda ne diye görüş belirttiniz!” diye uyarıyor, azarlıyor.

 

Ne Hızır hayattadır, ne Hızır diye bir kişi var olmuştur, ne de İlyas Peygamber yeniden yeryüzüne gelecektir. Şu anda her bir mü'min şöyle düşünmek durumundadır: Allah var, ben varım, diğer insanlar var, dünya ve âlem var; benim sorumluluklarım var ve bir de ahiret var… Ahireti akıldan çıkarmadan, sadece Allah'a kolay verilecek bir hesabı dikkate alan bir hayatı yaşamamız bize yetmektedir.



[1] Kitabı Mukaddes, Malaki, 4/5; eş-Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, II/212; Yaşar Kutluay, İslam ve Yahudi Mezhepleri, Ank-1965, s. 48.

[2]- Kitab-ı Mukaddes, I. Krallar, XVII/2-6.

[3] Fahreddin Razi bile tefsirinde bunu Hızır olarak anlatmaktadır.

[4] İmam rabbani, Mektubat, İst-1977, 282. Mektup, I/722; İbrahim sarmış, tasavvuf ve İslam, İst-1997, s.89.

[5] Molla Cami, Nefahatul Üns, İst-1971, s. 43 v.d.

[6] Said Nursi, Mektubat, Sözler y. İst-2004, s. 5.

[7] Ali Eren, Bugün Hıdırellez (Hızır İlyas), Vakit, 06.05.2010.

