03-08-2008 16:52

`İslam, insanlığın son çaresi`

İslam, tüm insani değerlerini kaybeden dünya için son kurtuluş yoludur diyen ünlü Fransız yazar Saint-Prot, “Gayr-i Müslimler bile İslam’ın güçlenmesine seviniyor” dedi.

`İslam, insanlığın son çaresi`

"Benim Kur’an’dan öğrendiğime göre, İslam din ve dünyadır. Belki bu ilke başka dinlere de uygulanabilir, çünkü Katoliklik ve Protestanlık gibi toplumsal işlere karışmayan bir din ölmektedir."

Paris’in merkezinde bulunan bir Cafe’den ayrılırken, kendisiyle röportaj yaptığım Fransız düşünür ve uzman Charles Saint- Prot’ya  ‘Sen İslam dinine mi girdin?’ sorusunu soramadan ayrıldım.

Charles Saint, Batılı akademik araştırmalarda yaygın olandan tamamen farklı bir bakış açısı sunuyor, selefiliği savunuyor ve İslam’ın Batı’nın yaşamakta olduğu ahlâki krize bir çare olabileceğini ifade ediyordu. Belki de Müslüman olup olmadığı sorusunu soramayışım sorunun çok kişisel ve ikincil öneme sahip bir konu olmasından kaynaklanıyor da olabilir.


Charles Saint Prot

Paris Jeopolitik Gözlemleri Müdürü ve Sorbonne Üniversitesi Hukuk Profesörü olan Charles Saint Prot’nun düşünceleri, Batılıların İslam hakkındaki düşünceleri açısından önemli bir dönüm noktası sayılabilirdi. Bu kişinin İslam hakkındaki düşüncelerine ilişkin daha fazla şeyler anlatmak istemiyor ve sizi bu kişiyle baş başa bırakmak istiyorum.

BUGÜN KAVRAMLAR VE TASAVVURLAR BULANIKLAŞMIŞ

Fransa’da “İslam: Batılılaşma ve Devrim Arasında Geleneğin Geleceği” (Islam: The Future of Tradition between Revolution and Westernization) isimli yeni bir kitap yayınladınız. Bu kitabın sizin Arap ve İslam medeniyetinin geleceğine ilişkin ilginizin bir semeresi olduğunu biliyoruz. Niçin şimdi böyle bir kitap çıkarma ihtiyacı hissettiniz?

Kitabın hedefi, İslam hakkındaki birçok yanlış görüş ve düşünceye cevap vermekti. Özellikle de bir takım sertlik yanlıları ve teröristlerin İslam adına savaştıkları imajını verebilmek için selefilik, İslam, davet, tevhid ve cihad gibi kavramları sıkça kullandığı günümüzde bu daha fazla önem kazanmıştı. Bu kitabı yazmaktaki amacım, aşırılar tarafından kullanılan bu kelimelerin aslında gerçek anlamlarıyla uzaktan yakından ilgisinin kalmadığını göstermekti. Bu kelimelerin gerçek anlamını bulmaya yoğunlaştım yani kendimi İslam’ın gerçeğini ortaya koymaya adadım. İslam’ın özüne dönebilmek için ise İslam’ı bilmek gerekiyordu.

Kitabımın birinci bölümü, İslam düşüncesini, tarihini ve bu tarih içerisinde meydana gelen olayları anlama çabasını içeriyor. Tevhid kelimesi başta olmak üzere İslam’ın bütün kavramları tek tek elden geçiriliyor ve okuyucunun kafasındaki yanlış algılar düzeltilmeye çalışılıyor. Ben İslam’ın Tanrısının diğer (Semavi) dinlerin Tanrı tasavvurundan çok farklı olduğunu ifade eden birçok makale okudum. Onlar, aslında İslam’ın da içinde bulunduğu bütün monoteist dinlerin Tanrısının aynı Tanrı olduğu gerçeğini kabule yanaşmıyorlar.

