`Kemalist devrimlerin hedefi din bağını koparmaktı`
Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Aliye Çınar: Türk devriminin yaslandığı zihniyet seküler bir zihniyet olduğu için, Batı’da başlayan bir cereyanla birlikte dinle arasına mesafe koymuştur. Osmanlı’dan kopuş zaten devrimin amacı olduğu için, dinî bir zihniyetten beslenen Osmanlı’yı besleyen kaynaklarla irtibatı kesmek ana hedef olmuştur. Ancak toplumun temelinin İslâmî bir yapıyla irtibatı bilindiği için de bu politika, bazen doğrudan yapılsa da gerçekte sürekli sansürlenerek sürdürülmüştür. Ancak bu manipülasyonlar, devletin yasal olarak perdelediği din olgusu için, illegal kanalları beslemiştir. Cemaatlerin doğuşunu ve etkinliğini bu bağlamda okumak mümkündür.
Türkiye değişim ve dönüşümün kucağında hızla yol almakta. Bu değişimin T. C’yi nasıl etkileyeceği ise farklı kesimler açısından farklı yorumlara sebep oluyor. Biz de Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi Aliye Çınar’la Türkiye’deki muhafazakârlaşma-sükelerleşme arasındaki tartışmayı konuştuk. Çınar’ın konuyla ilgili bir çok araştırması var. Çınar Türkiye’de tartışılan muhafazakârlığın sekülerliğin yan ürünü olduğunu söylüyor....
Türkiye’nin son dönemlerde dindarlaştığı yönündeki görüşe katılıyor musunuz?
Türkiye’nin muhafazakârlaştığı veya dindarlaştığı söylemi oldukça yüzeysel ve tepkisel bir reflekstir. İşin aslı, nasıl ki modernleşmemiz sekülerleşme trendi üzerinden bir tür Kemalizm söylemine evrildiyse, Osmanlı toplumsal yapısının geleneksel örgüsü önce İslâmcılık olarak -modernleşmeye bir tür tepki reaksiyon- olarak formüle edildi; şimdilerde ise bu damarın, geçirdiği değişim ve evrimlerle bir tür muhafazakârlık söylemine dönüştüğünü ifade edebiliriz.
“Türkiye muhafazakârlaşıyor mu?” sorusu da bu bağlamda içi boş bir tartışmayı sembolize etmektedir. Zira bilgi anlayışı bakımından muhafazakârlık, doğa üstü bir kaynağı savunuyor gözükse de, gerçekte hayatını sürdürdüğü bilgi, basbayağı sekülerizmin kamufle edilmiş, otoriteryan bir zihniyeti üstünde varlık göstermektedir. Geleneksel kodları ürkütmeksizin oluşagelen ve bilgi anlayışından varlık tasavvuruna değin hemen her alanda kapitalizme olan yakınlığı sebebiyle, seküler dünyaya hiç de uzak olmayan bu algı (sözde muhafazakâr!), sekülerizmle geleneksel yapının melez bir kültürünü oluşturmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla reddettiği paradigmanın gizli bir sözcüsüdür o. Bu nedenle de, muhafazakârlık anlatısının üstünden yükseldiği gerçekçi bir zihniyet mevcut değil ve üretilememektedir.
Sekülerleşme dindar toplum üzerinde zihinsel olarak nasıl bir etki yapıyor?
Müslümanlar bir yandan vahiy eksenli bir dünyaya bağlılıklarını söylerken, onları çepeçevre kuşatan sekülerizm, ilâhî ve uhrevî boyutu iptal etmiştir. Doğal olarak, hayalleri ve gerçekleri birbiriyle kavgalı, arada şizofrenik bir mesafeye mecbur kalan Müslümanlar, kişilik bakımından yabancılaşmanın zorladığı parça-bölüklüğe mecbur kalmışlardır.