YORUMLAR
  • HUSEYIN SASMAZ   08-05-2010 21:02

    İSLAM AKİDESİNE BİR BAKIŞ Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun. Salat ve selam Resullerin efendisi ve muttakilerin imamına, onun âli ve ashabına, onun davetini yüklenip yolunu takip eden, düşüncelerine ve amellerine İslam akidesini esas alan, şer-i hükümleri ölçü ve kaynak kabul edenlerin üzerine olsun. Akidenin genel olarak kapsamı altına aldığı bakışı, çözüme kavuşturduğu önemli noktaları ve özellikleri tespit edecek olursak: Esas fikir, Lider fikir, Fikri kaide, Ana mefhum, nizamların kendisinden fışkırdığı Akide-ideoloji ve itikat edilen diğer noktalar şeklinde sıralayabiliriz. Sahih akidenin tespitinde vakıası itibarı ile tespit edilmesi istenen doğruluk, itikatta mecbur tutan yönü ruhi esasa dayalı aklen siyasi bir temel fikir oluşu üzerinde aydın bir şekilde anlaşılması, kavranması, mefhumlaşması dediğimiz kesin tasdikle bağlanılması üzerinde ancak işaret edilen noktalar bu dar sütunlarla istenildiği kadar netlik kazanacağını zannetmiyorum. Fakat bu noktalar, konunun özü bakımından insanlara belirli bir bakış açısı çizecektir. Akidenin sözlük manası: Lügatlarda geçtiği kadarı ile (A-G-D) harflerinden oluşan bir sözcüktür. Akide; bir şeyi bağlamak, düğümlemek demektir. Misal; elleri veya benzeri şeyleri bir birine geçirmek, kenetlemek. Kaşları ve benzeri şeyleri çatmak, buruşturmak. Gözlerini dikmek kemer yapmak, üzerine kemer geçirmek. Toplanmak, kongre- oturum yapmak gibi manalara gelmektedir. Bazı cümle içerisinde kullanılışı ise: Kadın ile nişanlanmak, her şeyden üstün görmek, üstün tutmak. Bir şeye başlamak, bir şeyi ilk defa başlatmak. Sormak çevrelemek kuşatmak. Kararına varmak, bir işi düğümlemek bağlamak. Akıntı ve rüzgar bu gibi şeylerle bulutları bir araya toplamak, düğüm ile bağlamak karmaşık kompleks içinden çıkılmaz olmak pelteleşmek katılaşmak, bir biri ile bağlanmak. Bir şeye inanmak -inanç- imanlı olmak itikat sahibi olmak, kesin inanç, itikat edilen inanılan şey prensip, öğreti, doktrin. Görüldüğü gibi akide ve itikat lafızları kelime itibarı ile lügat manasında aynı kökten, yani (A-G-D) harflerinin oluşturduğu kökten gelip lügat ve ıstılah olarak aynı noktada birleştiklerini görürüz Özetleyecek olursak lügatta akide; üzerinde kalbin düğümlendiği şey demektir. Akidenin Istılahı manası: İnsan, hayat, kainat, dünya hayatının öncesi ve sonrası hakkında, hayatın öncesi ve sonrası ile alakası hakkında toplu, külli, bir düşünüş benimsemektir. Bu tarif her akide için geçerli olduğu gibi İslam akidesi içinde geçerlidir. Kapsamına mugayyibat ve hissedilmeyenleri de alır. Cennet, cehennem ve melekler gibi. Başka bir deyimle akide; delile dayalı, vakıaya uygun kesin tasdik olarak ifade edilir. Akidenin derin ve aydın kapsamlı, ruhi bir esas olması aklen tespit edilmesinde önemli sorgulamanın ve incelemenin yapılması gerekir. Bu noktada şu sorular sorulmalıdır. Ben bir insan olarak ve içinde yaşadığım bu dünya ve hayat, bu kainat nedir, nerden gelip nereye gidiyoruz? Başlangıç itibari ile dünya hayatının öncesi nedir, sonunda ne var? Bu muhteşem oluşum ve bizler niçin yaratıldık? Varılan neticelerin dünya hayatı ile olan ilişkisi benim hayatımla olan ilişkisi nedir? gibi sorular sorulup derinlik ve aydınlık sınırlarını maksimum seviyede aklen incelemeye tabi tutulması gerekir. Yoksa insanın en büyük sorununu temel meselesini ki, yukarıda tespit ettiğimiz hayatını yorumlayacağı bu akide üzerinde itikat dediğimiz veya kesin tasdik, tasdik-i cazim, çözüme kavuşmuş oluşmaz. Yani, esas fikir - fikri kaide - lider fikir - ana fikir ve kendisinden nizamların çıktığı akide olmaz. Halbuki akide, çözülmesi gereken, bütün konuları üzerinde toplayan ana düğüm en büyük düğümdür. Diğer konular bu akideden fışkıran veya ona bina edilen konular, dallar konumundadırlar. Durum böyle olunca sorun, insanın en büyük düğümünü ta başta çözmesi gerekir. Mesele; insanın temel prensibini tespit etmesi, bunu değerlendirecek olanda muhakkak ki insanın kendisi olduğunu bilmesidir. Başka bir ifade ile, insan aklıdır. Çünkü, bütün bunlar tamamen akli bir meseledir. İncelenen konu (akide) hisle müşahede edilen, hisle algılana bilen ve üzerinde doğruluğuna kesin kanaat getirilmesi gerektiğinden, akli bir husustur. İnsanı yanılgıdan kurtarıp, akide konusunda aydınlığa kavuşturacak olan, ancak akıldır. İşte burada aklın tarifini yaptıktan sonra önemli bir noktanın altını çizmek istiyoruz. Akıl ameliyesi: Duyu organları vasıtası ile vakıanın beyne iletilmesi ve ön bilgileri aracılığı ile beyne ulaştırılan vakanın beyinde yorumlanmasıdır. Akli araştırma yapmak için şu dört unsur mutlaka bulunmalıdır. 