Öncelikle Hıristiyanların, Müslümanların ya da Yahudilerin Tanrısının bir ve aynı Tanrılar olduğu gerçeğinin iyice anlaşılması gerekiyor. Bu gerçeği kabul etmemiz durumunda büyük bir aşama kaydetmiş ve İslam’ın aslında monoteist (tevhidi) dinler çizgisinin devamcısı olan bir din olduğu ve Peygamberinin de diğer dinleri olgunlaştırmak (tekemmül ettirmek) için gelmiş bir kişi olduğu gerçeğini anlamaya başlamış oluruz.

ÇÖZÜM İÇTİHAD'IN AKTİFLEŞTİRİLMESİNDE

Sonra ikinci aşamada, İslam’ın diğer monoteist dinlere yaptığı eklemelerle ilgili olumlu boyutlar ve İslam düşüncesinin içtihat sayesinde sorunların nasıl üstesinden geleceği gibi konular üzerinde durdum. İçtihad kapısının kapalı olduğunu söylemek büyük bir hatadır. Birçok kişi bu düşünceyi savunuyor olabilir ancak şunu söyleyebilirim ki İslam’ın tarih boyunca geriye gittiği tek dönem Osmanlı İmparatorluğu dönemidir. 18 ve 19. yüzyıllar itibariyle İslam dünyası büyük bir gerileme ve çöküş dönemi yaşamaya başladı. Niye? Çünkü Osmanlı İmparatorluğu aslında İslam’dan ziyade kendi saltanatını güçlendirmekle ilgiliydi. Bu yüzden İslam’ın mesajına ilişkin hedeflerini yitirdi, kurtuluş çabaları ise ancak Muhammed Abdulvehhab’la birlikte ortaya çıkmaya başladı. Ben Abdulvehhab’ın söylediklerinin harfiyyen alınması ve takip edilmesi gerektiğini söylüyor değilim. Ancak söylenmesi gereken şey, İslam tarihi içerisinde önemli bir iz bıraktığı ve kendi rengini verdiğidir.

AFGANİ-ABDUH ÇİZGİSİ

Ayrıca kitabımda Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, Reşid Rıza ve Muhammed İkbal gibi içtihadı yeniden Müslümanların gündemine getiren ve İslam’ı fanatik bir din olarak değil de vasat bir din olarak ortaya koyan düşünürlerden bahsettim. Batılılar ise Müslümanları Batılılaşma ya da fanatizm çemberi içine sıkıştırıyorlar ve bu ikisinden birini tercih etmeye zorluyorlar. Hâlbuki Müslümanlar, Mustafa Kemal Atatürk’le İslam arasında bir tercihte bulunmak zorunda değiller. Bağnaz ve fanatik insanların İslam anlayışını gerçek İslam’mış gibi sunmak yanlıştır. Ne İslam’ın bir karikatürünü sunmaya çalışanların ne de Batılı olabilmek için İslami kimliklerini bütünüyle unutmaya çalışanların anlayışları arasında bir tercihte bulunmak zorunda değil insanlar. Bana göre tercih, halen çizgisini sürdürmekte olan ve daima ilericiliği savunmuş olan büyük ıslahat hareketinin temsilcileriyle diğerleri arasında olmalıdır.

GERÇEK SELEFİLİK TERÖRİZM DEĞİL ISLAH VE YENİLENME ÇAĞRISIDIR

-Siz, bazı sertlik yanlısı hareketlerin Selefilik, cihad, davet, içtihat gibi kavramları kendi tekellerine aldıklarını söylüyorsunuz. Peki, bu kavramları bu hareketlerin elinden nasıl kurtarabiliriz?

