`İslam, değişen dünyaya değişmeyen ilkeleri hatırlatır`
`İslam, değişen dünyaya, değişen insanlık toplumlarına, değişmeyen bir takım ilkeleri tekrar tekrar hatırlatır. Kaynaklara dönüş bu anlamda bir yıkanma, arınma çabasıdır elbette. Fakat kaynaklara geri dönen müslüman, sağladığı arınma ve bilinçle bugünün dünyasına seslenebileceği bir dile sahip olmak, bunun için de ciddi bir emek vermek zorundadır.`
İktibas Dergisi'nin İslam ve siyaset ilişkisi konusunda hazırladığı soruşturma dosyasına verilen cevapları yayınlamayı sürdürüyoruz. M. Kürşad Atalar, Hamza Türkmen, Abdurrahman Arslan ve Atasoy Müftüoğlu'nun ardından bugün de Cihan Aktaş'ın dosya çerçevesindeki cevaplarını sizlerle paylaşmak istiyoruz. İşte sorular ve Cihan Aktaş'ın cevapları:
Sorular:
1. İslam, 'siyasî' karakterli bir din midir? 'Siyaset' olgusunu nasıl tanımlıyorsunuz? Bu tanım doğrultusunda İslam'ın siyaset olgusuyla ilişkisini nasıl kuruyorsunuz?
2. İslam'ın bir 'siyaset modeli' var mıdır? İslam bir 'yönetim biçimi' önenir mi, yoksa İslam'ın bizatihi kendisi bir 'siyasal model' midir?
3. İslam'ı bir 'din' (religion), siyaseti ise 'dünyevî' (veya seküler) bir alan olarak gören yaklaşım için ne düşünüyorsunuz? İslam'da din ile dünyayı birbirinden ayırmak mümkün müdür?
4. İslam ile siyaset arasında özden bir ilişki olmadığını savunan tezi, İslami Uyanış sürecini sekteye uğratmak için 1990'lı yıllardan sonra hız kazanan 'kuşatma' politikası ile ilişkilendirmek mümkün müdür? Bu bağlamda BOP ve Ilımlı İslam projesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cihan Aktaş'ın Cevapları:
1- Her şeyden önce İktibas'a düzenli aralıklarla sürdürdüğü bu tür soruşturmaları nedeniyle teşekkür ediyorum. Farklı yazın türleri arasında dolaşan benim gibi yazarlar açısından bu tür kapsamlı soruşturmalar, yaşanılan dönemleri değerlendirme, kavramlar üzerine yeniden düşünme ve tanıklıklar alanında yeni bir muhasebe yapma imkanı anlamına da geliyor.
Allah'a doğru yürüyüşün sürekli yenilenme gerektiren bir programı olarak da isimlendirilebilecek olan din, kaçınılmaz olarak dünya hayatını düzenlemeye yönelik bir manzumedir aynı zamanda. Bu da doğrudan doğruya 'yaratılan' olduğunu teslim eden insan açısından dinin siyasal bir karakteri olduğunu ifade eder. Siyaset, insan toplumlarını yönetme sanatı olduğu kadar, bireylerin ya da toplumların dünyaya ve hayata müdahil olma sorumluluğunu da içeren bir olgudur. Dolayısıyla da yöneten ve yönetilen arasındaki akışkanlığı düzenleyen, oluşan tıkanıkları gidermeyi amaçlayan bir tekniktir aynı zamanda. Bu açıdan bakıldığında yönetilenin, kendi yönetilme şartlarını kavrama, sorgulama ve bu şartlarla ilgili gerekli alanlara dahil olma, yani nisbi bir sorumluluk üstlenecek şekilde katılmasını da içine alan bir genişliği olmalıdır siyasetin. Aksi takdirde geniş kitleler dinî ya da dünyevî iddialara sahip ideolojilere bağlı olarak oluşturulmuş oligarşilerin güdümünde yaşamaya mahkum olurlar. Bir duruşu, tavrı, algıyı ve bütün olarak da sahip olunan hayatî prensipler manzumesini teşkil etmelidir siyaset. Kişisel olan bu durumda siyasidir. Bunun tam tersi de aynı şekilde doğrudur: Siyasi olan her şekilde kişisel ya da özel olanı ilgilendirmelidir. Bunlar gerçekleşmediği takdirde insanlık toplumları despotik yapılar ya da kışkırtmaya açık, hamaset söylemleriyle yönlendirilebilir kalabalıklar üretiyorlar. Ya da nasıl bir hal içindelerse, o şekilde yönetilmeyi hak etmiş oluyorlar.
