19-12-2012 09:05

`İman ve amel birbirinin olmazsa olmazıdır`

Yüce Allah`ın Kitab-ı Keriminde adeta bir nakış gibi işlediği ve birbirinin olmazsa olmazı kıldığı iman - amel bağının tarihsel süreçte koparıldığına vurgu yapan konuşmacı, `amelsiz bir iman iddiasının makbul olduğu` anlayışının insanları Allah`ın dinine karşı duyarsızlaştırdığını ve laubaliliğe sevk ettiğini söyledi. Hüseyinoğlu, aynı sapmanın önceki ümmetlerde de yaşandığını hatırlatarak Âl-i İmran Sûresi 22 - 23. âyetler çerçevesinde çıkarımlarda bulundu.

`İman ve amel birbirinin olmazsa olmazıdır`

İslam ve Hayat

Kur'an Nesli Kültür Merkezi "Alternatif Eğitim Dersleri"nde Şükrü Hüseyinoğlu'nun anlatımıyla  "İman - Amel Bütünlüğü" konusu ele alındı.

Yüce Allah'ın Kitab-ı Keriminde adeta bir nakış gibi işlediği ve birbirinin olmazsa olmazı kıldığı iman - amel bağının tarihsel süreçte koparıldığına vurgu yapan konuşmacı, "amelsiz bir iman iddiasının makbul olduğu" anlayışının insanları Allah'ın dinine karşı duyarsızlaştırdığını ve laubaliliğe sevk ettiğini söyledi. Hüseyinoğlu,  aynı sapmanın önceki ümmetlerde de yaşandığını hatırlatarak Âl-i İmran Sûresi 22 - 23. âyetler çerçevesinde çıkarımlarda bulundu.

"İman - Amel Bütünlüğü" konulu sunumunda Şükrü Hüseyinoğlu şu konulara temas etti:      

"Yüce Rabbimiz, Kur'an-ı Kerim'de, insan hayatının anlam ve amacı hakkında şöyle buyurmaktadır:

'O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.' (Mülk, 67/2)

Ayet-i kerimede de bildirildiği gibi, insanın hayatı ve ölümü imtihan için var edilmiştir ve bu imtihanda, insanın teorik alandaki tercihinin de kanıtlayıcısı olarak, pratikte yapıp-ettikleri belirleyici olmaktadır. Kur'an, baştan sona pratiğin (amelin) önemini vurgulayan beyanların yer aldığı bir kitaptır. Bu açıdan, Kur'an'ın, teoriden ziyade pratiğin önemine vurgu yapan bir kitap olduğunu söyleyebiliriz. Mekke döneminde sosyal tutumlarla irtibatlandırılarak tevhid eksenli akidenin oluşturulması öncelikli olmuştur ve Kur'an'ın mesajları da bu alanda yoğunlaşmıştır. Daha ilk inen Kur'an ayetlerinde bile pratiğe yönelik güçlü vurgular vardır. Yoksulun, yetimin, yolda kalmışın gözetilmesi, namaz ve zekat gibi ibadetlerin ikame edilmesi, gece namazına kalkılıp Kur'an'ın tertil üzere okunmaya devam edilmesi, tartı ve ölçüde doğruluğun gözetilmesi ile ilgili Kur'ani vurgular ilk inzal olunan surelerde tevhid akaidi çerçevesinde yer almıştır.

Tarih içerisinde, insanların içerisine düştüğü temel sapmalardan biri, Yüce Allah'ın beyan ettiği iman-amel bütünlüğünü parçalamak ve amelsiz bir imanın da makbul olacağı yanılgısına düşmek olmuştur. Tabii ki bu yanılgıya düşülmesindeki temel sebep, Allah'ın gönderdiği dinin, kaynağından ve dini insanlara vazeden elçinin öğretisinden tedris edilmesi yerine, kaynaktan ve elçinin örnekliğinden uzaklaşılarak taklide dayalı bir din algısının yaygınlaşması olmuştur.

Kur'an-ı Kerim'de Rabbimiz, önceki ümmetlerin, peygamberlerinin ardından vahyi ölçülerden gittikçe uzaklaşıp farklı kaynaklara yönelmek, ardından da bu süreçte oluşturulan atalar dinine körü körüne bağlanmak suretiyle nasıl saptıklarını bildirmektedir. Bu yöndeki ayetlerden birinde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

'Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmüyor musun ki, aralarında hüküm vermesi için Allah'ın Kitabı'na çağrılıyorlar da sonra içlerinden bir kısmı yüz çevirerek dönüp gidiyor. Bunun sebebi, onların, 'Bize, ateş sadece sayılı günlerde dokunacaktır.' demeleridir. Uydurageldikleri şeyler, dinleri konusunda kendilerini aldatmıştır.' (Âl-i İmran, 3/23-24)

Ayette ifade edildiği gibi, "indirilen din"in ilke ve ölçülerine tabi olmak yerine, kendi yanlarından Allah'a atfen din uyduranlar ve bu "uydurulmuş din"e tabi olanlar, "Cennet ne de olsa çantada keklik, eninde sonunda oraya gideceğiz." yanılgısına düşerek, Allah'ın dinini hayatlarına hakim kılma hususunda gevşeklik göstermiş, laubaliliğe yönelmişlerdir.