Bizim yapmamız gereken bu kavramları tereddütsüz bir şekilde kullanmak. Ayrıca, bu gibi kavramların sertlik yanlıları tarafından kullanıldığı gerekçesini bir kenara bırakmamız lazım. Örneğin SSCB lideri Stalin bir katildi ve sosyalist olduğunu söylüyordu. Hitler de kan içiciydi ama aynı zamanda vatansever ve sosyalist olduğunu söylüyordu. Biz insanların terimleri/kavramları alarak bağlamı dışında kullanmalarına mani olamayız. Malumdur ki Stalin, Sosyalizm’in içerdiği anlam derinliğine sahip olmadığı gibi Hitler de vatansever falan değildi. Kelimelerin kullanılma yerleriyle ilgili bir durum bu. İslam’a geldiğimiz de ise bu insanlar selefilik kelimesini aldılar ve kendi amaçları doğrultusunda kullandılar.

Hâlbuki bu kelime, kendisiyle ıslah kast olunan bir sözcüktür, ayrıca ilk kez Muhammed Abduh ve Cemaleddin Afgani tarafından kullanılmıştır. Bu kavram yeni bir kalkış noktası oluşturmak için Selef-i Salih’e dönüşü esas alan, Muhammed Abdulvehhab ve Şeyhulislam İbn-i Teymiye’nin düşüncelerinin veya metodunun uygulanması anlamına gelmekteydi. Abduh ve Afgani bu kelimeyi kullandıklarında terörist ya da sertlik yanlıları değillerdi. Dünyanın dört bir yanında saygı değer bir insan olarak bilinmekteydiler. Çağdaş dünyayla bütünleşmeyi hedef alan bir İslam anlayışını benimsemek istiyordu. Öyleyse gerçek selefilik Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’nın öngördüğü ıslah ve Menar dergisinin zengin içeriğinde teşekkül etmiş ve daha sonra Muhammed İkbal, Abdurrahman Kevakibi, Cezayir’de Bin Badis, Fas’ta Allal el-Fasi, Malezya’da Mimoza’nın ortaya çıkmasına zemin hazırlamış bir düşünsel çizgiydi. Bu düşünürler, içtihaddan vazgeçmemişlerdi.

SELEFİLİK DEĞİL HARİCİLİK

Sertlik yanlılarının ve teröristlerin bugün selefilik kelimesini kullanıyor olmaları çok trajik bir olaydır. Bu da selefiliğin olumsuz bir anlam kazanmasına neden olmuştur. Ayrıca ben bu terimlerin bu tür insanların ellerinden kurtarılması gerektiğini düşünüyorum. Şayet selefiliği ve benzeri kelimeleri bugün el-Kaide’nin ellerine bırakırsak, yarın el-Kaideciler kullanıyor diye İslam kelimesini kullanmaktan bile çekinmemiz gerekebilir. Bugün, Selefiliğin Bin Ladin ya da el-Kaide anlamına gelmediğini söylemek önem arz etmektedir. Bu terimleri onların ellerinden almak gerekir. Selefilik çağdaş bir içtihat hareketidir. Selefilik İslam’ın maslahatıyla da örtüşmektedir. Aynı şey İslam hukukunda cihad kelimesiyle de ilgili olarak de geçerliliğini korumaktadır.

Bütün Müslüman âlimlerin kabul ettiği, İslam hukukunda da geçtiği ve Kuran’da da zikredildiği şekliyle cihad, Müslümanların kendilerini saldırılara karşı korumalarıdır. Bu çağdaş hukukta kişinin kendine yönelik saldırılara karşı canını koruması olarak geçmektedir. Bir de büyük cihadla küçük cihad arasında da ayrım yapılmalıdır. Büyük cihad insanların kendi nefislerinin şerrine karşı mücadele etmeleridir. Ayrıca cihadın ilan edilmesinin de belirli şartları vardır. Nüfuz sahibi bir âlim ve Müslümanları temsil eden bir siyasi otorite tarafından ilan edilmiş olması gerekir. Yoksa kendisini cihat ilan etmeye yetkili gören herkes başkalarına savaş açamaz, cihad ilan edemez. El-Kaideciler ve Bin Ladin cihadın sözcük anlamını tahrif etmiştir. Bir de şunu görmek gerekir: Bu insanların yaptıkları İslam düşmanlarının ekmeğine yağ sürmekte ve ‘Bakın İslam’ın gerçek yüzü bu’ demelerine yol açmaktadır.