1-Sağlam bir beyin. 2-Duyu organları. 3-Vakıa. 4-Vakıayı yorumlamaya yarayacak önbilgi. Neticede derin ve aydın fikrin oluşmasında ısrarla dikkat edilmesi gereken önbilginin önyargıdan uzak olmasına hayati önem vererek dikkat edilmeli ki akletme işlerinde yanılgıya düşülmesin. Böylece diğer batıl inançlar, hurafeler, şirkler itikat haline getirilmesin. İşte, bu noktada Rabbimize hamd-u senalar olsun ki, bizleri başı boş bırakmamış şanlı Resulüne gönderdiği İslam dininin ana kaynağı Kur-an’ı Kerim, meseleye ilişkin yeterince yol gösterme, uyarma ve doğru yönlendirmeyi yapmıştır. Şu lafızların geçtiği ayetler dikkatlice incelenirse mesele vuzuha kavuşacaktır. Sultan, burhan, ilim ve zan lafızlarının geçtiği bazı ayetler; “Her kim Allah ile birlikte diğer bir tanrıya taparsa, -ki bu hususla ilgili hiçbir burhanı yoktur- o kimsenin hesabı ancak Rabbinin nezdindedir. Şurası muhakkak ki kafirler iflah olmaz.” (Mü’minûn 117) “Yoksa O'ndan başka birtakım tanrılar mı edindiler? De ki: Haydi burhanınızı getirin! İşte benimle beraber olanların Kitab'ı ve benden öncekilerin Kitab'ı. Hayır, onların çoğu hakkı bilmezler; bu yüzden de yüz çevirirler.” (Enbiya 24) “(Onlar mı hayırlı) yoksa ilk baştan yaratan, sonra yaratmayı tekrar eden ve sizi hem gökten hem yerden rızıklandıran mı? Allah'tan başka bir tanrı mı var! De ki: Eğer doğru söylüyorsanız siz burhanınızı getirin!” (Neml 64) “(O gün) her ümmetten bir şahit çıkarır, (kafirlere): burhanınızı getirin! deriz. O zaman bilirler ki hakikat Allah'a aittir ve uydura geldikleri şeyler (putlar) da kendilerinden ayrılıp kaybolmuşlardır.” (Kasas 75) “(Ehl-i kitap) 'Yahudiler yahut hıristiyanlar hariç hiç kimse cennete giremeyecek' dediler. Bu onların kuruntusudur. Sen de onlara: 'Eğer sahiden doğru söylüyorsanız burhanınızı getirin' de.” (Bakara 111) “(Hûd) dedi ki: Üzerinize Rabbinizden bir azap ve bir hışım inmiştir. Haklarında Allah'ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!” (Araf 71) Ciddi bir inceleme sonucunda aklen vakıaya mutabık delilden neşet eden (çıkan) bu akide aydın bir şekilde ulaşılmış ve ondan çıkan ona bina edilen hayatın şekillenişi de ruhi esasa dayalı fikri yükseliş olarak ifade ettiğimiz kalkınmayı da beraberinde getirmiş olacaktır. Bu noktada şu soruyu kendimize tekrar soralım; Derinlikten bahsedildi. İçeriği, kapsamı ve boyutu nedir? Bu derin tespitle aydın bakışa nasıl geçilir diye sorsak meseleye bu şekilde biraz daha hız kazandırarak bir sınırlama getirebiliriz. İnsan ancak eşyayı, vakıaları hissedebilir ve bunlar üzerinde yine; sorgulama nedir, nasıl ve nerden geldi, nasıl oluştu, kendi kendine mi oluştu bir başkası tarafından mı yaratıldı? Eşyayı, hayatı, kainatı bunların hakikatını özelliklerini müşahede etmeye götürecek olan metod takip edildiğinde görülecektir ki, bunların hepsi aciz ve bir başkasına muhtaçtır. Kur-an’ı Kerimin ifadesi ile: “Ey insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin: Allah'ı bırakıp da yalvardıklarınız (taptıklarınız) bunun için bir araya gelseler bile bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar. İsteyen de âciz, kendinden istenen de!” (Hac 73) Buradaki espri, aciz olan sinekten biz insanların daha da aciz kaldığı vurgulanmaktadır. Evet inceleme ve doğru araştırma neticesinde eşyanın kendi kendini yaratamayacağı ancak bir başkası tarafından yaratıldığı ortaya çıkar. O yaratıcıda eşyanın dışında, her şeyi yaratan, nizam ve düzen sahibi yüce Rabbimiz Allah (cc) dır. Allah tarafından yaratıldığımız bir hakikat. Kör düğümün çözülmesi, bu karanlık dünyanın Allah’ın nuru ile aydınlanması, yaratıcı olan Allah ile olan ilişkilendirme, bu hayatın sonunu, dünya hayatımızla ve Allah’la ilişkilendirilmesi ve doğru çözümü böylece elde etmek, aydın bakışın kendisi olmakla birlikte neticede doğru şahsiyeti elde etmeninde yolu açılmış olacaktır. Bizleri yoktan yaratan yüce Mevlamız bir çok ayet-i kerimesi ile bu dünya hayatındaki yaptığımız amellerle ahirette hesaba çekeceği, sorgulayacağı, razı olduklarını cennetle sevindireceği, razı