Müslüman algıdaki varlık-bilgi ve değeri birleştiren bütünlükçü yapı ve bu anlatıların, bütün içindeki yeri gösterilememiştir. Çünkü özgün ve bütüncül bir Müslüman zihniyeti inkıtaya uğramıştır. Hatta çoğu zaman elektrik veya seçmeci bir zihniyete yerleşmek suretiyle, varoluş bakımından parçalanmayı zorunlu kılan bir epistemolojiye de yaklaşılmıştır. Bilginin İslâmîleştirilmesi söylemi hatırlandığında, sözünü ettiğimiz uyarlamacı ve otantik olmayan zorlama bakış, hemen kendini hissettirmektedir.
Bu kadar net mi bakıyorsunuz?
Dahası oryantalizmin etkisiyle, ‘Doğulular ve Müslümanlar, Batı gözlükleri takarak’ kendilerine bakmak zorunda kalmışlardır. “Başkasının gözlüğüyle ne kadar sağlıklı görüş sağlanabilir?” Bu sorunun cevabı sanıyorum sizin sorunuza da bir ölçüde yanıt oluşturmuş olacaktır.
Kısacası Türk modernleşmesi ve sekülerizasyon projesi, “kültürün, kişilik yaratıcı katında yeni bir anlam yaratmadığı ve yeni bir fonksiyon görmediği için”, Türk kültüründe ve dolayısıyla dindar kimlikte devingen olarak yeniden üretimi tetikleyecek bir ufuk olamamıştır. Belki de bu, dinî dokunun iade-i itibar talebinde işi kolaylaştırmıştır. Öte yandan modernleşme süreci, dönüştürücü olmaktan ziyade, determinist bir çark işlevi görmüş ve ilerlemeci, geriye çevrilemeyen, geleneği iptal eden ve de her toplum için zorunlu olan belli aşamalara kilitlenmiştir. Böylece de kişilik kırılmaları meydana gelmiştir.
Dedelerimiz Doğulu ya da İslâmî, bizler ise Batılı bir eğitim ve hayat tarzından geliyoruz. Bunun neticesi nedir?
Âkif’in deyimiyle, Âsım’ın nesli “Büyük Doğu” hayalini, tam olarak ütopya gibi algılarken; bu ülkünün sahipleri, gerçekleşecek bir ideal ve ümit olarak görmüşlerdir. Selef, Mehmet Âkif’in âtiyi/geleceği karanlık görenleri yeren serzenişine sahip çıkmıştır. Oysa yeni nesil, modern bir dünyanın meydan okumasına alternatif üretememenin ezikliğini yaşamıştır.
Sizin deyiminizle dedelerimiz, bir bakıma İslâmcılık savunusuna asılı kalmışlardır. Onlar devrimden (Türk devrimi) önceki din kaynaklı yapılanmayı sürdürmek ister. Oysa yeni nesil, ayrı bir dilin ve modern Türkiye’nin çocuklarıdır. Âsım’ın neslinin hayali Doğu, atmosferi Batı’dır. Bu gerilim, göz ardı edilemez. Doğal olarak yeni nesil, kendilerine aşılanan anlatıyı, öykünmeci bir savunu içinde, ezbere sürdürmek zorunda kalmışlardır. Yeni neslin uzakta hayali bir köyleri varmış, ancak gidip görme ihtimalleri yoktur. Bu köyün tınılarını anlatan babalarına masalcı olarak bakarken, okulda duydukları ritimleri daha gerçekçi olarak görmektedirler. Ne var ki, büyüklerinin yanında bu gerçeği gizledikleri için sahte kimlikler üretmişlerdir. Hangisi gerçek, hangisi hayal? sorusunun cevabını, muhataplarına göre cevaplamak zorunda kalmışlardır.
Türk devrimi, İslâma nasıl yaklaşmıştır?
Türk devriminin yaslandığı zihniyet seküler bir zihniyet olduğu için, Batı’da başlayan bir cereyanla birlikte dinle arasına mesafe koymuştur. Osmanlı’dan kopuş zaten devrimin amacı olduğu için, dinî bir zihniyetten beslenen Osmanlı’yı besleyen kaynaklarla irtibatı kesmek ana hedef olmuştur. Ancak toplumun temelinin İslâmî bir yapıyla irtibatı bilindiği için de bu politika, bazen doğrudan yapılsa da gerçekte sürekli sansürlenerek sürdürülmüştür. Ancak bu manipülasyonlar, devletin yasal olarak perdelediği din olgusu için, illegal kanalları beslemiştir. Cemaatlerin doğuşunu ve etkinliğini bu bağlamda okumak mümkündür.
