`İslam, sermaye ile emek arasında denge kurar`
`Bence İslâm kapital düşmanlığı yapmaz, Kapitalizm`de olduğu gibi kapitalin insana öncelenmesine karşı çıkar. Kapitalizm`de emek kapitalin üretilmesi için bir araçtır sadece. Benim kanaatime göre, İslâm kapital ile emek arasında bir öncelik değil de denge gözetir. Çünkü İslâm`da sermaye ister devletin ister fertlerin elinde bulunsun sosyal olmak durumundadır. Böylelikle neticede emek de kapital de kamu yararına aykırı kullanılmamış olacağından birinin diğerine öncelenmesi gerekmez.`
Günümüz dünyasında hayatın merkezine yerleştirilen, hangi sorundan bahsedilirse bahsedilsin çözüm önerilerinde bolca atıf yapılan ekonomi alanında, ülkemizde ve genel olarak üçüncü dünya ülkelerinde; bu ülke toplumlarının sosyal ve siyasi dinamiklerinden beslenen ve bu alanda kalıcı çözümler sunabilecek alternatif teori ve uygulamalar neler olabilir diye sorarak yola çıktığımız söyleşiler dizisinde bu hafta Doç. Dr. Cengiz Kallek'le konuştuk.
HZ. PEYGAMBER'İN GETİRDİĞİ DÜZENLEMELER KAPİTALİZME KARŞIDIR
Kallek, Hz Peygamber'in iktisadi düzenlemelerinden ve İslam tarihi boyunca izini sürdüğü iktisadi ilke ve kurumlardan hareketle İslam ekonomisinin kapitalizmin ve sosyalizmin yetersiz kaldığı günümüz sorunlarına çözüm sunabileceğini ve bu sistemlere alternatif olabileceğini söyledi.
İslâm ekonomisi düşünce sisteminin izini sürdüğümüzde ne kadar eskiye gidebiliyoruz? İslâm tarihinde bu alanda özgün eserler verilmiş midir?
İslâm iktisadının belli literatür öbekleri içinde toplanması mümkün özgün müstakil klasik kaynakları esasen Kitâbü'l-Harâc, Kitâbü'l-Emvâl, Kitâbü'l-Hisbe, Fütüvvetnâme ve 'İlmü tedbîri'l-menzil gibi genel başlıklar altında sınıflandırılabilecek kitaplardan oluşmaktadır. Bunlar arasında genelde kamu kesimi ekonomisi veya malî iktisat, özelde ise kamu maliyesi ya da malî hukuk çerçevesine sokulabilen Kitâbü'l-Harâc ve Kitâbü'l-Emvâl türü eserlerin önemli bir yer tuttuğu görülür. Bu külliyat bize devlet erkânının, çiftçilerin ve ilim adamlarının –tabiri caizse– "politik ekonomi" hakkındaki tefekkür düzeyini göstermektedir. Neticede bu literatür öbeklerinden ilk örnek Hicrî 2./Miladî 8. yüzyıla kadar geri götürülebilir. Ancak bunların dışında hadis külliyatından fıkıh eserlerine, âdâb kitaplarından biyografi ansiklopedilerine varıncaya kadar bütün İslâm kaynaklarında iktisatla ilgili malzeme bulmak mümkünse de sözünü ettiğimiz literatür grupları temel iktisadî malzemeyi derli toplu biçimde sundukları için -onlar üzerinden gidilecek olursa- ilk örneklerini hicrî ikinci yüzyıldan itibaren vermeye başladıklarını söyleyebiliriz. Mesela ilklerinden biri Ebû Yûsuf'un Kitâbü'l-Harâc'ıdır.
İslâm ekonomisi düşünce mirasından, klasik metinlerden bugünün ekonomik meselelerine cevap üretmek mümkün müdür? Bunlardan İslâm ekonomisi teorisi ve sistemi kurulabilir mi?
Ekonomi teorisi veya iktisat kuramını "iktisadî olguların bilimsel çözümlemesini yapan, iktisadî hayatı değişik boyutlarıyla tahlil edip iktisadî ilişkiler arasındaki düzenlilik ve süreklilikleri belirlemeye çalışan mantıksal bir sistem olarak birleştirilmiş soyut kavramsal bütün" şeklinde tanımlarsak burada özellikle bazı politikaların veya bir takım sosyal olguların da işin içine girdiğini görüyoruz. Dolayısıyla iktisat teorisinde aslında biraz deneme yanılma yönteminin kullanılması söz konusudur. Meselenin bu boyutu göz önünde tutulduğunda aslında her toplumun içinde bulunduğu şartların doğru bilimsel analizi söz konusu olur. Bu alanda daha pozitivist yaklaşımlar kullanılabilir. Dolayısıyla burada dinin devreye girmesinden çok hadiselerin bilimsel yöntemlerle analiz edilerek doğru sonuçlara varılması önem taşımaktadır. Ama her halükârda iktisat teorisi oluşturulurken iktisat felsefesinin ve doktrininin şu ya da bu düzeyde -ister kabul edilsin ister inkâr edilsin- bir rolü olacaktır. Ama dediğim gibi İslâm'ın etkisi iktisat teorisinden çok iktisadî sistem üzerinde daha belirgindir kanaatindeyim.