İslam ne içeriğinden boşaltılmış bir kültürel kimlik, ne metafizik bir gelenekselciliğin dayanağı, ne de ulusçuluğu ayakta tutan bir dolgu, bir sentez malzemesi olarak açıklanabilir. Günümüzde sivil toplumcu, çoğulcu, kültürel İslam... gibi ayrımların ima ettiği türde siyasetler de, son tahlilde emperyalistlerin ve despotların onayını ve takdirini kazanan bir kapıya açılıyorsa, kullandıkları retoriklerin İslam'la ilişkisinin tartışılması gerektiği anlamına gelir bu.
İslamiyet elbette hayatla, toplumla ve bireyle ilgili geniş ve tevhidî dinler geleneğinin süreğinde olgunlaşmış açıklamalarıyla siyasetten bağımsız olmayan bir dindir.
Hz. Muhammed'in ibadeti siyaset, siyaseti de ibadetti. İslâm, temelde Allah'a ve ahirete iman ile salih amel işlemektir. Salih amel, yani doğru eylem, teoriye uygun olarak pratik yani teori ile pratiğin birliği... Ahlâk işte bunun gerçekleştirilmesidir; biçimsel ve içeriksiz bir kuralcılık değildir.
Her insanın özünde iyiliğe eğilim vardır; haksızlıklara, adaletsizliklere, sömürüye karşı olma eğilimi... Siyaset işte bu eğilimi açma ve anlatma çabasının bir tekniği olabildiği ölçüde de önemlidir.
2- İslamiyet'in değişmez bir siyaset modeli olduğundan çok, esnemeye yatkın bir modelle ilgili önemli ilkeler belirlediği söylenebilir. Danışma, seçim, sorgulama, katılım, adalet, düşünceyi beyan özgürlüğü... gibi birkaç ilkeden söz edebiliriz. İslam'ın bir siyasal modeli olduğunu düşünüyorsak, bu modeli içinde yaşadığımız dönemde yeniden anlama ve tanımlama sorumluluğuna sahibiz, müslümanlar olarak. Hiçbirimiz atalarımızdan aldığımız mirası olduğu gibi tekrarlama lüksüne sahip değiliz. Tersine müslüman olarak her birimiz içinde bulunduğumuz çağın koşullarında İslam'ın mesela siyasetten ne anladığını ve nasıl bir siyasal model öngördüğünü, kör bir taklitçilikten ya da salt zahirperestlikten veya reaksiyoner siyasal yapılanmalar ve kurgulardan uzak bir kavrayışla yeniden anlamak zorundayız. Bu anlamda bir tarihsel döneme özgü dinî yorumların iktidarlar, mesela monarşik yapılar tarafından kutsallaştırılması suretiyle oluşturulmuş (tabiatlaştırılmış) donuk, dokunulmazlık kazandırılmış yapılarını ve yine kutsallık halesiyle dokunulmaz kılınmış kavramlarını çözme ve yeniden açıklama gibi bir sorumluluğumuz olduğunu da söyleyebiliriz.
İslam'ın siyasal yorumu, geçmiş medeniyetlerde görüldüğü gibi devletin otoriter, bazen bilim ve siyasetle mesafeli, bazen de dini salt fıkhî külliyatlar manzumesine indirgeyen tecrübeleriyle sınırlı kalınarak anlaşılmamalı elbette. Fakat burada da bu dinin tarihteki siyasal algılanış biçimlerinin kendi bağlamlarıyla kavranmasının öneminin altını çizmek gerekiyor. Geçmiş yüzyıllardaki müslüman toplumların kurmuş olduğu siyasal yapıları, kendi dönemlerinin İslamî olmayan yapılarıyla kıyaslamak elbette daha yerinde olacaktır. Boby S. Sayyid'in de vurguladığı gibi, İslam'ın tarihi kadar bugünü de, insanlık tarihinin hiç de batılıların ilerleme bağlamında okudukları gibi olmadığını idrak eden bir bilinç içermektedir. Bununla birlikte son iki yüzyıldır İslam alemini Batı karşısında sürekli ezik ve savunmacı bir konumda tutan duygu ya da durumu çok iyi anlamak zorunda olduğumuz açık.