Allah'ın dinini, kaynağından ve elçinin örnekliğinden tedris etmek yerine taklit, menkıbe ve kulaktan dolma bilgilere yönelen, bunun sonucu olarak da dini yanlış algılamaya başlayıp iman-amel bütünlüğünü parçalayan Kitap Ehli'nin içerisine düştüğü bu olumsuz durum, Rabbimizin ikazlarına rağmen ne yazık ki tarihsel süreçte İslam ümmeti arasında da kendini göstermiştir. Bugün de Müslümanlar arasında bu yöndeki yanlış anlayışlar yaşanmaya devam etmektedir.

Bilindiği gibi yerleşik anlayışa göre, iman, amelden bağımsız bir mefhumdur ve iman, gerekleri yerine getirilmeden de makbuldür. Bu anlayışa göre, bir insanın Müslüman olabilmesi için İslam'a iman etmesi yeterlidir. İman eden bir insan, İslam'ın hiçbir şartını yerine getirmese ve İslam'ın yasakladığı bütün fiilleri işlese dahi, o insan İslam dairesinden çıkmamaktadır. Oysa, Kur'an-ı Kerim böyle bir anlayışı tamamıyla reddetmektedir.

Kur'an, söz konusu anlayışın aksine, iman ve ameli etle tırnak gibi birbirinden ayrılmaz ve birbirini tamamlayan mefhumlar olarak değerlendirmekte ve imansız bir ameli nasıl makbul görmüyorsa, amelsiz bir imanı da aynı şekilde makbul görmemektedir. Kur'an'a göre, ebedi kurtuluş olan Cenneti elde etmenin yolu, sahih iman ve salih amel bütünlüğünde İslam'ı pratize etmekten ve iyiliği emr, kötülükten nehy şeklindeki toplumsal sorumluluğu yerine getirmekten geçmektedir. Kur'an, yalnızca iman etmenin insanları kurtarmaya yetmeyeceğini defaatle ve açık bir şekilde dile getirmektedir:

'İnsanlar 'iman ettik' demekle, sınanmadan bırakacaklarını mı sandılar?' (Ankebut, 29/2)

Bakara Suresi'nde ise, bu ayetle bağlantılı olarak şöyle buyrulmaktadır.

'Andolsun, sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz, sabredenleri müjdele.' (Bakara 2/155)

Görüldüğü gibi hidayet kaynağımız Kur'an'da, iman iddiasının pratikte ispatlanmaya muhtaç olduğu defaatle bildirilmekte, bu çerçevede birçok ayette iman ve amel bir bütünün ayrılmaz parçaları olarak zikredilmektedir.

Yerleşik anlayışlarda, iman ve amelin iki ayrı cüz oluşundan hareketle, amel olmadan da imanın makbul olacağının öne sürülmesi son derece mesnetsiz bir yaklaşımdır. İman ve amelin iki ayrı mefhum olması, asla birbiriyle kopmaz bir ilgilerinin olmadığı anlamına gelmez. Unutmamak gerekir ki, etle kemik de iki ayrı mefhumdur, fakat işlevsel olmaları açısından bunları birbirinden ayrı düşünmek mümkün değildir. İman ve amel de aynen öyle birbirlerini tamamlayıcı ve biri olmadan diğeri işlevsel olmayan, ayrılmaz mefhumlardır.

Fakat, Emeviler döneminden başlayıp, İslam'a tabi olmayan ancak buna rağmen  "Müslümanların imamları/halifeleri" olduklarını iddia eden sultanların, hükümlerine tabi olmadıkları İslam'ı kendilerine tabi kılmak yönündeki "dinde reform" çabaları neticesinde, asla birbirinden koparılmaması gereken iman-amel bağı koparılmaya başlanmış, Kitap Ehli ve cahiliye dönemi kültürleri İslam anlayışlarına sızmaya başlamıştır.

'Ne kadar günah işlersek işleyelim ateş bize az bir süre dokunacak.' şeklindeki Kitap Ehli uydurması ve yine Kitap Ehli'nin yanı sıra cahiliye döneminde Araplar arasında da yaygın olan yanlış şefaat anlayışı bu süreçte Müslümanlar arasında da yayılmaya başlamış, böylece iman-amel bağı zayıflatılarak dinin hükümlerine karşı duyarsızlaşma ve laubalileşmenin teorik alt yapısı oluşturulmuştur.