Ekonomik sistemi ise "Neyin, nasıl ve kim için üretileceği sorularına verilen kurumsallaşmış cevaplardan oluşan düzen" şeklinde tanımlarsak burada "neyin" üretileceği sorusunun İslâmî açıdan cevabı "ihtiyaçlar" biçiminde olacaktır. Çünkü İslâm iktisadı gösteriş esaslı üretime sıcak bakmaz. Ekonomi biliminin çok klasik bir tanımı vardır: Sınırlı kaynaklarla sınırsız ihtiyaçların optimum şekilde tatmin edilmesi bilimi ya da sanatı. Mesela İslâmî perspektiften bakıldığında bu tanımı kabul etmek imkânsızdır; çünkü ihtiyaçlar sınırsız değildir. Bu tanım aslında kişilerin talebini ihtiyaç olarak nitelendirir ve zaten liberal sistemde her şeyi belirleyen piyasa kişilere ihtiyacı da empoze eder. Bunu nasıl yapar? Moda aracılığıyla yapar, birtakım dışsallıklar üreterek yapar, abartılı reklâmlarla yapar vs. İslâm iktisadı ihtiyacı kişilerin hayatlarını insanca sürdürebilmeleri için gerekli olan temel tüketim maddeleri ile sınırlar. Kaldı ki kaynakların sınırlılığı iddiası da tartışmalıdır. Neticede İslâm'a göre insanları yaratan Allah onların rızkını takdir etmiştir. Dolayısıyla Müslümanlar ihtiyaçlarını tatmin edecek kadar kaynak yaratıldığına da inanırlar. Ayrıca "nasıl" üretileceği konusunda da iktisadî sistemleri değerlendirdiğimizde piyasa için piyasa mekanizması aracılığıyla mı yoksa planlı bir ekonomi çerçevesinde devlet tarafından mı üretilecek, özel sektör mü olacak, devlet kurumları mı olacak meselesi gündeme gelir. Burada gerek özel, gerek kamusal, gerekse karma mülkiyeti, hem bireysel çıkarı hem de kamu yararını uzlaştıran İslâm'ın özüne uygun cevabın devletin gözetiminde işleyen ahlâklı piyasa mekanizması şeklinde verilebileceğini düşünüyorum. "Kim" için üretileceği meselesinde de esasen ihtiyaçları önceleyen insanlar için mi yoksa her türlü talebi ihtiyaç diye dayatan piyasa için mi üretim yapılacağı tartışması söz konusudur ki bunun yanıtını da verdim sanıyorum. İşte burada İslâm'ın temel ilkeleri, inanç sistemi, hatta antropolojik yaklaşımı belirgin bir rol oynar. Bana göre İslâm'ın esas norm koyacağı kısım ekonomi teorisinden çok ekonomik sistemdir.
Burada bir çelişki yok mu? Sosyal olguları pozitivist bir şekilde okuyup algılayarak üzerine İslâmî ilkeleri uygulamaktan bahsediyorsunuz…
"Pozitivist" kelimesini felsefî anlamda değil, sözlük anlamıyla kullanmıştım. Kuran'da bize evreni gözleyerek akletmemiz emrediliyor. Ben pozitivist derken özellikle o tür âyetlere referansta bulunmuştum. Piyasayı gözlemek, toplumu gözlemek… verileri toplayıp ekonometrik tahlillere tâbi tutmak, matematiksel analizlerini yapmak, gerekirse modeller kurmak… gibi. Biliyorsunuz şimdi model kurmak çok revaçta.
İslâm ekonomisine kaynaklık eden vahiy, hadis, fıkıh eserlerinden, biraz önce bahsettiğiniz Kitâbü'l-Harâc ve Kitâbü'l-Emvâl gibi klasik metinlerden kalkarak günümüzün bütün ekonomik meselelerine cevap üretebilir miyiz?
Yine burada mesele sistem üzerinde yoğunlaşıyor. Kapitalist mantıkla bakarsanız üretilmesi mümkün değildir tabiî. Sosyalist mantıkla bakarsanız da imkânsızdır; çünkü o sistemde zaten din bir esas olarak kabul edilmez. Hâlbuki İslâm'a özgü iktisat sisteminde mümkündür.
Ekonomi düşüncesinin sırasıyla "teorisiz ve teorili doktrin aşamalarından sonra doktrinsiz (!?) nicel analiz safhasına geçerek dogmatizmden arınmış evrensellik iddiası taşıyan saf bir bilime dönüştüğü" savından yola çıkıldığında İslâm iktisat düşüncesinin bu süreç içindeki seyrinin ve konumunun belirlenmesi önem taşımaktadır; çünkü bazı çevrelerde onun ilk merhaleden öte gidemediğine inanılmaktadır. Bazı Batılı araştırmacılar özellikle fıkıhçı ve hadisçi çizgideki ilim adamlarına, eserlerini dogmatik yaklaşımla hazırladıkları için ekonomik fenomenler yerine ilke, ülkü, dogma ve doktrinleri inceledikleri şeklinde acımasız bir eleştiri yöneltmektedirler. Geleneksel ekonomi düşüncesinin de dogmatizmden tamamen sıyrılabildiği ve evrensellik iddiasının haklılığı tartışmalıdır. Hâlbuki bu yaklaşıma göre İslâm ya da herhangi bir dinî ekonomi düşüncesi -doktriner olduğu için- teorili doktrin aşamasına takılıp kalmıştır. Hatta teorili doktrin aşamasına geçtiğini bile tartışanlar vardır. Dolayısıyla o perspektiften bakıldığında doktrinsiz nicel analiz safhasına ulaşamamıştır; çünkü normatiftir, yani normları vardır. Normları belirleyici rol oynadığından pozitif olamaz. Bu sebeple günümüzün problemlerine çözüm sağlaması mümkün değildir. Sosyalist pencereden de bakıldığında -zaten din külliyen dışlandığından- İslâm ekonomik sistemi diye bir sistem olamaz. Tekrar vurgularsak, neticede kapitalizmin doktrinsiz nicel analiz safhasına geçtiği kuru bir iddiadan ibarettir. Çünkü orada en temel önerme gözlem veya deneyle teyit edilmeyen şeylerin doğru olamayacağıdır ki, bizatihi bu önermenin kendisi bir gözlem ya da deneye dayanılarak ortaya konmuş değildir. Dolayısıyla her şey bu temel önerme üzerine kurulmuş ama bunda paradoks var. Eğer bu temel önerme veri alınabiliyorsa o zaman İslâm'ın birçok normu da ön kabul olabilir. Ayrıca doktriner dogmatik yaklaşımlar güya reddediliyor ama mesela bütün sistemlerin bir problemi olan iktisadî adalet de bir dogmadır. Dogma yoksa adalet niye problem olsun ki, kapitalizme göre her şeyi optimum dağıtan piyasa onu da en iyi şekilde dağıtacaktır. Sosyalizmde de bu işi devlet yapmaktadır. Doğrusu kapitalizmde her şeyi en güzel şekilde düzenlediği iddia edilen piyasada bir sürü dışsallıklar ve aksaklıklar ortaya çıkmaktadır. Piyasa bu noktalarda çuvallamaktadır. Sosyalist sistemse çoktan çökmüştür. Şimdi, bunları nasıl gidereceğimiz konusunda artık hem devlet hem din devreye girmektedir.