Gençler yeterince kendi kültürünü ve dinini tanıyor mu?
Sahici din bağı zayıfladıkça, geleneğin bütün anlatıları çoğu zaman kutsanmıştır. Oldukça reaksiyoner bir tavır bu. Madem yeni olan modern ve Müslüman dokuya uygun değil, ne varsa eskide var gibi bir algı, geleneksellik fetişizmi ile ütopyacı hayalcilik arasında savrulmuştur. Dolayısıyla gençler dinden ya tamamen yalıtılmışlardır ya da gelenek dinin yerine ikame edildiği için, atalar anlatısı yanlışlarıyla birlikte dinmiş gibi verilmiştir.
Meselâ bu bağlamda İslâmcıları anabiliriz. Onlar anlatılarıyla yeni modern neslin kültürel dokusuna nüfuz edip, onların kişiliklerini kendi ülküleriyle işleyebileceklerini varsaydılar. Ancak binilen araç buna hiç de izin vermiyordu. Yanlış araçla, doğru hedefe ulaşma isteği tam bir Polyannacılık olabilirdi. Bu gerilimli strateji, çoğu zaman travmatik benlikleri tetiklemiştir. Bu yaralı bilinçleri ve toplumsal parçalanmayı şüphesiz, ben idrakinin giderek zayıflaması beslemiştir. Ben idraki ortak tecrübe alanı ya da hayat dünyası diyebileceğimiz örüntü içinde var olur. Ancak eğreti, özentili ve kendini öteleyen bir ortamda güçlü ben idrakleri oluşamazdı.
Nitekim Batı’yı ideal gören aydınların kestiği prizmadan geçen düşünce biçimi, “ütopyacı bireycilik” üretmiştir. Bu tanımlamayla Niyazi Berkes, dramatik tablomuzu özetlemektedir. Zira bu yapı içinde, toplumsal dokudan kopuk, âdeta ayakları yerden kesik kişiler ve dolayısıyla düşünceler idealleştirilmiştir. Bu tavır, beraberinde bir yabancılaşmayı getirmiştir. Dolayısıyla bu yabancılaşma içinde, yeni nesil kendisine zaten uzak ve çoğu zaman anlamadan diline doladığı şiarlarıyla omuzlarına çok ağır sorumluluklar yüklemiştir. İslâmcılar, bu miras borcu ve yabancılaşma altında iki kez kıvranmışlardır.
Batının bütün kavramlarını İslâmî bakış açısından yorumlamak mümkün mü? Meselâ “İslâmî Feminist” kavramı gibi üretilmiş bir çok kavram var?
Bu tür uyarlamalar, doku uyuşmazlığından dolayı sonuç vermeyecektir. Çünkü iki farklı paradigmadan -Batı ve İslâm- söz ediyoruz. Dolayısıyla sadece bir tür kamuflaj veya kılıfdan öteye geçmez bu tür yorumlamalar. Meselâ “bilginin İslâmîleştirilmesi” söyleminde bu sorunu açıkça gözlemleyebiliriz. Özgün dünya görüşlerinde yaya kalan bir toplum, revaçta olan seküler bilgiyi, İslâmî bir formatta sözde (!) yorumlamışlardır. Aynı durum İslâmî feminizm için de geçerlidir. Bunun için İslâm ve kadın sorunu ancak kendi özgün bağlamında tartışılabilir. Buradaki önyargı nedeniyle, benzer tartışmalar politize edilmekte veya ideolojiye kurban gitmektedir. Meselâ feminist teoloji kavramının içeriği bilinmeden ya reddedilmekte ya da içi boş bir tartışmaya zorlanmaktadır. Yakında çıkacak olan “Kültürel ve Dinî Algıda Kadın” kitabımızda bu konuları detaylı olarak ele aldık. Dolayısıyla burada anlatamayacağımız kadar kapsamlı bir konu bu.
Modernliğin, geçmişi yok sayan bir tarafı olduğunu söylüyorsunuz. Peki “Modern Müslüman” kavramı için ne dersiniz?