Rabbimiz, hesap günü iltimas anlamında bir şefaatin asla olmadığını bildirdiği halde; ne yazık ki kendi yanlarından din uydurup insanlara da bunu "Allah'ın dini" diye pazarlayanlar, vahyi bildirimin aksini iddia edip insanları yanlış ve boş beklentilere sürüklemişlerdir. Konuyla ilgili ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:

'Hiç kimsenin hiç kimse adına bir şey ödeyemeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı ve hiç kimsenin şefaatinin kabul edilmeyeceği ve yardım görülmeyeceği bir günden sakının.' (Bakara, 2/123. Ayrıca bkz.: 2/254; 6/51, 70; 14/31; 82/17-19 vd.)

Kur’an’ın anlam dünyasında iman ve amel bütünlüğü

İslam, hayatı bir bütün olarak ele alan, insana var oluşun gayesini, hayatın ve ölümün anlamını bildiren ve bu anlam çerçevesinde insanın bireysel ve toplumsal hayatı için gerekli ölçüleri ortaya koyan Rabbani yol haritasının adıdır.Bu Rabbani yol haritasına teori ve pratiktebir bütün olarak tabi olma cehdi, iki cihan saadetine ulaşmanın mutlak şartıdır. 

İslam insanlara yalnızca doğru düşünmenin, salt teorik anlamda doğru inanmanın ölçülerini vermeyi amaçlayan bir felsefi düşünce ekolü değildir. Bu din, hayata müdahale etmek, insanlar arasındaki bireysel ve toplumsal ilişki biçimlerini dönüştürmek, zulmün yerine adaleti, sömürünün yerine paylaşma ve dayanışmayı, fısk ve fücur yerine takvayı yeryüzüne hakim kılmak için bildirilmiştir. Bu din, teori ve pratiğin kopmaz bir bağla birbirine bağlandığı, insana ve toplumadoğru düşünüp doğru inanmanın ve doğru yaşamanın ölçülerini parçalanmaz bir bütünlük içerisinde beyan eden Rabbani hayat kaynağıdır.

Tarihsel süreçte Kur’an ve sahih sünnet ikliminden uzaklaşmanın başlamasıyla beraber yaşanan temel sapmalardan biri de, İslam’ın olmazsa olmazı olan iman-amel bütünlüğünü parçalayan anlayışların türemesi ve yaygınlaşması olmuştur. Ki bu hususa önceki yazıda değinmiştik. Oysa, Kur’an’la hemhal olan herkes hidayet rehberimiz bu kutlu kitapta inançla amel (teoriyle pratik) arasında nasıl kopmaz bir bağın söz konusu olduğunu kolaylıkla görecektir. Bu böyle olmakla birlikte, Kur’an’a önyargıdan uzak, bir Kur’an talebesi/talibi olarak değil de, daha ziyade tarihsel süreçlerden devralınan din anlayışlarıyla yaklaşılması, zihinlerin Kur’an tarafından inşasına engel teşkil etmektedir.

Kur’an’da inanç ve amel, teoriyle pratik öylesine iç içe geçmiş mefhumlardır ki, “iman” kelimesinin doğrudan bir amelin karşılığı olarak kullanılmasıbile söz konusu olmaktadır.

Kur’an’ın anlam dünyasında iman/mümin, küfür/kafir, şirk/müşrik, nifak/münafık, fısk/fasık gibi kavramlaryalnızca inançla ilgili soyut nitelemeler olarak karşımıza çıkmaz. Bu nitelemelerin her biri, insanların inançlarının yanı sıra pratikte yapıp ettiklerini, fiil ve amellerini tanımlayan ve bu tanımlamaya göre insanların tarafını belirten kavramlardır.

Kur’an’da salih bir amel, “iman” kavramıyla karşılık bulurken, yüce Allah’ın hükümlerine pratikte tabi olmamak ise “inkar” olarak nitelendirilmektedir.

M. Sait Şimşek’in “Kur’an’ın Ana Konuları” adlı kitabından okuyalım:

“Kur’an-ıKerim, imanın gereği olan ameli de, “iman” kelimesiyle isimlendirmektedir. Bu isimlendirme Kur’an-ı Kerim’de namaz için kullanılmaktadır:

“Bu şekilde kıblenin (Kudüs’ten Kabe’ye) çevrilmesi, Allah’tan yol gösterdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı asla zayi edecek değildir. Şüphesiz Allah, insanlara (her şeye rağmen) şefkatli ve merhametlidir.” (Bakara 2/143)

Ayette geçen “iman” kelimesinin, namaz hakkında kullanıldığı açıktır. Çünkü kelime, kıble değişikliğinden bahseden bir ayette geçmektedir. Nitekim ayetin, Kudüs’ten Kabe’ye yönelmeyi emreden ayet geldikten sonra bazı Müslümanların, kıble değişikliğinden önce ölmüş olanların kılmış olduklarınınnamazların durumunun ne olacağını sormaları üzerine indiği belirtilmektedir.