Ayrıca kapitalizmin teorisyenleri beşerî günahkârlığın düzeni yozlaştırıcı gücünü hafife alıyorlar. İslâm bunu önemsediği için hisbe teşkilâtını kurmuştur. Günah sadece ikili ilişkilerde bir tarafın diğeri aleyhine kendi çıkarını gözetmesin ile sınırlı kalmaz. Böyle olsa sadece nispeten önemsenmeyebilecek bir denkleştirici adalet problemi doğar. Hâlbuki daha kötüsü, kapitalizmde günah genel olarak uzun vadeli toplumsal yozlaşma ve çevre kirliliği gibi umumî zarar pahasına kısa vadeli bireysel yararların maksimize edilmeye çalışılmasında yatmaktadır. Kolonyalizm ve emperyalizm gibi yapısal günahlar ise kapitalizmin diğer büyük günahlarıdır. Burada din muhakkak devreye girmelidir. Papalık gerek kapitalizmin gerekse sosyalizmin çözemediği -hatta bizzat ortaya çıkardığı- problemlerle ilgili bir iktisat literatürü üretmiştir.
Ayrıca artık iş ahlâkı, meslek ahlâkı, piyasa ahlâkı, çalışma ahlâkı devreye girmeye başlamıştır. Hem de sosyal etik ahlâkın boşluğunu dolduramadığı için dinî ahlâk söz konusudur. Güvenilir piyasa aktörlerini oluşturabilmek için din çok belirleyici bir rol üstlenmektedir. İşte, bütün bunlar düşünüldüğünde İslâm, kapitalizmin ve sosyalizmin ortaya çıkardığı ya da bir türlü çözemediği problemleri halledecek uygulanabilir alternatif bir sistem ortaya koymuştur.
Komünizm bugün uygulama sahasından çekildi sayılır. Kapitalizm dünyadaki baskın sistem haline gelmiş durumda. Burada İslâm'ın alternatifliğinden bahsederken kapitalizme alternatifliğinden bahsediyoruz. İşaret ettiğiniz gibi Papalık da kapitalizmin ahlaki açmazlarını görüyor ve eleştiriyor. Ama Hıristiyanlıktan hareketle sadece ahlaki boyuta yapılan vurguyla kapitalizmin açmazlarının giderilip daha işler hale gelmesi sağlanmaya çalışılıyor. Bu noktada yine bir din olarak İslâm'ın tavrı ne olur?
Ahlâkî boyutu daha önce sistemle ilgili söylediklerime ilaveten söylemiş oldum. Neyin, nasıl ve kim için üretileceği ekonomik sistemin ana meseleleridir. İslâm bunların hepsiyle ilgili temel görüşler ortaya koymakta ve bu soruları çözecek kurumları üretmektedir. Bunlardan Hz. Peygamber döneminde kurulan hisbe teşkilâtı en önemlilerinden biridir.
Kısaca bu teşkilatın işlevini de söyler misiniz?
Hisbe teşkilâtı, en genel anlamda toplumsal alanı, daha dar anlamıyla ise pazarı denetlemek üzere Hz. Peygamber tarafından kurulmuş bir kurumdur. Hz. Peygamber isimlerini bildiğimiz üç erkek ve iki kadını muhtesip olarak tayin etmiştir. Daha sonra bu kurum gelişmiştir.
Hisbe teşkilâtına mesela bir sosyalist baksa onu devletin piyasayı düzenlemekte kullandığı bir kurum olarak görebilir. Ama belki bir kapitalist baktığında bir sivil toplum örgütü gibi değerlendirebilir ki o zaman devletin piyasanın denetimini böyle bir kuruluşa devretmekle de-regülasyon yaptığını ve piyasayla ilgili bazı kuralları sivil toplum örgütlerine bıraktığını düşünebilir. Ama hangi perspektiften incelenirse incelensin neticede hisbe kurumu İslâm iktisat sisteminin en önemli kurumlarından biridir. O kadar ki, belki biraz abartarak İslâm iktisadını bir "hisbe ekonomisi" olarak tanımlamak bile mümkün olabilir. Dolayısıyla devletin kurumları kurmanın ötesinde İslâm'a uygun belli politikaları belirleme gibi bir rolü de olabilir. O politikalar, daha önce söylediğim gibi, iktisat teorisi açısından bakıldığında muhakkak ilgili zaman ve zeminin şartlarının analizi sonucunda oluşturulmalıdır. Ama bazı politikaların topluma kabul ettirilmesi için yeri geldiğinde devlet İslâmî bazı unsurları değerlendirilebilir.