İslam, değişen dünyaya, değişen insanlık toplumlarına, değişmeyen bir takım ilkeleri tekrar tekrar hatırlatır. Kaynaklara dönüş bu anlamda bir yıkanma, arınma çabasıdır elbette. Fakat kaynaklara geri dönen müslüman, sağladığı arınma ve bilinçle bugünün dünyasına seslenebileceği bir dile sahip olmak, bunun için de ciddi bir emek vermek zorundadır. Bu açıdan değişmeyen, sabit bir yönetim yapısından söz etmek yerine, ilkelerin özüne uygun formların yeniden üretiminde ne kadar başarı olabilmiştir İslam Dünyası, diye sormak gerekir sanırım. Bu anlamda Abdullah Laroi'nin İslam'a Karşı İslamcılık'ından alıntılayarak somut bir örnek vermek gerekirse, İslam'ın siyasal yönetim görüşünün Muaviye tarafından dile getirilen 'Yeryüzü Allah'ındır, ben de O'nun vekiliyim. Dolayısıyla her elime aldığım bana aittir, insanlara bıraktığım ise, onlara bir lütfumdur" şeklindeki ya da Abbasi halifesi Ebu Cafer El Mansur'un, "Ey insanlar, Allah'ın bize bahşettiği hak ve bize verdiği yetkeyle sizlerin başına geçtik ve sizleri yönetiyoruz. Ben, Allah'ın yeryüzündeki naibi ve O'nun mülkünün bekçisiyim' şeklindeki din devleti yorumunu kendime yakın bulmadığımı söylememe gerek yok sanırım.
3- Yukarıdaki sorularınıza cevap verirken, bu sorunuza da kısmen dolaylı kısmen doğrudan bir cevap vermiş oldum aslında. Bir dine sahip olmak, tevhidî bir dinin mümini olmak, bu dünyanın ötelerine uzanan bir dünya görüşüne sahip olmak demektir her şeyden önce. Elbette dinî bakış açıları arasında farklar olacaktır. Bu farklar zenginleştiricidir. İslam toplumları, dinden farklı çıkarımların tartışıldığı, böylelikle fikir hayatının canlı ve zengin olduğu, çok sesli, başkasının hayat hakkını, dolayısıyla fikir ve inanç özgürlüğünü baskı altında tutmayı bir sağlık ve bekâ garantisi olarak görmeyecek ölçüde özgüvene sahip toplumlar olmalıdır.
İslamî bir bakışa sahipseniz, büyük insan varlığının değerinin, öneminin altmış-yetmiş senelik bir ömürle sınırlı olamayacağını düşünürsünüz. Ebedi hayata ve hesap gününe inanmanın getirdiği bir sorumlulukla katılırsınız hayata.
Modern dünyanın ideolojisi olan pozitivizmin kurguladığı ya da ilham verdiği sahneler veya dünya görüşleri artık son iki yüzyılda olduğu gibi salt dünyevi ve deneysel olgu ve amaçlarla yetinemiyorlar. Modern hayat, tevhidi dünya görüşünün gerektirdiği hayat tarzlarını dışlamayı sürdürürken, hurafelere, pagan inanışlara açılıyor. Yenilerde bir söyleşide dile getirmiştim bu görüşümü (Asım Öz, Umran; Şubat 2008)
Tarihin belki de hiçbir döneminde olmadığı kadar hayat tarzlarının iletkenliğiyle halkları, kültürleri, farklı din mensuplarını birbirine benzettiği bir dönemde yaşıyoruz. Amerikan hayat tarzının çekici yanlarıyla Sovyetler Birliği'nin dağılmasına yol açtığı da bir iddia. Komünizm ideolojisinin bıraktığı boşluğu doldurmak için ruhçu, gizemci hatta büyüye açık teknikler ileri sürülüyor. Küreselleşme, emperyalizmin yeni tekniklerinin bir kurgusu gibi.