Müfessir İbnu Atiyye, namazın neden iman ile isimlendirildiğini şöyle açıklamaktadır:

‘İbnu Abbas, Bera’ b. Azib, Katade, Süddi, Rabi’ ve başkaları: ‘Buradaki iman kelimesi namaz için kullanılmıştır’ demişlerdir. O halde namaz, iman diye isimlendirilmiştir, çünkü namaz, Kudüs’e doğru kılınırken de Kıble değişilirken de iman ve tasdikten kaynaklanıyordu. Ayrıca iman, amellerin dayandığıtemel dayanaktır. Kudüs’e yönelme esnasında da, değişiklik anında da o vardı. Çünkü namazda da, diğer emir ve yasaklarda da temel dayanak odur. Namazın iman ile isimlendirilmesinin nedenlerinden biri de, Kudüs’e doğru münafıklıkların kılmış oldukları namazların, haddizatında namaz olmadığının belirtilmesidir. Böylece işin temel dayanağı ve o, olmadığında hiçbir şeyin bir anlam ifade etmeyeceği şey (yani iman) zikredilmiştir. Yine namazın iman ile isimlendirilmesinin bir diğer sebebi, onun, imanın şubelerinden biri olmasıdır.’

Ayette namazın iman diye isimlendirilmesi, İbnu Atiyye’nin anlattıklarından da anlaşıldığı gibi, iman-amel ilişkisinin ne kadar iç içe olduklarını göstermesi açısından önemlidir.” (Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Ana Konuları, sh. 26-27, Beyan Yayınları)

Namaz ibadetinin 'iman' kelimesiyle karşılık bulduğuKur’an’da, yüce Allah’ın emirlerine bilerek itaat etmeme fiilinin ise “inkar” kelimesiyle tavsif edildiğini görüyoruz. Bakara Suresi 83, 84 ve 85. ayetleri birlikte okuyalım:

'Hani İsrailoğullarından, 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, anneye-babaya, yakınlara, yetimlere ve yoksullara iyilikle davranın, insanlara güzel söz söyleyin, namazı dosdoğru kılın ve zekatı verin' diye misak almıştık. Sonra siz, pek azınız hariç, döndünüz ve (hâlâ) yüz çeviriyorsunuz.

Hani sizden 'Birbirinizin kanını dökmeyin, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın' diye misak almıştık. Sonra sizler bunu onaylamıştınız, hâlâ (buna) şahitlik ediyorsunuz.

Sonra (yine) siz, birbirinizi öldürüyor, bir bölümünüzü yurtlarından sürüp-çıkarıyor ve günah ve düşmanlıkla aleyhlerinde ittifaklar kuruyor ve size esir olarak geldiklerinde onlarla fidyeleşiyorsunuz. Oysa onları çıkarmanız size haram kılınmıştı. Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?...' (Bakara 2/83-85)

Görüldüğü üzere Allah’ın hükümlerini bile bile ihlal etmek ve bunda ısrarcı olmak Kur’an’ın anlam dünyasında “inkar”la eşdeğer görülmektedir. 

Ayrıca Kur’an’da “Mü’minler o kimselerdir ki…” ifadeleriyle başlayan ve Müminlerin vasfedildiği ayetler ve benzer şekilde münafıkların, müşriklerin, fasıkların vasfedildiği ayetler de Kur’an’ın anlam dünyası açısından teori ve pratiğin iç içeliğini, parçalanamazlığını gösteren beyanlardır. Şu ayetlerde olduğu gibi:

'Mü'minler ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah'a ve Resûlü’ne iman ettiler, sonra hiç bir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte onlar, sadık (doğru) olanların ta kendileridir.' (Hucurat 49/15)

'Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. O'nun ayetleri okunduğunda imanlarını arttırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler.' (Enfal 8/2)

'Onlar (o fasıklar) ki, söz verip bağlandıktan sonra Allah'a verdikleri sözü bozarlar, Allah'ın, birleştirmesini emrettiği şeyi (iman ve akrabalık bağlarını) keserler ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar; işte ziyana uğrayanlar onlardır.' (Bakara 2/27)

'Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirlerindendir. Kötülüğü emrederler, iyilikten meneder ve ellerini sıkı tutarlar. Allah'ı unuttular, O da onları unuttu. Münafıklar; işte yoldan çıkanlar onlardır.” (Tevbe 9/67)

Kur’an’ın anlam dünyasında, teori ve pratiğin birbirinden hiçbir zaman koparılmadığı, sürekli olarak bir bütünlük içinde değerlendirildiği ortadadır.