SİYASİ REJİMİN VE HUKUKİ DÜZENİN İSLAM EKONOMİSİNİN UYGULANMASINA ELVERMESİ LAZIM
Şimdi, belki esas vurgulanması doğru olan şudur: Tasarlanan İslâm iktisat sisteminin kurulabilmesi için uygulanabilirliği gerek şart olmakla birlikte yeter şart değildir. Çünkü ilgili ülkede hâkim olan siyasî rejimin ve hukukî düzenin onun tatbikine elvermesi, imkân tanıması gerekir. Günümüz İslâm dünyasında siyasî rejimler ve/veya hukukî düzenler İslâm iktisat sisteminin kurulmasına imkân vermezken siz istediğiniz kadar uygulanabilir olduğunu iddia ettiğiniz bir sistem tasarlayın kuramazsınız. Bu sefer dönüp, canım o kâğıt üzerinde güzel ama bir türlü uygulanamıyor diye sistemi eleştirmenin anlamı yok. İslâm açısından bakıldığında siyasî, iktisadî, hukukî, dinî olmak üzere dörtlü bir sistem söz konusudur. Bunları birbirinden ayırmak mümkün değildir. Aksi takdirde ne olur? Günümüzde üretilen bazı kurumlar veya çözümler ya bazılarının dediği gibi geçiş dönemine mahsus kaydıyla ortaya konur ya da mevcut sistemin kenarından köşesinden yamalar yapılarak olabildiğince İslâmîleştirme gayretlerinden ibaret kalır. Bundan ileri geçmesi mümkün olmaz. Sorunuza dönersek; İslâm'ın ilk dönemlerinden hareketle uygulanabilir bir sistem ortaya koymanın mümkün olup olmadığı bu dörtlü ilişkide gizlidir.
FAİZ BİR PARASAL EMPERYALİZM ORTAYA ÇIKARMAKTADIR
Peki, faizsiz bankacılığı bu bağlamda nereye koyuyorsunuz?
Mevcut sisteme yama olarak uygulanabilecek bir şeydir. O yüzden zaten faizsiz bankacılık şu anda kâğıt üzerinde kurgulandığı şekliyle uygulanamıyor. Çünkü birincisi, dünyadaki siyasî rejim ve hukukî düzenlerin elverdiği ölçüde uygulanabiliyor. İkincisi, insanlar İslâm iktisadına ya da genel olarak tarih boyunca ulaşılan beşerî erdemlere uygun hareket etmedikleri için faizsiz kredileri alıp geri ödemiyorlar. Bankadan aldıkları faizli krediyi ödüyor, faizsiz finans kurumlarınınkini geciktiriyorlar. Böyle olunca, kurumlar da bazı aşırı korumacı tedbirler alıyorlar. Dolayısıyla İslâm ve Batı ülkelerinde nev-i şahsına münhasır uygulamalar ortaya çıkıyor. Ama bence her hâl ve şartta faizsiz finans kurumları bankacılık sisteminden farklıdır. Yani esas itibarıyla onların mevcut yapılarıyla bile farklılıklarını kabul ediyorum. Çünkü ribâ (faiz) yasağı İslâm'ın en temel yasaklarındandır. Ribâ bir parasal emperyalizm üretmektedir. Son dönemlerde Müslüman entelektüellerden bazıları şöyle diyorlar: Yasaklanan Câhiliye ribâsı borçluları köleleştirmekle sonuçlanabiliyorken günümüzde krediler küçük faiz oranlarıyla alınıp veriliyor. Faiz tasarrufların belli yerlerde temerküz ettirilip yatırıma dönüştürülmesine ve dolayısıyla ekonominin gelişmesine imkân sağladığına göre bunun neresi kötü deniyor. İlk bakışta bu iddia haklı görünebilir. Ama bir ülke düşünün ki küçük küçük faiz oranlarıyla alınmış 300 küsur milyar dolar dış borcu olsun. Sonra o ülke gayri sâfî millî hâsılasının toplamını aşan bu dış borçlarını ancak yeni borçlar alarak çevirebilsin. Bu ülkenin vatandaşları IMF ve World Bank gibi bazı kurumlar ya da o kurumlara hükmeden devletler tarafından -tabir ağır olabilir ama- siyaseten köleleştirilmesi gibi çok daha vahim bir durumla karşı karşıya ise … şimdi bu faiz uygulaması Câhiliye ribâsından iyidir diye savunulabilir mi? Neyse ki bizim ülkemiz öyle bir ülke değil!
O halde bu farazî (!) duruma yeni sömürgeleştirme politikası diyebiliriz…
Artık, nasıl isimlendirirseniz…
Komünizm deyince mal ortaklığı kapitalizm deyince sermayenin tekellerde birikmesi aklımıza geliyor. İslâm ekonomisi deyince ilk akla gelen ne olur?
Tabii ki İslâm olur.
ADALETLİ BÖLÜŞÜMÜN EN TEMEL UNSURLARINDAN BİRİ DE ZEKATTIR
Bir bütün olarak İslâm? Peki, İslâm'ın ekonomiye yansıyan ve bu alanda tebarüz eden en önemli ilkesi nedir?