Bretch, radikal olan komünizm değil, kapitalizmdir, demişti. Bu komünist ütopyanın yüzde yüz bir aklaması değil elbet. Yine de Amerikan popüler kültürünün bütün dünyada hissedilen etkisi Fukuyamaların, Huntingtonların, kendi hayat tarzları üzerinden dünyaya biçim vermek üzere kitleleri ekin gibi biçmekten kaçınmayan 'mesihçi' Bushların ideolojilerinin zafer kazandığı anlamına gelmez.
4- Bugün Irak'ta ve Filistin'de dökülen kanların, 2006 yazında gerçekleşmiş olan Lübnan'a dönük korkunç saldırının ve son olarak Gazze'de yaşanan kıyımın ardından BOP bölgede barışın tesisi için kısmen alternatifi olmayan bir proje olarak görülüyorsa, bunun en önemli nedeni bölgedeki ülkelerin yapısal değişikliklere gitme yönünde kararlı hatta zorba bir vasiye ihtiyaçları olduğuna ilişkin kanaatin sürüyor olmasıdır. Bu ülkelerin modernist aydınları arasında, baskı rejimlerine alışmış halkların 'çağdaş' dünyaya uyumunun ancak bu yönde bir zapt-u raptla mümkün olabileceğini savunanlarla karşılaşmaya devam ediyoruz. Ortadoğu ülkelerinin çoğunda kurumsal olarak halktan hemen hemen tamamen kopuk olan devletler, yönetici sınıfların kendi çıkarlarını koruyacak şekilde yapılanmışlardır, bu nedenle halkla ilişki kurmaya ve hesap vermeye gerek duymayacakları hijyenik konumlarda bulunurlar. Birleşik Arap emirliklerinin kendi halkına acımayan yönetimleri olduğu kemikleşmiş bir kanaattir. Bu ülkelerin gençlerinin neredeyse yarıya yakını ülkelerinde bir gelecek göremiyor, Batı ülkelerinden birine göç etmeyi hayal ediyor. Müslüman genç nüfus biraz da bir zamanlar ellerinden çalınmış ekmeğin peşine düşerek, yığınlar halinde ve illegal yollarla Batı ülkelerinden birine "kapağı atmak" için canlarını ortaya koymayı göze alıyor.
Geçen bir yüz yıl içinde bu ülkelerde sayısız darbe, hükümet hatta rejim değişikliği ve devrimler yaşandığı halde, geri kalmışlık bir gerçeklik olarak kaldı. İstatistik verilerine göre az nüfuslu Birleşik Arap emirliklerinde gelecek on yıl içinde işsiz sayısı 15 milyondan 50 milyona çıkabilir. Bu ülkelerde yönetimlerin güçlerini halkla paylaşmaya yanaşmaması, halka açılmalarına engel teşkil etmektedir. Bütün bunlar bölgenin gerçekten de köklü bir değişime ihtiyaç duyduğunu gösteriyor, bununla birlikte ABD veya Batı ülkelerinin tasarladığı reformların bölgede kendi uzun vadeli çıkarlarını gözetecek bir içeriği olduğu, bölge halklarının yararlarını gözetecek reformların öncelik kazanmasına izin vermeyeceği de kesinleşmiş bir kanıdır.
İran, bölgedeki yeni yapılanma önünde en önemli engel teşkil eden bir ülke. Bu bağlamda özellikle gençlik kesimi içinde Amerika'dan yayılan popüler kültüre duyulan hayranlığa karşılık, bu ülkenin müslüman ülkelere yönelik sömürü ve işgale dayalı politikalarının İran halkı tarafından nefretle karşılandığının da altını çizmek gerekiyor.