Sahih İman, Zandan Uzak ve Kur'ani Bilgiye Dayanan İmandır

Alemlerin Rabbi Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de insanları sürekli, düşünüp akletmeye, inanç, iddia ve amellerinde bilgi ve belgeye dayanmaya, hakkında bir delil bulunmayan inanç ve iddiaların peşinden gitmemeye çağırır. İnsanlara, hakkında bilgileri olmayan şeylerin ardından gitmemeleri gerektiğini, aksi takdirde bundan sorumlu tutulacaklarını bildirir ve insanları sahih bilgiye ve belgeye dayanmaya çağırır:

'Bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalbin her biri ondan sorumludur.' (İsra, 17/36)

''Onların çoğu, zandan başka bir şeye uymuyorlar. Zan ise gerçekten hiçbir şey kazandırmaz. Muhakkak ki Allah, onların ne yaptıklarını bilir.' (Yunus, 10/36)

İmanın, sahih bilgiye dayanması zorunluluğu vardır. İmanda zanna asla yer yoktur. Zanni bilgiyle itikad oluşturulamaz. Esasen, klasik akaid usulü kitaplarında da bu zorunluluk ifadesini bulmuş, doğru bir yaklaşımla, itikadın sübutu ve delaleti kati olan nasslara dayanması şartı dile getirilmiştir. Bu da Alemlerin Rabbi Yüce Allah'tan gelip, Hz. Peygamber'in tebliğ ettiğinde şüphe bulunmayan ve neye delalet ettiği konusunda kesinlik ifade eden nassları kapsamaktadır. Bu böyle olmakla birlikte bizatihi bu doğru yaklaşımın ifade edildiği birçok klasik akaid kitabında ahad haberlere dayalı inanç ve iddialar itikad esası olarak zikredilebilmiştir.

Sahih bir iman, ancak Kur'ani bilgiye dayanan, dolayısıyla zandan uzak iman olup, imansız bir amel de, amelsiz bir iman da makbul değildir. İlim olmadan sahih iman olmaz. İnsanlar vahye yönelip sağlıklı bir bilgilenme sürecinden geçmezse, onun yerine zanna, kulaktan dolma bilgilere ve atalardan öğrenilen menkıbelere dayalı yanlış anlayışlar boy gösterir.

Nitekim tarih boyu birçok toplum, Yüce Allah'ın peygamberleri aracılığıyla gönderdiği hakikat bilgisini zamanla bir tarafa bırakarak, ondan belli oranlarda uzaklaşıp kulaktan dolma iddia ve inançlara, sağlam bir delile dayanmayan geleneksel anlayışlara sahip olmuş ve bu inançları dinin esasları olarak benimsemişlerdir. Böylece birçok defa, çeşitli yanlış iddia ve inançlar vahyin yerine geçirilmiştir.

Hem dünya hem de ahiret saadetine giden yol, öncelikle sahih bir itikada sahip olmaktan geçmektedir. Sahih itikad, salih ameli de beraberinde getiren temeli oluşturmaktadır. O sebeple itikadımızın Kur'an çerçevesinin dışına taşmaması ve böylece sahih ve sağlam bir temele oturması her şeyin başında gelmektedir.

Nitekim Kur'an'dan öğreniyoruz ki, geçmiş ümmetleri dinleri konusunda laubali ve duyarsız kılan temel etken, iman-amel bütünlüğünü parçalayıp, nasıl bir hayat yaşarlarsa yaşasınlar ahirette az bir süre cezalandırılacakları ve peygamber ve din adamlarının şefaatiyle azaba uğramaktan kurtulacaklarına inanmış olmalarıydı. Bu tür yanlış ve Kur'an'ın tabiriyle kendilerinin uydurmuş olduğu inanışlar, onları Allah'ın dinine ciddiyetle sarılmaktan alıkoymuş, laubaliliğe ve dinin hükümlerini hayattan uzaklaştırmaya sürüklemiştir.

Geçmiş ümmetlerin içerisine düştükleri bu durumu bize ibret tabloları olarak sunan Kur'an-ı Kerim, onların yaşadığı sapmalardan korunmamız için bize sahih iman esaslarını bildirmiştir.

İman, ancak Kur'ani bilgiye dayandığında sahih olabilir, zira zandan uzak tek bilgi Kur'ani bilgidir.