Ekonomi üretim, tüketim ve dağıtım etrafında döner. Üretim açısından bakıldığında İslâm ekonomisinin en temel ilkesi ihtiyaç esaslı üretimdir. Tüketim açısından bakıldığında gösterişe yönelik olmayan, gerek kaynak gerekse ürünleri israf etmeyen tüketim İslâm'ın en temel ilkesidir. Dağıtım ya da bölüşüm açısından bakıldığında ise adaletli bölüşüm ön plana çıkar. Adaletli bölüşümün en temel unsurlarından biri de zekât mükellefiyetidir. Neticede âdil bölüşümün bir unsuru olan zekâtı içtimaî bir temettü (sosyal fayda) saymak mümkündür. Ayrıca âdil kazancı da buna ekleyebiliriz; varlıkları âdil yollarla kazanmalı ve bölüşmelidir. Adaletli kazanç ile ilgili en temel ilkelerden biri de sözünü ettiğim faiz yasağıdır.
Aslında -konuşmamın en başında belirtmeliydim ama- ekonomi yerine de iktisat tabirini yeğlemek lâzım. Çünkü her toplum kendi dünya görüşüne, daha doğrusu âlem tasavvuruna, uygun kavramları kullanarak bilim yapar. Şöyle düşünün; belli bir laboratuar ortamında her tülü din ve ideolojiden insanlar aynı deneyi yapıp aynı sonuçları elde etsinler. Her biri bulgularını kendi âlem tasavvuruna uygun kavramlarla anlatacaktır. Yani "ekonomi" kelimesi Grekçe'den gelir: "Oikonomia" yani "Oiko"lar (plantasyonlar) ve bunların yönetimi "nomia". Grek site devletlerinin ekonomileri tarıma dayalıydı. Grek erkeği şehir senatosunda görev alabilmek için boş zamana ihtiyaç duyardı. O yüzden plantasyonunun başına sorumlu olarak hanımını bırakırdı. Hanımına Arapça'da "ilmü tedbîri'l-menzil" diye ifade edilen menzil yani en geniş anlamıyla plantasyon yönetiminin ilmini öğretirdi. Hanım o işleri yaparken o da senatoda siyasî işlerle uğraşırdı. Şimdi Batılılar dünya görüşlerini eski Yunan'a kadar geri götürdükleri için ekonomiyi "oikonomia"dan almışlar. Müslümanlar bu pratik Yunan felsefesi çerçevesinde yazılıp çizilen oikonomia eserlerinden yararlanmışlar ama o tabiri almadıkları gibi tercüme bile etmemişler. İslâm âlem tasavvuruna uygun bir şekilde yeniden isimlendirmişler ve ilmü tedbîri'l-menzîl demişler. Tedbîr, Allah'ın "müdebbir" sıfatından esinlenerek kullanışmış bir tabirdir. Yani Allah tedbîrü'l-âlem yapar, bütün âlemi yönetir. Dolayısıyla insan da Allah'ın halifesi sıfatıyla O'nun emir ve yasakları doğrultusunda en genel anlamda yeryüzünün, aile düzeyinde ise plantasyonun, menzilin tedbîrini yapacaktır. Gördüğünüz gibi burada tamamen İslâm âlem tasavvurundan hareketle bir kavramlaştırma söz konusudur. Bu tabir Osmanlı'nın son dönemine kadar kullanılmış ve 20. yüzyılın başlarında Osmanlılar iktisat tabirini üretmişlerdir. İktisat kelimesinin de İslâm âlem tasavvurundaki yeri bellidir. Birincisi, kasd yani gâiyyet (ereksellik), ikincisi de, bugün iktisatlılık dediğimiz tutumluluk ifade eder. Dolayısıyla İslâm'ın israf yasağını ve ekonominin belli hedeflere yönelik olarak çekip çevrilmesini, düzenlenmesini esas alan bir kavramdır. Bu sebeple İslâm söz konusu olduğunda İslâm ekonomisi yerine belki sadece iktisat demek yeterli olur. İslâm ekonomisi tamlaması, bu işlere daha çok Pakistan âlimleri İngilizce yazıp çizerek öncülük ettikleri için İngilizce'de "Islamic economics" demek zorundaydılar. Biz onlardan tercüme ederek İslâm ekonomisi dedik. Halbuki iktisat dersek kendi âlem tasavvurumuza uygun bir kavram kullanmış oluruz.
Ekonominin tam karşılığı o halde "ilmü tedbîri'l-menzil" gibi görünüyor.
Yani, evet. Ama bugün ilmü tedbîri'l-menzil anlam daralmasına uğrayarak ekonomi disiplininin içinde "home economics" olarak adlandırılıyor. Aslında "home" ile "oiko" kelimeleri özdeş. Dolayısıyla bâb-ı âlinin yüksek kapısı gibi bir şey oluyor ama ... Batılılar economics kelimesinin kökünü unuttukları için "home economics" demekte bir problem çıkmıyor herhalde.
Asrısaadette İslâm'ın mevcut piyasada yaptığı ilk düzenlemeler nelerdi?