olmadıklarını da cehennem azabı ile cezalandıracağını şimdiden bizleri dünya hayatı sona ermeden uyararak yüce merhametini göstermektedir. İşte bu bakışla temel bir ilke ortaya çıkıyor. Bu varılan netice hayat hakkında ki kapsamlı düşünce olan akidedir. Hayatı evveli ve sonu ile ilişkilendirerek şümullü, kapsamlı açık ve net, bulanık olmayan su gibi tertemiz olan bu anlayış, bu kavrayış hayatımız hakkında esas fikir - lider fikir - fikri kaide - ana mefhum - nizamın kendinden fışkırdığı akli akide başka bir ifade ile ideoloji - ruhi esasa dayalı fikri yükseliş diye ifade ettiğimiz kalkınmanın temeli yani kendisine itikat ettiğimiz, Kitaplara, Peygamberlere, ahirete iman, kesin tasdik - tasdiki cazim - üzerine asla şüphe kabul etmeyen bir bağlanış ve hayatımızı yönlendiren hayat hakkındaki mefhumların temeli amel edilen her konunun ölçüsü siyasi yönelişimizin lider fikri - akıl danıştığımız kendisine ruhen ve fikren bağlandığımız temel fikir olmaktadır. Bu itikadı bu inanışı kelimeyi şahadet ile ilan ediyoruz. Şahadet kelimesi yani ifade edilen fikirlerin manası, mefhum, yani zihinde tasavvur edilen ve tasdik olunan mefhum. Burada “eşhedü” derken mevzuya ilişkin olarak ben şahit oldum, ben gördüm, ben müşahede ettim diyerek, “la ilahe illallah” kelimeyi tevhidini eşhedü ile başlayarak kelimeyi şahadete çeviriyor. Yani Allah’ın varlığını, birliğini ve ondan başka ilah olmayacağına müşahede ederek aklen böyle benimsediğimizi ifade ediyoruz. O güzide sahabeler Allah onlardan razı olsun İslam akidesini öyle anlamışlar ki uğrunda hayatlarını vermeye hazırlar. Ebu Bekir (ra) Sıddık unvanı ile anılır. Bunun nedeni İslam akidesine olan sadıklığı, güvenirliğidir. Ömer(ra) Faruk unvanı ile anılır. Osman hayası ile anılır. Ali (ra), Bilal (ra), ibn Mesud (ra), Mus’ab bin Ümeyr, (ra) Yaser ailesi, Yaser Sümeyye ve oğulları, Ammar ve Ensar (r anhüm) hepsi uğrunda hayatlarını vermeye hazır idiler. Akabe biatında “ne yaptığınızın farkında mısınız?” sorusu soruldu. Yani bütün insanlık ile mücadele edildiğini biliyor musunuz... Tepkileri ise “karşılığında ne var ya Resulullah” cevap olarak dünyalık hiçbir şey vaat etmeden; “cennet” oluyor. Bu kararlılıkla ölüm uğruna bu denli gösterilen ciddiyetle bağlılık, aralarındaki rabıta ancak bu akidenin derin ve aydın bir anlayışla akıllarına tam bir kanaatin oturmuş olması gerek. İbni Mesud (ra) fetih ayetlerini Kabe’de okumak için gösterdiği çaba ve başına gelenlerle uyarılmasına rağmen canını hiçe sayarak ben okuyacağım ya Resulullah diye haykırışı ancak bu akidenin kazandırdığı bir enerji ile mümkün. Bugünkü akide yine eksiksiz ve tahrip olmamış bozulmamış Allah-u Teala tarafından korunmuş ve elimizde ve zihnimizde olmasına rağmen bizlerinde ölümüne uğrunda hareket ettirebiliyor mu? Genelde ümmete baktığımızda görülen o ki maalesef bu İslam akidesi hareket etmesi gereken onu dava olarak taşıması gereken Müslümanları harekete geçirmiyorsa bunun nedeni nedir? diye sormak her halde isabetli bir soru olacaktır. Bütün olumsuzluklara rağmen Sahabeler, tek vasıtaları kalem ve kelam yani elden ele, konuşarak ve izah ederek taşınan bu akide ve onun davası göz kamaştıran bir hızla yer yüzünde yayıldı. Öyle ki, ta Çin settine bu davayı bizzat o güzide sahabeler götürdü. Batıya yine sahabeler götürdü. Bu azim, bu enerji, bu güç nereden geliyor yoksa onlar farklı mı yaratıldılar?!. Bu akide bizlerden farklı şeyi değil, aynı şeyi talep ediyor. Aynı enerjik, coşkulu hareketi bizden de bekliyor. Ama bizler hala yatıyorsak hareket etmiyor canla başla çalışmıyorsak sebep nereden kaynaklanıyor? Öyle ki, sahabelerdeki etkinliği geçmişte Hattabın oğlu, köleyi efendi yaptı. Bu akide aynı kalarak bugün bizde bu etkiyi neden bırakmıyor öyleyse sorun nerede? Sorun meselelere derin, aydın bir şekilde bakmamızdan ve taklitten uzak bir şekilde meselelere yaklaşmamızdan kaynaklanmaktadır. Büyük düğümü çözmek ve bütün sorunları aşmak ancak meselelere derin ve aydın bakışla mümkündür. İslam akidesi ve özellikleri bu neticeye ancak derinlikle ve aydınlıkla ulaşılabilir. Yüzeyselliğin insanda pozitif hiçbir etkisinin olamadığını, ancak insanı alçalttığını insanı geri bıraktığını belirterek yazımızı noktalıyoruz. “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah'ın varlığını ve birliğini isbatlayan) birçok deliller vardır.” (Bakara 164)