Örneğin Fransa’da yayınlanmakta olan kitaplara bir bakın, hepsi cihaddan ve cihatçılardan bahsetmektedir. Bu kişilerin gayr-ı Müslimlerden çok Müslümanları öldürmüş olduğu da bir gerçektir. Ayrıca cihad Müslüman olmayanları öldürmek de değildir. İslam Müslüman olsun ya da olmasın masum insanların öldürülmelerini meşru görmez. Bu aşamada o insanların İslam’la ilgisinin olmadığını göstermenin önemli olduğunu düşünüyorum. Ben onları neo-Hariciler olarak isimlendiriyorum. Gözü kapalı öldürme hususunda Haricilere benzemektedirler. Hz. Ali’yi şehid eden, çocukları ve kadınları katleden onlardır. Bunların İslam’la uzaktan yakından ilişkileri yoktur. Bunların İslam’la alakasının olmadığını gösterdiğimizde davranışlarımızda Batılı olmaya mecbur olmamamız gerektiği sonucuna ulaşırız.

MODERNİSTLER AFGANİ VE ABDUH'UN TAKİPÇİLERİ DEĞİLLER

Hâlbuki Fransa’da ortaya çıkan ve İslam’ı yeni bir okumaya tabi tutan Hammadi er-Rudeysi ve Abdulvehhab el-Mueddeb gibileri, kendilerine ‘Yeni İslam düşünürleri’ adını vermektedirler. Bana göre bu insanlar İslam’ı yıkmak için birbirleriyle yarışan düşünürlerdir. Bunlar sünnetten kurtulmaya ve Batılıları razı edecek bir İslam anlayışını kabul ettirmeye çalışıyorlar. Bana göre bu insanlar ‘Frenkleşmiş’ insanlardır. Bu tip insanlar da tehlike arz etmektedir çünkü bu tipler İslam’ı içerden yıkmaya çalışmaktadırlar.

İSLAM BATI'YI İKNA ETMELİ ÇÜNKÜ TEK BİR "BATI" YOK

Ben İslam’ın Batı’yı razı etmek zorunda olmadığını savunanlardanım. Bir tek Batı olmadığını da bilmemiz gerekiyor. Fransa var, Almanya var, İngiltere var, ABD var, bütün bunlar birbirinden farklı dünyalardır. Ben Almanya’ya gittiğimde Almanlarla uzaktan yakından alakamın olmadığını düşünüyorum. ABD’de olduğum zaman ise bu dünyaya ait olmadığımı düşünüyorum. Ancak Fas’a, Mısır’a, Suudi Arabistan’a ya da Lübnan’a gittiğimde arkadaşlarımın arasında olduğumu düşünüyorum ve kendimi iyi hissediyorum. Şayet Batı’yı biz ABD bayrağı altında olan her şey gibi görüyorsak Batı kavramını gözden geçirmenin zamanı gelmiş demektir. Batı medeniyeti farklı kompartımanlardan oluşmuş bir terkiptir. Fransız, İngiliz ve Germen medeniyetleri var. Bir defa biz aynı dili konuşmuyoruz, aynı inançlara sahip değiliz. Protestan’la Katolik arasındaki fark, İslam dünyasındaki Şiilikle Sünnilik arasındaki ayrılıklardan çok daha derindir.

IRAK İŞGALİ BİR TRAJEDİ: HEM ŞİİLER HEM DE SÜNNİLER KİRLENDİ

Paris Jeopolitik Gözlemleri Müdürü (Paris Geopolitical Observatory), ve İslam dünyasında özellikle de Irak’ta, Afganistan’da ve Filistin’de meydana gelen olaylarla ilgili biri olarak Amerikan güçlerine karşı ön saflarda çarpışan bir örgüt olması hasebiyle el-Kaide’nin konumuna ilişkin neler söylemek istersiniz? İşgale karşı savaşan bir örgüte ilişkin sarfettiğiniz ‘Kan içici, katil, terörist gibi yaftalamalar’ bir paradoks değil mi?