Bilgi, Ancak Amele Dönüştüğünde Anlam Kazanır

Kur'ani bilgi, insana ilmiyle amel yükümlülüğü getirmektedir. İlmi ile amel etmeyenlerin durumu,  "kitap yüklü eşekler" (Cuma, 62/5) şeklinde tasvir edilmiştir. Amele dönüşmeyen bilgi, sadece insana yüktür, üstelik bunun sorumluluğu çok da büyüktür. Mü'min, ilmiyle amel eden insandır.

Kur'an-ı Kerim'in çeşitli sure ve ayetlerinde mü'minlerin tanımları yapılmakta ve sahip olmaları gereken vasıflar bildirilmektedir. Bu vasıfların başında, zanna göre hareket etmemek, ahde vefa göstermek, şahitliği doğru yapmak, adil olmak, ölçü ve tartıda doğru olmak, namazı huşu içerisinde ikame etmek, infakta bulunmak, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak gelmektedir. Rabbimiz mü'mini şöyle tavsif etmektedir:

'Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. O'nun ayetleri okunduğunda imanlarını arttırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler. Onlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler. İşte gerçek mü'minler bunlardır. Rableri katında onlar için dereceler, bağışlanma ve üstün bir rızık vardır.' (Enfal, 8/2-4)

'Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Peygamberi, namaz kılan, boyun eğerek zekat veren mü'minlerdir.' (Maide, 5/55)

'Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin velileridir. İyiliği emrederler; kötülüğe engel olurlar. Namaz kılarlar, zekat verirler. Allah'a ve Resulü'ne itaat ederler. İşte bunlara Allah rahmet edecektir. Allah şüphesiz güçlüdür, hakimdir. Allah, mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara, temelli kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetler, Adn cennetlerinde hoş meskenler vaat etmiştir. Allah'ın hoşnutluğu ise en büyük şeydir. İşte büyük kurtuluş budur.' (Tevbe, 7/71-72)

Müddessir ve Meryem surelerinde de Rabbimiz, ameli yükümlülüklerini yerine getirmeyen kimselerin akıbetini şöyle haber vermektedir:

'Suçlulara: 'Sizi bu yakıcı ateşe sürükleyen nedir?' diye sorulduğunda, onlar derler ki: Biz namaz kılanlardan değildik. Düşkün kimseyi doyurmuyorduk. Batıla dalanlarla biz de dalardık. Ceza gününü yalanlardık. Ölüm bize o haldeyken geldi."(Müddessir, 74/40-47)

"İşte bunlar; Allah'ın nimet verdiği peygamberlerden, Adem neslinden, Nuh ile beraber gemide taşıdıklarımızın neslinden, İbrahim ve İsrail (Yakub) neslinden, yol gösterdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdendir. Onlara Rahman'ın ayetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı. Sonra bunların ardından öyle bir nesil geldi ki, namazı terkettiler, heva ve heveslerine uydular; onlar bu taşkınlıklarının karşılığını mutlaka göreceklerdir. Fakat tevbe edip iman eden ve salih amel işleyen bunun dışındadır. Bunlar cennete girecekler ve hiçbir haksızlığa uğratılmayacaklardır.' (Meryem, 19/58-60)

Kur'an baştan sona beyan ediyor ki, Yüce Rabbimiz bizlerden yalnızca iman etmemizi değil, aynı zamanda hayata hakim kılacağımız salih amellerle iman iddiamızı ispatlamamızı istemektedir. Nitekim, Kur'an-ı Kerim'de nerede "iman" kelimesi geçiyorsa ardından mutlaka "salih amel"den bahsedilmekte, salih amel her zaman imanın ayrılmaz bir parçası olarak zikredilmektedir.

Rabbimiz, 'Yoksa siz, sizden önce gelip geçen (ümmet)lerin başlarına gelen (eziyet ve çile)Ier sizlerin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?...' (Bakara, 2/214) beyanıyla cennetin bedeli konusunda bizleri uyarmakta, ebedi kurtuluş olan cennet karşılığında bizlerden mallarımızı ve canlarımızı kendi yolunda feda etmemizi istemektedir.

Rabbimiz, insanların hüsranda olduklarını bildirdikten sonra, bundan müstesna olup kurtuluşa erecek olanların; 'Ancak iman edip salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler, gaybe inanıp namazlarını kılanlar, kendilerine verilen rızıktan Allah yolunda harcayanlar...' (Asr, 103/1-3; Bakara, 2/1-4) olduğunu bildirmektedir.

Tüm bu Kur'ani beyanlara rağmen insanlar, çoğu zaman "kolay cennet" yanılgısına düşmüşler ve bu yanılgıdan aldıkları aldatıcı güven ve cesaretle başkalarına iyiliği emrederken kendilerini hep unutuvermişlerdir.