Otoriter (ve totaliter) rejimler tarafından yönetilen ülkelerin 'demokrasi' yanlısı aydınlarının görüşleri, Zizek'in ifadesiyle bir çifte şantajın, yani baskıcı rejimlerle bu rejimleri hedef alan emperyalist rejimlerin tehditleri arasında sıkışmış olarak yaşamaktan kaynaklanan bir kafa karışıklığıyla malûl. Doğu Konferansı'nın İran gezisi sırasında Türk aydınları, İranlı bir reformist gazetecinin 'doğu despotizmi'nden sözettiği, bunun yanı sıra asker eliyle gerçekleşen Türk modernleşmesini övdüğü analizini şaşkınlıkla karşılamışlardı. Bununla birlikte, ülkelerinin yabancı güçlerce işgal edilmesine karşı her zamanki kadar duyarlı reformist İranlı aydınları daha farklı bir seviyede değerlendirmek gerekiyor. Baskılara karşı olmaları emperyalizme bir çağrı olarak okunamaz, molla sınıfının elemelere dayalı siyaset kurgusuna yönelik eleştirileri de sekülerleştiklerinin göstergesi sayılmaz. Bu durumda İranlı aydınların sloganı, "Baskılara hayır, ama bizi kurtarma adına süren baskılara da" diye özetlenebilir. Sosyolog Mahmut Sadri'ye göre, İran halkı içinde Amerikan müdahalesi talebi dikkate alınmayacak kadar cılızdır; özgürlük isteğiyle ve güç sahiplerinin dayatmalarına karşı duydukları tepkiyle benzeri bir talebi dillendirenler bile Amerikan tanklarının memleketlerinin caddelerinde dolaşmasına, ABD petrol şirketlerinin 1953'te Musaddık'a karşı yapılan darbenin ardından olduğu gibi yeniden ülkelerinin tabii kaynakları alanında neredeyse yüzde yüze yakın oranda imtiyazlar elde etmelerine kapı açan anlaşmalara razı olmayacaklardır.
Yirmibeş yıldan bu yana bir hayli siyasallaşan, tepkilerini miting ve yürüyüşlerle dışavuran İranlıların sürgelen Amerikan tehditleri karşısındaki tavrı, ABD açısından 'umutlu bir beklenti' sunamayacak bir karşıtlık sunuyor.
BOP bütün yaşananlardan sonra Ortadoğu halkları için hiç de inandırıcı bir hediye paketi değil kanımca. Bu hediye bölge halklarına insan hakları, özgür seçimler, çok partili demokratik sistem, kadın özgürlüğü, özgür basın, okulların geliştirilmesi, ekonomik reformlar, daha önemlisi barış gibi değerli metalar bulunan bir tür Pandoranın Kutusu olarak takdim edilmek istenmişti. Ne var ki Irak'ın işgalinin ardından yaşananlar, paha biçilmez hediye paketlerinin içeriğinin hiç de takdim edildiklerinde anlatıldığı gibi olmayabileceğini gösterdi. Irak'tan yayılan işkence fotoğrafları, Irak toplumu içinde gün geçtikçe daha da şiddet kazanan etnik kökene veya mezhep ayrılıklarına dayalı ihtilafların getirdiği çekişmeler, zorla ve kanla getirilen bir özgürlüğün ve demokrasinin yerli halk için ödenmesi gereken bedellerinin ne kadar ağır bir faturası olduğunu göstermektedir. Daha yenilerde Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari'nin bu bağlamdaki bir açıklamasını okudum: Irak halkı beş yıldan bu yana kan gölü içinde yüzüyor.
Irak'ı kurtarma operasyonu, bir diktatörün baskısı altında ezilen insanları kurtarmayı değil, ülkenin yerlilerini oryantalist metinlerin tuhaf ve iğrenç denilebilecek tasvirlerine göndermeyi amaçlıyor gibidir. İşkenceci askerlere göre, oryantalist metinlerin türlü fantazilerle birlikte tasvir ettikleri "insan-altı bedenler" her türlü aşağılamayı hakediyor olmalılar.
Ulusçuluk ekenin şovenizm biçtiği bir yüzyılı arkamızda bıraktık. Kan akıtarak can yakarak ve insanların onurlarıyla oynanarak sürdürülen kurtarma operasyonlarının yeni kin ve nefret alanları oluşturacağı çok açık. Oysa gerçekten istenilseydi, Orta Doğu'da baskı ve ezilmeye ilişkin sorunlar uluslararası bir konsensüsle nispi bir çözüme kavuşturulabilirdi. Ve zaten sorun olarak ortada olan şey, baskıcı rejimler yani, bir yanıyla Batı politikalarının eseri değil midir?
Sözgelimi ABD ve İngiltere gibi Batılı ülkeler 1980 yılında Irak'ı sekiz yıl sürecek bir savaş için İran'a karşı kışkırtmasalardı, bugün Irak bu denli işgale açık bir ülke olmayabilirdi.