Irak’ın kendine has bir durumu var. ABD’nin Irak’ı işgali büyük bir trajedidir çünkü bu işgal Irak’ı yıkıma uğratmıştır. Bu işgal aynı zamanda bugün eskisinden çok daha kötü koşullarda yaşamak zorunda kalan Irak halkı için de büyük bir felakettir çünkü durum bölgede istikrarın bozulmasıyla ilgilidir. Bu trajedi, İranlıların ülkedeki nüfuzunu yayarak krizden yararlanmasını sağlamıştır, bu da temiz olmayan bir nüfuzdur. Irak’ta ülkeyi Araplara karşı aralarında paylaşmış Amerikan-İran komplosu olduğunu görüyorum. Eski Şuubiyye yeniden uyanmaktadır. Bu eski Farisi-Şii komplosudur. Irak’taki Şii kartı da Araplara karşı verilen savaşın yürütülmesi için kullanılmaktadır.

Ancak tüm bunlar el-Kaide taraftarlarının ve selefilerin, Şii Müslümanlara karşı işlediği katliamları ve suçları temize çıkarmaz. Masum sivilleri öldürmek, Şii camilerine bomba atmak, bunlar direniş olabilir mi? El-Kaide, Irak’ta Amerikan projesini hayata geçirmek için kurulmuş bir örgüttür. Iraklı sivillerin arasına bombalar yerleştirmek Amerikalıların Irak’ta daha uzun süreler kalabilmesi için gerekçe sunmaktadır. El-Kaide yüzünden bugün Irak’ta gerçek bir direnişten bahsedemiyoruz ki bu direnişi ilk önce Baas Partisi unsurları örgütlemiştir. Ben ABD’nin Irak’ı işgalinden bir kaç gün önce Iraklıların direniş için hazırlıklar yaptığını görmüştüm. Bu ülkede direnişin ilk nüvelerini İzzet ed-Duri başkanlığındaki birlikler oluşturmuştu.

Afganistan’da ABD’nin başta Ruslara direniş göstermesi için aynı şahısları ve aynı düşünceleri taşıyan kişileri kullanmaya çalıştığını biliyoruz. Belirli bir sürede bu kişiler ABD’nin kontrolünden çıktılar. Jeopolitik açıdan bakıldığında ABD daima eski Sovyetler Birliği’ni ve şimdiki Rusya’yı kuşatmak istemiştir. Afganistan’ın Amerika’ya bunu gerçekleştirme gerekçesini sunduğuna inanıyorum. Çünkü bu ülke tam da doğalgaz geçiş noktaları ve dünyanın en büyük petrol rezervlerinin var olduğu bölgelerde bulunuyor. Amerikalılar bir gerekçeye ihtiyaç duyuyorlardı, teröristlerin bulunduğuna dair iddialar ise ona bu gerekçeyi verdi.

İSLAM "ANLAM" TAŞIYAN TEK ÇÖZÜM YOLU

Özellikle de medeniyetler çatışması ve diyaloğu tezlerinin çokça ortalıkta dolaştığı şu günlerde dinin toplumların uyanışında önemli bir rolü olduğu kabul ediliyor. Dinin sizce şu anki rolü nedir?

Her dinin sosyal boyutu vardır. Bu söylediğim dinin siyasete önderlik etmesi gerektiği anlamına gelmez. Bu, siyasetin dini değerlerden etkilendiği anlamına gelir. Dini değerlerden yoksun olan toplumlar medeniyet değerlerinden de yoksun kalmış demektir. Kendisine yapılan eleştirileri bir kenara bırakırsak Başkan Nicolas Sarkozy, “Herhangi bir dini benimsememiş büyük bir medeniyet yoktur” diyor. Her ne kadar belirli bir dine sahip olmayan Çin Medeniyeti gibi bir medeniyet söz konusu olsa da medeniyetle din arasında köklü bir ilişki vardır.  Ancak Çinlilerin bir inanca sahip olmadığını söyleyemeyiz. Biz, İran’dan Ren nehrine kadar uzanan tevhidi (monoteist) medeniyetlerin sahipleriyiz. Tarihimizde din daima var olmuştur. Yunan medeniyeti bile dini değerler üzerine inşa edilmişti. Birçok Tanrı’ya inanıyor olmalarına rağmen çok güçlü inançlara sahip insanlardı.