'Felaha ulaştı o mü'minler, ki onlar namazlarında saygılıdırlar. Onlar boş şeylerden yüz çevirirler. Onlar zekatı verirler ve ırzlarını korurlar... O (mü'min)ler emanetlerine ve ahidlerine özen gösterirler, onlar namazlarını korurlar, işte varis olacaklar onlardır, onlar Fidevs'e varis olacaklar ve orada ebedi kalacaklardır.' (Mü'minun, 23/1-11)

Rasulullah'a "birr" (iyilik) nedir, diye sorulduğunda cevap olarak şu ayeti okuduğu rivayet olunmuştur. Âyet, iman ve amel bütünlüğüne güçlü bir vurgu yapmaktadır.

'Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik, o (kimsenin iyiliği)dir ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitab'a ve peygamberlere inandı; sevdiği malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan (köle ve esir)lere verdi; namazı kıldı, zekatı verdi. Andlaşma yaptıkları zaman andlaşmalarını yerine getirenler; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar onlardır, (Allah'ın azabından) korunanlar da onlardır.' (Bakara, 2/177)

Amelsiz İmanın Makbul Olduğu İddiasının Ortaya Çıkışı

Hz. Peygamber'in ardından ortaya çıkan siyasi anlaşmazlıkların ve özellikle de Ümeyyeoğulları kabilesinin Mekke'nin fethi ile kaybettikleri siyasi hakimiyetlerini yeniden elde etmek için içine girdikleri çabaların çok geçmeden siyasi bir kaosa dönüştüğü biliniyor. Hz. Osman'ın hilafetinin ikinci yarısından itibaren fiili çatışmaya dönüşen söz konusu siyasi anlaşmazlıklar, Hz. Ali döneminde Ümeyyeoğulları kabilesinin Şam valisi Muaviye liderliğinde meşru ulu'l-emr'e karşı isyan başlatmasıyla daha da alevlenmiş, özellikle Sıffin Savaşı'nın ardından keskinleşen siyasi kamplaşmalar, itikadi fırkaların teşekkülünü de beraberinde getirmiştir.

Her fırkanın kendi pozisyonunu İslami açıdan temellendirme çabasına yönelmesiyle farklı itikadi yorumlar oetaya çıkmaya başlamıştır. Bu süreçte ilk olarak iman-amel bütünlüğü ve kader konuları tartışma konusu yapıldı. Bu konularda Kur'an'a dayalı yaklaşımlar yerine, kamplaşma sürecinde alınan pozisyona göre youmlar yapılmaya başlandı.

Cebriye ve Mürcie gibi fırkalar, meşru halifeye isyan eden, Müslümanların idarecisi olma iddialarına rağmen cahiliye adetlerini ve yaşayış tarzını yeniden dirilten uygulamalara imza atan, kabile asabiyetini canlandırıp Müslüman kanı dökmekte beis görmeyen Emevilerin konumlarını meşrulaştırmak için, imanla amelin bağını koparan ve insan iradesini yok sayan anlayışlar geliştirdiler. “İnsanın hayatı rüzgâr karşısındaki yaprağa benzer, kader onu nereye sürüklerse o ameli işler." şeklindeki yanlış kader anlayışını ve "Kâfirlikle birlikte yapılan itaatin hiçbir faydası olmadığı gibi, imanla birlikte günah işlemenin de imana hiçbir zararı olmayacağı, amelsiz bir imanın da makbul olacağı" şeklindeki iman ve amel bağını koparan anlayışları ortaya attılar. 

İyiliği emr, kötülükten nehy ve cihad gibi temel İslami yükümlülükleri içermeyen "İslam'ın şartları" öğretisi, zalim sultana itaat anlayışı gibi sapmalar da aynı sürecin ürünleri olarak ortaya çıktı.   

Söz konusu süreçte, meşru İslami yönetime karşı isyan edip kan döken Ümeyyeoğulları liderliğindeki asileri eleştiriden muaf tutma adına ve ardından da oluşturulan saltanat rejimlerine meşruiyet sağlama adına Allah'ın dinini eğip büken ve Allah'ın indirdiği dinle asla telif edilemeyecek yorumlara girişen bazı fırkalar, günümüze kadar ulaşan çeşitli yanlış anlayışların kaynağını teşkil etmiştir.

Ellerindeki terazi, yaptıkları duvarın yamuk olduğunu gösterince duvarı yıkıp teraziye göre yeniden yapmak yerine, terazinin ayarlarıyla oynamayı tercih eden bu fırka mensupları, Allah'ın apaçık ayetleriyle çelişen iddia ve yorumlarını savunabilmek için olmadık tevillere girişmişler, bunun için hadis uydurmaktan bile geri durmamışlardır.

Ana Caddede Sabit Olmak

Rabbimizin bizden istediği, çizdiği sınırlara riayet etmek, ana yoldan ayrılmamaktır. Bizler insanız, hatalarımız olacaktır, günah işlememiz mümkündür. Yüce Rabbimiz tevbe kapısını açık tutmuştur, yeter ki bizler heva ve hevesimize tabi olmayalım, vahiyden öğüt almış bir tevbeyle Rabbimize yönelelim ve böylece günahların hayatımızı kuşatmasına izin vermeyelim. Hayatımızı salih amellerle güzel kılalım.

Günahların hayatımızı kuşatmasına izin vermeyip tevbeyle arınmamız konusunda, Hz. Peygamber'den rivayet edilen şu hadis son derece öğreticidir:

'Mü'min bir günah işlediği zaman kalbinde siyah bir nokta belirir. Eğer o günahtan el çeker, Allah'tan günahının affını dilerse, kalbi o siyah noktadan temizlenir. Eğer günaha devam ederse, o siyahlık artar. 'Hayır, onların işleyip kazandıkları şeyler kalplerinin üzerine pas tutmuştur.' (Mutaffifin, 14) ayetindeki 'rân' budur.' (Tirmizî, Kitabu Tefsiri'l-Kur'an, 75; İbn Mâce, Zühd, 29)

Rabbimiz gerçekten büyük merhamet sahibidir. Kitab-ı Kerimi'nde şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah'a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter. Peygamber'i ve onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Onların önlerinden ve sağlarından (amellerinin) nurları aydınlatıp gider de, 'Ey Rabbimiz! Nurumuzu bizim için tamamla, bizi bağışla; çünkü sen her şeye kadirsin.' derler." (Tahrim, 66/8)

"Allah'ın kabul edeceği tevbe, ancak bilmeden kötülük edip de sonra tez elden tevbe edenlerin tevbesidir; işte Allah, bunların tevbesini kabul eder; Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çatınca 'Ben şimdi tevbe ettim.' diyenler ile kafir olarak ölenler için (kabul edilecek) tevbe yoktur. Onlar için acı bir azap hazırlamışızdır."(Nisa, 4/17-18)

"Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir yere yerleştiririz." (Nisa, 4/31)

Rabbimizin bizlerden istediği, ilim, iman ve amel bütünlüğünde kendi yolunda istikamet üzerinde olmamızdır. Bu takdirde kusurlarımızı bağışlayacağını ve bizleri, güzel bir konak yerinde ağırlayacağını beyan etmektedir.

İlim, iman ve amel bütünlüğünü parçalayan geleneksel ve modernist yaklaşımlar, Müslümanları kendi hurafe ve bidatlarına mahkum kılmaktadır. Oysa hem bu dünyayı hem de ahireti kazanmanın yolu, her türlü ifsad, zulüm, şirk ve tuğyan karşısında hak olan sözü söyleyip, o sözü ferdi ve toplumsal amele dönüştürmektir. Unutmamak gerekir ki, iman bir sözleşmedir, bir iddiada bulunmaktır. Bu sözleşmenin gereğinin yapılması, iddianın pratikte ispatlenması gerekmektedir."

Ders, soru-cevap kısmının ardından sona erdi. Kur'an Nesli Kültür Merkezi'nin "Alternatif Eğitim Dersleri", inşaallah 22 Aralık Cumartesi Saat 20.00'da "Kur'an'ın Ana Konuları" çerçevesinde Ahmed Kalkan'ın  sunacağı "Allah İnancı" konusuyla devam edecek.  

YORUMLAR
  • ŞİNASİ ULUDOĞAN   21-12-2012 08:29

    Şükrü Kardeşimiz " illellezine amenü aminu" ayetini çok güzel işlemişsiniz. Allah razı olsun. Maalesef toplumumuz o kadar pasifleştiki " YAN GEL YAT OĞLUM OSMAN BİR TARLA BOSTAN " mantığıyla kendilerini cenneti garantilemiş görüyorlar .Zira bu insanlar kendi açılarından Allah'a peygambere ve diğer akaid ilkelerine iman ettiklerini var sayıyorlar ve amel etmeseler de onları hesap gününde cehennemden bir şekilde kurtaracak bir peygamber anlayışına sahipler. Hatta peygambere varana kadar zaten akşam oluyor. O kadar şefaatçiler edinildiki yolda yürürken ayağı taşa takılıp düşüp ölen biri bile ailesine şefaatçi kılındı. Dolayısıyla bu kadar şefaatçinin bol olduğu bir durumda ne diye bir takım zahmetlere katlanalım değil mi yani :)