Modernitenin apayrı bir serencamı var. Modernleşen Türkiye de bu atmosferden uzak kalmamıştır. Az önce söylediğimiz şey, bu cevap için de geçerlidir esasında. Çünkü iki farklı zihniyeti ve paradigmayı uzlaştırma çabasıysa kast edilen, sonuç alınamamıştır. Ancak çağın taleplerini okuyabilmeyi ve yeniden yorumlamayı ima ediyorsa söyleminiz, buna kesinlikle ihtiyaç var.
Sizce Müslüman zihninde iğdiş edilen kavramlar nelerdir?
Bana göre bunun pek çok farklı boyutu var. Meselâ psikolojik açıdan kendine güven, kendi olabilme, şahsiyet, itimat. Toplumsal boyutta ise, oryantalist silindirin aşıladığı bütün perspektifler diyebiliriz. Meselâ kulluk ve efendilik, dahası adalet ve vicdan, içi boş birer kavram haline geldi.
Yeni gelecek nesil için bu kültürel işgalin son bulması için neler yapılabilir?
Yüzeysel çözümlerle bir yere varılamaz. Temelli çözümler gerekiyor. Bunun için de otantik bir İslâm görüşünün, Varlık-bilgi ve değer bütünlüğünden doğan epistemoloji, ontoloji ve ahlâk tasavvuru geliştirilmelidir. Reaksiyondan, kompleksten, uyarlamadan ve savunudan sadece ve sadece bu sayede azade olunabilir. Kısacası güç ve bilgi, dahası var olabilme, anahtar birer kavramdır. Tabiî güç ve şiddet farklı şeyler. Adalet kavramını, bütün görünümleriyle, yeniden inşaa edip, vicdanların uyanmasıyla mümkün, ancak bu işgalin sönmesi ve durması. Zira içimizdeki kandilleri uyandırmadıkça, karanlığa lânet okuma, şizofrenik bir yanılgı olarak gölgesini hep hissettirecektir.
Peki Türkiye modernleşmesinin Müslümanlar üzerinde hiç olumlu bir etkisi olmamış mıdır?
Bu soru aklıma, Harvey Cox’un Seküler Şehir (The Secular City) isimli kitabını çağırdı. Cox’a gore sekülerleşmeyle birlikte din, belirli kesim veya belirli mekânlarla sınırlanmaktan da özgürleşmiş oldu. Her ne kadar görünüşte bu İslâm dini için geçerli değil gibi görünse de, teokratik özelliği olan Osmanlı devleti mirası içinde kutsal ve mukaddes olanın yoğun veya daha az olarak dağıldığı/dağıtıldığı görülecektir. Meselâ bir tekke kültürü ve yaşantısını, dahası külliye geleneğini düşünebiliriz. Sekülerleşmeyle -bu dokudaki kayıplarla ve yeni kazanımlarla birlikte- onların ötesinde de maneviyat ve kutsallık varlığını daha açık göstermeye başladı. Meselâ Cem Karaca’nın biyografik serüvenine baktığımızda “Allah Yar” şarkısındaki varoluşsal ifşa tam da demek istediğimizin somut örneğidir.
Hatta modernleşme serencamı!, statükonun dogmatizmi tetiklediği, bir tür şekilciliğin arttığı, özün ihmal edildiği ortamlar için de, dönüştürücü ve yenileyici etkisi olmuştur. Bu konuları “Modernitenin Arka Planı” isimli kitabımızda detaylı olarak ele aldık. Dilerseniz, bir röportajın sınırlarını zorlamamak adına bu göndermeyle yetinelim.
(Röportah: H. Hüseyin Kemal / Yeni Asya)
-
hüseyin alan 21-01-2013 13:23
Bu prof.bayanın röportajı önemli. Kimdir bilmiyorum ama söylemeye çalıştığı konular, bizleri enterese eden ciddi konular. Hala yayımlanmakta olan son yazı konum benzer temayı değişik açılardan işliyor. Tartışılarak okunacak, ne demek istediği konusunda kafa yorulacak bir söyleşi. Bana sorarsanız bu kadını takibe almakta yarar var.