Dinler geçmişte kalmış olgular değildir. Din, çöp sepetine atacağınız ya da tarihin derinliklerine gömeceğiniz bir olgu değildir. Din, insanı huzursuzluk ve endişe hissetmemesine yardımcı olan bir unsurdur. Her zamankinden daha çok dine ihtiyacımız olduğuna inanıyorum. Çünkü materyalizm tehdidi yanı başımızda, her şeyi araçlaştıran bir toplum tehdidiyle karşı karşıyayız. Belirli bir şirketten bir şey istediğimizde cevap, bilgisayarın bunu kabul etmediği ve bir sonuç vermediği şeklinde oluyor. İnsanlık onurumuzu yitirmek üzere olduğumuzu söylediğimde aslında çok da abartıda bulunmuş olmuyorum. Şayet biz insanlık onurunu korumak istiyorsak, dinlere sahip çıkmalıyız. Biz bunu Batı toplumlarında kaybettik. Bu nedenle, İslam bu dünyaya bir şeyler katabilir, çünkü ahlaki değerlere sahip çıkan ve onu korumak isteyen son dindir. Bu nedenle, bana göre medeniyetler arasındaki diyalog toplumların ve insanların birbirlerini tanımalarına hizmet etmesidir. Bence Papa, Suudi Arabistan Kralı’nı karşıladığında bunu anladı. Papa, bazı kardinallerin karşı çıkmasına rağmen diyaloğun dinler arasında çelişki olacağı anlamına gelmemesi gerektiğini belirterek, durumun dinlere ve medeniyetlere düşman baskı ve karşı çıkmalarla ilgili olduğunu ifade etmiştir.

İSLAM BATI'YA KAYBETTİKLERİNİ VEREBİLİR; ÇÜNKÜ O TEK KURTULUŞ ÇARESİ!

İslam’ın insanlığa bir şeyler ekleyebileceğini söylüyorsunuz, İslam sizce bu dünyaya ne verebilir?

Öncelikle İslam, diğer dinlerle karşılaştırıldığında yeryüzündeki en genç dinlerden biri. Ayrıca en dinamik bir din, çünkü Batılıların kaybetmiş olduğu değerlere bizatihi sahip. Bireysel ve maddi değerler dünyasının girdabına girmiş olan Batı’da toplumsal dayanışma ruhu kaybolmuş, herkes kendi içine kapanmıştır. Orada tek bir egemen kültür var, bu da para, maddi başarı kültürüdür. Maneviyat bütünüyle kaybolmuş durumda. İnsanoğlu çöküşte. Her birimiz tüketim aracı haline geldik ve maneviyatı bütünüyle unuttuk. Böyle bir varlık, yok olmaya mahkûm, hayvani bir canlıya dönüşmüş demektir. İslam’ın Batı’ya ve tüm dünyaya sunacağı şey işte insanlık onurunu yitirmek üzere olan bu toplumlara insanlığını hatırlatmasıdır. Hatta bazı gayr-i Müslim olanlar bile İslam’ın güçlü olmasından endişe duymuyor tersine seviniyorlar. Bir başka deyişle İslam, bütün ahlâki değerlerini yitirmek üzere olan insanlığın yegâne kurtuluş çaresidir.

İSLAM'IN OLDUĞU YERDE LAİKLİĞE İHTİYAÇ YOKTUR

Kitabınızda İslam’ı tarif ederken onun din ve dünya olduğunu söylüyorsunuz. Siz dinlere böyle bakarak laiklik düşüncesini ihlal ettiğinizi düşünmüyor musunuz?