İlk düzenlemeler Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden sonra gerçekleşti. Çünkü Mekke'de her şeye Kureyş müşrikleri hâkimdi. Hz. Peygamber Medine'ye hicretinden sonra devletini bazı temel kurumlar üzerine oturtmuştur. İlk olarak Medine Anayasası denilen, bugün artık Batılılarca bile bu adla anılan, bütün Medineli Yahudi, müşrik, Arap ve Müslüman unsurları Hz. Muhammed'in devlet başkanlığı altındaki tek bir ümmet olarak niteleyen bir anayasa hazırlanmıştı. Devlet başkanlığı diyorum çünkü Müslümanlar dışındaki diğer unsurlar onun peygamberliğini kabul etmediler. İşte bu siyasî bir kurumdu. İkincisi iktisadî bir kurum olup Hz. Peygamberin kurduğu Medine Pazarı'dır. Hz. Peygamber, hicretinin ardından, Medine'deki pazarları gezerek bunların asla Müslümanların pazarı olamayacağını buyurdu. Sonra bir yeri seçerek çadır kurdu. Ama Yahudilerin lideri Ka'b bin Eşref o pazarın kendi iktisadî hâkimiyetleri üzerindeki tehdit edici rolünü önceden görmüş olmalı ki, Hz. Peygamber'in orada kurdurduğu çadırın iplerini keserek sabotajda bulundu. Sonra Hz. Peygamber pazarı daha stratejik, daha merkezî, Mescid-i Nebevî'ye ve Medine'ye giriş çıkış yollarının kesişim noktalarına daha yakın bir vadi içinde kurdu ve "İşte sizin pazarınız budur" dedi. Burası düz ve açık bir alandı. Öyle ki pazaryerine inen birisi devesinin palanını bıraksa, alış veriş ederken ne tarafa gitse onu görebilirdi.
HZ. PEYGAMBER TEKELCİLİĞE VE RANTÇILIĞA MÜSAMAHA ETMEMEMİŞTİR
Hz. Peygamber pazarın kuruluşu sırasında iki önemli kural koydu: "Pazar vergisi alınmayacak" ve "devamlı sabit yerler edinilmeyecek". İlk kural vergi maliyetleri oranında fiyatları düşüreceği için hem satıcıların hem alıcıların o pazara rağbetini sağlamaya yönelik olsa gerektir. İkinci kural, diğer iktisadî emir ve yasaklarıyla birlikte düşünüldüğünde İslâm'ın kapitalizmin temel unsurlarından tekilciliğin ve rantçılığın açıkça karşısında olduğunu göstermektedir. Zira pazara erken gelen en iyi yeri kapacaktır. Zaten Hz. Peygamber daha öncesi ve sonrasında da tekelcilik ve rantçılık olarak adlandırılabilecek pek çok işlemi yasaklamıştır. Dolayısıyla Hz. Peygamber'in bu hükümle, daha sonra kapitalizm diye ortaya konan ve aslında rekabetçi, serbest bir piyasa öngörüsüne rağmen uzun vadede -rekabet rekabeti öldüreceği için- tekelcilikle sonuçlanan sistemin en temel niteliklerinden birine, yani tekelciliğe, kaşı çıktığını söyleyebiliriz. İşte ilk iktisadî kurum bu pazardır. Üçüncüsü bir dinî kurum olan Mescid-i Nebevî'dir. Onun sofasında kurulan ve üniversite olarak da nitelenen dördüncü kurum ise eğitim kurumudur. O arada diğer bir iktisadî müessese olarak hisbe teşkilâtını da tekrar anmak lâzım. Hz. Peygamber'in devletinin temellerini oluşturan bu kurumlara daha sonra başkaları eklenmiştir.
Bu kurumların da İslâm tarihi boyunca izini sürebiliyor muyuz? Temel ilkelerden kalkarak kurulduğuna göre bu kurumların farklı şekillerde de olsa belki modern kırılmaya kadar izleri sürülebilir mi?
Tabiî. Mesela Müslümanların kendilerine has pazarlara sahip olması anlayışı iki yüzyıl gibi kısa bir süre içinde öyle geliştirilmiştir ki neticede Müslümanlar başlangıçta siyasî daha sonraki dönemlerde ise kültürel birliğe dayanan ve Atlantik kıyılarından Çin sınırına, Volga havzasından Sahrâ'ya kadar yayılan dârülislâmın tamamını kapsayacak şekilde kurumsal bir kimlik üreten İslâm "ortak pazarı"nı kurmuşlardır. Öyle ki Hz. Peygamber tarafından tel'in edilmiş, yasaklanmış olan "meks" adlı iç gümrük vergilerine -zaman zaman uygulandıklarında- ulemâ da şiddetle karşı çıkmıştır. Bu muafiyet esasen söz konusu ortak pazarda aynı dili konuşan Müslümanlar arasında -günümüzde belki hayal edilmesi bile zor olan- bir serbest ticaret yapılabilmesine imkân vermiştir. Osmanlı Devleti'nin parçalanmasına kadar durum böyleydi. Hisbe teşkilâtı da ihtisâb adı altında Osmanlı'nın son dönemlerine kadar varlığını sürdürmüştür. Daha sonra Osmanlı'daki İhtisâb Nazırlığı'nın sorumlulukları şehremaneti ya da belediye gibi kurumlara devredilmiş ama onun ötesinde de hisbe fonksiyonları zamanla mesela emniyetin narkotik biriminden ahlâk zabıtasına, ölçü ve tartı aletlerinin denetim ve damgalanmasından sorumlu müdürlüklerden Diyanet İşleri Başkanlığı'na varıncaya kadar pek çok kurum arasında dağıtılmıştır. Tabiî, bu kurumsal farklılaşma netice itibarıyla çok önemli değildir; bu tip kurumsal başkalaşımlar, değişimler tarih boyunca gerçekleşmiştir/
Bu cevapla da ilgili olarak, tarih boyunca Müslümanların kurduğu siyasi yapılanmaları takip ettiğimizde çok da düz bir grafikle karşılaşmıyoruz. Mesela Moğol istilası sonrasında siyasi yapının parçalandığını ve Müslümanların hayatlarının bütün alanlarında kargaşa yaşandığını görüyoruz. Yine günümüzde siyasi yapılanmada yaşanan değişimden sonra hisbe teşkilatının ruhunu kaybettiğinden bahsettiniz. Bu bağlamda siyasi yapılanmanın merkezde durduğunu ve iktisadi yapıyı taşıdığını söyleyebilir miyiz?
Ontolojik bakımdan meşrûlaştırılmış siyasî erk anlayışı biri gücün kaynağına, diğeri kullanımına ilişkin iki önemli sonuca sahiptir. Gücün kaynağı bir akâid konusuyken, kullanımı bir fıkıh meselesi ve siyaset erkinin kurumsallaşması sorunudur. Bunun içindir ki İslâm devleti ontolojik yönden araçsal, kurumsal yönden aşkındır. Çünkü o mutlak hâkimiyet sahibi Allah ile yaratıkları arasındaki ontolojik rabıtanın en iyi şekilde kurulacağı sosyo-politik ortamı tesis edecek bir iktidar aracıdır ve meşruiyeti bu hizmetinden kaynaklanmaktadır. Halifenin meşruiyetini salt seçim mekanizmasından almamasının sebebi de budur. Dikkat ederseniz burada mekanizmaya bağımlı Batılı ve değer odaklı İslâmî sosyo-politik kültürler arasındaki tezat görülmektedir. Modern demokrasilerde hükümetler meşruiyetlerini seçim süreciyle halktan alır. Seçim süreci sonunda çoğunluğun oyunu alan parti ya da partiler hükümeti kurar. İşte bu prosedürel meşruiyettir. Yani o ülkenin hukuku seçim sürecinde uygulanmış ve sonuçta tek parti veya koalisyon hükümeti ortaya çıkmışsa bu meşrudur. Hâlbuki İslâm'da gücün kaynağı sadece prosedürel meşruiyetten gelmiyor; iktidar Allah'ın emir ve yasakları doğrultusunda hareket ediyorsa kaynağı itibarıyla meşruiyet kazanır.
İSLAMDA BİR ÇEŞİT ERKLER AYRIMI VARDIR; ADALET SİSTEMİ BAĞIMSIZDIR
Dolayısıyla İslâm'da devlet başkanı nasbı için standart bir sistem yoktur; prosedür şöyle veya böyle olabilir. Zaten tarih içinde de değişmiştir. Demokratik seçim sistemi de olabilir. Prosedürel meşruiyete sahip olsa bile bir hükümet kaynağını akidevî esaslardan almamışsa tarih boyunca meşru sayılmamıştır. Yani -meselemizden sapıyoruz ama- zorbalıkla iktidara gelen bir hükümet prosedürel açıdan meşru değildir ama Allah'ın emir ve yasaklarına uygun icraatta bulunmuşsa kaynağı itibarıyla artık âdil vasfını kazanır. O yüzden de zorbalıkla iş başına gelmiş hükümetlere karşı sivil pasif ve aktif direnişler Müslümanların bölünmesine yol açtığı için adaletli icraatta bulunan iktidarlar kabullenilmiştir. Bu önemlidir, zira bir çeşit erkler ayrımı gereği İslâm tarihinde adalet sistemi devletin başına gelenlerle sürekli değişen bir düzen olmamıştır. Yani kadılıklar siyasî rejimden bağımsız olarak sürekliliklerini korumuşlardır; bu durum iktidarların da işine gelmiştir. Çünkü kadılarca tanınınca meşru olacakları için hukuk sisteminin nev-i şahsına münhasır güçler ayrımındaki yerine dokunmamayı kendi çıkarlarına da uygun görmüşlerdir. Bu sadece siyasî açıdan değil içtimaî (toplumsal) açıdan da çok önemlidir. Çünkü kadılık kurumu nikâha varıncaya kadar pek çok şeye meşruiyet kazandırdığından hukuk sistemi siyasî değişikliklerle birlikte sürekli değişecek olsa aile yapılarını bile etkileyecek olumsuzluklar doğar.
Bunların üzerine sorunuzun asıl cevabına dönersek, işte kozmolojik ilâhiyatın uzantısı olan bir sosyo-politik düzen kurmaya yönelik bu titizlik İslâm siyasî tarihinin teori ve pratiği açısından iktisadın siyasetin ardılı yapılması, toplumsal istikrarın ve düzenin merkezine adaletin oturtulması gibi önemli sonuçlar doğurmuştur. Kısacası İslâm medeniyeti kuramsal belirleyicilik sırasına göre modern Batı'dakinin tam tersine ontolojiden epistemolojiye, epistemolojiden aksiyolojiye, aksiyolojiden siyasete ve siyasetten iktisada (maddî dünya) doğru nihaî bir hat farz etmektedir. Çünkü gücün Allah'ın hâkimiyetinden kaynaklandığı anlayışı uyarınca devletin ödevi siyasî velâyetin nihaî kurumsallaşmasıdır. Dolayısıyla iktisadî sistemin olabildiğince kusursuz bir şekilde yürütülmesi de devletin sorumluluğundadır. Bu, fertlerin sorumluluğu yok anlamına gelmiyor tabiî. Zira Allah sosyal varlıklar olan insanların birbirlerinin haklarını çiğnemeleri sonucunda toplumsal birliklerinin bozulmasına, yozlaşmasına, yıkılmasına indirdiği din aracılığıyla izin vermemiştir. Bireyler ya da gruplar dine rağmen kendi çıkarlarını korumak için çatışırlarsa kurumsal olarak aşkın devlet bunu önleyecektir. Ama bu, sosyalizm'deki gibi devletin adeta amaç olduğu anlamına da gelmez.
İSLAMIN KAPİTALİZMLE UYUŞMASI MÜMKÜN DEĞİLDİR
Son günlerde "İslâm kapitalizmi" veya "İslâm Kalvinizmi" tartışmaları var. Kayseri örnek gösterilerek İslâm Kalvinizmi'nin imkanları tartışılıyor. İslâm ilkeleri açısından İslâm Kalvinizmi denen olguyu nasıl değerlendiriyorsunuz ve bu olguya dair gözlemleriniz nedir?
Benim bildiğim Avrupa'da yeni yeni ulus devletler ortaya çıkarken aslen Fransız olan Jean Calvin İsviçre'de Martin Luther Almanya'da emperyal bir din Roma Katolisizmi'ni protesto mahiyetindeki Protestanlığı ulusal birer din olarak ortaya koymuştur. Burada sadece Roma'nın emperyalizminin değil aynı zamanda buna araç olan Vatikan'ın temsil ettiği dinî anlayışın da reddi söz konusudur. Bu çerçevede ortaya konan dinî ilkelerden bazıları Weber tarafından Batı'yı geliştiren "Protestan ahlâkı" olarak nitelendirilmiştir. Bildiğim kadarıyla, dinin çok çalışmak, dürüst olmak, tasarruf etmek gibi en temel ilkeleri iktisadî ilişkilerin esasını oluşturmuştur. Dolayısıyla da bu ilkeleri uygulayan insanların dünyevî varlıklar edinmesi Allah'ın kendilerini sevdiğinin bir işareti olarak yorumlanmıştır. Bu dünyada ödüllendirilmeleri öbür dünyada da ödüllendirileceklerinin bir göstergesi sayılmıştır. Kalvinizm'in sözünü ettiğimiz temel ilkelerinde İslâm'a aykırı bir şey yokmuş gibi görünüyor. Ama İslâm'a göre bu dünyada varlık edinme öbür dünyanın garantilendiğinin göstergesi midir? Yani zenginler otomatik olarak cennette midir? Gönlümüz hepsinin cennete gitmesini ister de gerek zenginlerden gerekse fakirlerden cennete gidecek olanlar da vardır, cehenneme gidecek olanlar da. Zenginler kendilerine lütfedilen maddî imkânları toplumun yararına kullanıp kullanmadıkları, israf edip etmedikleri, gösteriş için tüketip tüketmedikleri, şükredip etmedikleri gibi açılardan imtihana tâbi tutulacakları gibi fakirler de sabredip etmedikleri, rızkı kazanmak için çalışıp çalışmadıkları, servet düşmanlığı yapıp yapmadıkları gibi hususlardan sınanacaklardır. Dolayısıyla ben "İslâm Kalvinizmi" yakıştırmasını doğru bulmuyorum.
İSLAMDA KAPİTAL, SERMAYE SOSYAL OLMAK DURUMUNDADIR
İslâm'ın da savunduğu emeğin korunması, tasarruf edilmesi gibi ilkelerin araçsallaştırılarak İslâm'ın kapitalizmle bağdaşmasına çalışıldığı yönündeki gözlemlere katılıyor musunuz?
Kapitalizm emeği kesinlikle öncelemez ki. İslâm emeği önceler mi, o da tartışılır. Bence İslâm kapital düşmanlığı yapmaz, Kapitalizm'de olduğu gibi kapitalin insana öncelenmesine karşı çıkar. Kapitalizm'de emek kapitalin üretilmesi için bir araçtır sadece.
Çalışmaya dinî anlam yüklenerek bunun kapitalist sistemi daha işler kılabilmek için kullanılmasını sormak istedim aslında…
Evet, ama İslâm emeği, çalışmayı önceler demek de kolay değil. Benim kanaatime göre, İslâm kapital ile emek arasında bir öncelik değil de denge gözetir. Çünkü İslâm'da sermaye ister devletin ister fertlerin elinde bulunsun sosyal olmak durumundadır. Böylelikle neticede emek de kapital de kamu yararına aykırı kullanılmamış olacağından birinin diğerine öncelenmesi gerekmez. Üstelik İslâm'ın ilk dönemlerinde daha sahabîler tarafından çok büyük servetlerin elde edilip yatırıma dönüştürülmesiyle beraber ürünlerin dünyanın bir ucundan öbür ucuna yayılan İslâm ortak pazarına dağıtılmasını mümkün kılmıştır. Bunlar sermayesiz olacak şeyler değildir. İlk fetihlerle birlikte Müslümanların eline geçen Sâsânî hazinelerinin Medine merkezli İslâm Devleti'ne akması Amerika'nın keşfinden sonra Amerikan gümüşünün dünya piyasalarında yaptığı etkiye benzer bir etki yapmıştır. Hz. Osman b. Affân ve Talha bin Ubeydullah gibi cennetle müjdelenen sahabe bu servetten paylarına düşenle mesela Akdeniz'de ticaret gemileri işletmiştir. O sahabe ellerindeki büyük servetleri toplumun yararına kullandılar. Bazıları bir dirhem için kıran kırana pazarlık yapacak kadar hesapçı ama bütün mal varlıklarını gözlerini kırpmadan tasadduk edecek kadar da irrasyoneldiler. Kısacası İslâm dini sermaye düşmanlığı yapmaz ama sermayeyi emeğe de asla öncelemez, ikisi arasında bir denge gözetir. Bu denge her ikisinin de İslâmî emirler doğrultusunda kullanılması sebebiyledir. Bu yönüyle İslâm'ın kapitalizmle örtüşmesi mümkün değildir; yani İslâm kapitalizminden bahsedemeyiz.
(Röportaj: Aynur Erdoğan / Dünya Bülteni)