Evet, doğru bunları söylüyorum. Çünkü bir defa laiklik, tarihsel olarak Fransızların icadıdır. Esaslı tarihsel verilere dayanmakta olup, Fransız Kralı’yla Papa arasındaki savaşı yansıtmaktadır. Fransa kralı sürekli olarak kendilerinin toprakları üzerinde egemen olduklarını söylüyorlardı. Sonra, Hıristiyanlık içerisinde Papa’nın belirli bir hiyerarşiyle yöneticiliğini yaptığı bir kilise vardı. Sonra Fransız devrimi geldi ve saltanatın korunup korunmaması gerektiği tartışıldı. O dönemde azınlıkta olan Cumhuriyetçi Parti, kendi varlığını ve gücünü kanıtlamak için dinle devletin birbirinden ayrılması gerektiğini savunan din karşıtı bir söylem geliştirdi. Saltanatla dayanışma içerisinde olan kiliseye karşı savaş açtılar. Bu çerçevede laiklik düşüncesi serpilmeye başladı. Bu bana göre tamamen Fransızlara ait bir düşünce. Ayrıca burada iki tür laiklik olduğunu savunan düşünceye de dikkat etmek gerekir. Bir anlayışa göre kiliseyle devletin birbirlerinden ayrılması yönündeki ilke, kiliseye sahip olmayan İslam’ı kapsamaz. Bu noktada Sünnilikle Şiilik tabiatıyla birbirinden farklılaşmaktadır. Sünni İslam’ın din adamları hiyerarşisi bulunmamaktaydı, halifeler bile din adamı olmaktan ziyade siyasetle meşgul olmuştu. İnsanların güvenliğini sağlamak, hilafeti korumak ve topraklara sahip çıkmakla sınırlıydı onların yaptığı. Başka bir şey yoktu. Laiklik, İslami faaliyetin gerçekleştiği alanlarda söz konusu değildi.

Dikkati çeken bir başka husus da şudur: Fransız kültürü kendisini sürekli olarak evrensel bir düşünce olarak tasavvur etmiş ve kendisini dünyanın merkezine koymuştur. Fransa açısından iyi bir şey olduğunu düşündüğüm laiklik bütün dünya için yararlı olmayabilir. Bu laiklik kelimesi öyle bir kelimedir ki, bırakın Arapça’ya tercümesini, Almanca ve İngilizce’ye bile tercüme edilememektedir. Bence çeviriye uygun olmayan bir kelime evrensel olamaz. Fransa yolunu çok önceleri seçmiştir, ama bu, hiçbir zaman dinin Fransa’da bile bir rolünün olmayacağı anlamına gelmez. Ben burada dine düşmanlık anlamına gelen başka bir tür laikliği savunuyor değilim. Ayrıca din karşıtlığı, laikliğin ikinci anlamıdır. Kendilerinin laik olduğunu söyleyen insanların önemli bir bölümü, dinlerden nefret etmektedir. Örneğin gazetelerde dince kutsal sayılan kimselerle ilgili karikatür yayınlayanlar aslında dinle devleti birbirinden ayırmaya çalışan insanlar değil, dini yıkmaya çalışan insanlardır. 

Özetle, Fransa’da geçerli olan laiklik, Fransa dışında zorunlu olarak geçerli olacak diye bir şey yoktur. Herhalükarda sorun çözülmemiş olarak kalmaktadır.

"İSLAM DİN VE DÜNYADIR" KUR'AN'DAN BUNU ÖĞRENDİM

Benim Kur’an’dan öğrendiğime göre, İslam din ve dünyadır. Belki bu ilke başka dinlere de uygulanabilir, çünkü Katoliklik ve Protestanlık gibi toplumsal işlere karışmayan bir din ölmektedir. İnsanlar artık inanmıyor çünkü dinin dünyadan ayrılmasını savunuyorlar.

(Röportaj: Hadi Murad / Timeturk)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !