Nihat GÜÇ

10 Ağustos 2022

"KENDİMİ KAYBETTİM, HÜKÜMSÜZDÜR"

Eskilerde kaldı efendim, çok eskilerde kaldı o aradıklarımız. Birer tarihi şahsiyet idiler onlar. O tarihi karakterler tarihin hep tozlu raflarında kaldılar efendim. 

Zifiri karanlığın en kuytu köşesinde el yordamıyla bir şeyler aramaya kalkışıyorum. Boş, anlamsız ve ferini kaybetmiş gözlerle, rotasını birbirine karıştırmış ayaklarla ortalıkta dolaşıyorum. Eskiye dair bir şeyler bulabilir miyim diye bir umudu hep canlı tutmak istiyorum sinemde. 

Ama, nafile…

Çünkü “Kendimi kaybettim, hükümsüzdür” fermanı hemen her gün mahkemeler tarafından tescilleniyor. Mübaşirler mahkeme salonlarını birbirine katarak bağırıp çağırıyorlar bu konuyu.

Muasır medeniyetlere ulaşma yolunda, çağdaşlaşma uğrunda, eğitim adı altında kaybettik efendim, kaybettik kendimizi, benliğimizi, ananemizi, örf ve adetlerimizi. Bize ait olmayan pespaye birçok şeyle karşılaştık, sahiplendik, bize aitmiş gibi kucakladık hemen her şeyi. Tel tel döküldük bu sarp yokuşta. Serabın içinde görünen suya ulaşmak için yürümekten bitap düştük. Birbirimizden çil yavrusu gibi uzaklaştık, tuz buz olduk ortalıklarda. Ne çöl yolculuğuna dayandık, ne akabeye tırmandık. Ne suya kandık ne susuzluğa katlandık. Ne hürriyete kavuştuk ne de esarete alıştık. Ne savaşa dayandık ne de doyasıya bir barışı yaşadık. Yürümeyi unuttuğumuz gibi uçmayı da unuttuk efendim.

Sûni bir fırtına koparıldı ortalıkta, her taraf toz duman, her taraf tipi ve boran. Göz gözü görmüyor karabulutlardan. Kalın duvarları andıran koyu bir sis perdesi çöktü ortalığa. Akustik görünümlü notalarla kulak zarları delindi, sağır kesildi insanlar. Artık duyulmuyor hakikatler.

Yıllardır meziyet sanarak sırtladıklarımız ağırlaştırdı yükümüzü, kamburlaştırdı belimizi, şapşallaştırdı adımlarımızı, dumura uğrattı zihnimizi, pespaye kıldı ahvalimizi. 

Küfedekilerin canilik, ahlaksızlık, hırsızlık, arsızlık, haksızlık olduğundan bihaber yıllarca kan ter içinde taşıdık sırtımızda. Ayağa kalkacak, avazımızın çıkacağı kadar bağıracak, ayakta dimdik duracak, eskisi gibi kükreyecek, cihanı titretecek, küffarın sinesine tam bin kilometreden korku salacak ne efor kaldı bedende ne de mecal. Üstüne üstlük kendi ellerimizle neslimizin sırtına da acımasızca yükledik bu yükü sevinç çığlıkları eşliğinde. Yüklenenleri alkışladık, diz çökenleri yuhaladık. Hepten tökezledik bu yolda, hepten dağıldık bu kulvarda. Bazen biz, biz olmayı bile kabullenemedik, bu uğurda herhangi bir çabaya bile girişemedik. Tutsak mıydık, yoksa tutsak mezatında üzerinde pazarlık yapılan bir köle miydik? Firara yeltenmediğimiz gibi özgürlüğe kanat çırpmayı da istemiyorduk.

Evvela arkadaşlığı kaybettik bu serüvende, dostluğa muhtaç bir yaşamın içinde sevinç naraları attık, sabahlara kadar hopladık zıpladık yerimizde. Samimiyetin cenazesini hergün kendi ellerimizle gömdük yaşam alanlarından uzak inşa edilen yeni mezarlıklarda. Velayı ve vefayı kefene sardığımızdan bu yana uhuvetle inşa edilmiş ancak son demlerde kaderine terk edilen bu köprünün altından çok sular aktı. Hatta kadirşinastlığı hangi durakta unuttuğumuzu bile unuttuk. Sıcakkanlı olmayı bile unutan bir toplum olduk. Aniden alevlenen ancak hemen sönen bir ateş gibiydik. 

Diğergamlık tepesini terk edişimizden bu yana epey şeyler değişti. Tarihi değiştiren insanlar değişti, tarihin değiştiği mekanlar değişti, tarihi yazan kitaplar ecnebilerin eline geçti hatta tarihi değiştiren bilim değişti. Değişime adapte olan bizler, tarih çizgisini bile değiştirdik. Geçmişle tüm bağlarımızı kopardık. Tarih sahnesinden çekilen bizler tarihin başlangıç çizgisinden, ana ekseninden bihaber bir tarih yazmaya başladık, hem de masa başında.

Sırasıyla sevgi ve saygıyı, hak ve hukuku, ilkeyi ve davayı, kanunu ve nizamı, liyakat ve adaleti kaybettik. Kendisini kaybeden insanın bu meziyetleri kaybetmesi çok mu? Şirazemiz kaydı, düzenimiz dağıldı, nizamımızı ve intizamımızı kaybettik. Bir türlü yetişemediğimiz trenin ardından çok koştuk. Nefes nefese kaldık bu serüvende. Yolda ilerlerken ne şeritler değiştirdik bu vesileyle. Soldan sağa mı geçmedik, sağdan sola mı kaymadık? İman ile küfrün yerini mi değiştirmedik? 

Ne istersen var bizde.

Daha da önemlisi geçmişten günümüze süzülerek gelen nadide ahlak ırmağının içine dalmanın yerine ıslanmamak için üzerinden atlamayı tercih ettik. Önümüze serilen sûni derelerin geniz yakan kokusu sızlatmadı burnumuzu. Acımtrak tadı dokunmadı damağımıza. Bulanıklığın üstünü kapatması adına gözlüklerimize uzandı ellerimiz. Ancak pasaklı görünmesin diye habire temizlemeye çalışıyorduk aşınmış gözlüklerimizin camlarını. 

Tüm planlar bizi, biz olmaktan alıkoymakla yetinmiyor, setleri ve engelleri önümüze dizmekle övgü alıyorlardı bizden. Çizilen projeler bizi mezata götürmekten, hedefe ulaştırmaktan, bizi biz yapmaktan acizdi. Ne ip bizimdi ne de kumaş. Makas başkasının elindeydi bu aralar. Ölçümü yapılan bedenler bize ait olmayınca hiçbir elbise oturmuyordu bedenimize. Bollaştıkça ve daraldıkça koro halinde gülüyorduk ağlanacak halimize. Haliyle kimisi uzun geliyordu iskeletimize, kimisi de çok kısa. Kimisi daracıktı, kimisi de harara benzediği için giyemiyorduk bile. İçinde seke seke koşmaya çalışan çocukların gülerek oynadıkları çuval oyunundan farksızdı yaptıklarımız. Topluca zıvanadan çıktığımız kesin ancak failleri konusunda münakaşamız ve sergilediğimiz tereddütlerimiz devam hala ediyor. 

Ne fayda verecekse artık…

Yeni bir teknede, bizden görünümlü ellerle, yeni bir tarzda, karılan bu yeni düzlemde ve düzende önümüze konulan hiçbir nesnenin renkleri bize ait değildi, hiçbir şeyi seçemiyorduk, seçme özgürlüğümüz kısıtlanmıştı bence. ‘Zorunlu seçmece’ dedikleri şey böyle bir şey olsa gerek. Elimize tutuşturulan şeyleri biz seçmişiz gibi alkış alıyorduk. Halbuki ben yoktum bu projenin içinde, bizler yoktuk hiçbir yerde. 

Uzun bir süredir beklediğimiz, soluklanmaya çalıştığımız bu durakta zücaciye dükkanına bazı filler salıverildi hayırhah olmayan kimi eller tarafından. Yüzyılların birikimi bir gecede devrim denilerek, evrim denilerek, ihtilal denilerek, yenilik denilerek, muasır medeniyetler kulpu takılarak berheva edildi. Bu topraklar nadas bırakıldı, bilerek çoraklaştırıldı. Yok sayıldı her şey. İlerleyen zamanlarda da bizler kendi kendimizi yok saydık. Zamanla her şeye alıştık. Bilmiyorum belki de zoraki bir şekilde alıştırıldık.

Çok daha kötüsü oldu dersem, bana darılarak burun kıvırmayın hemen. Kaybettiklerimiz arasında bizler de vardık. Yani kendi kendimizi kaybettik.

Evet dostlar! 

Özellikle son bir asırdır her şeyimizi kaybettik ama en çok acı veren unsurun kaybettiklerimizin arasında ‘kendimiz’in de yer almış olmasıdır. Çok acı geldi, hem de çok acı verdi damaklara. Nerede olduğumuzdan bihaber kırk yıl boyunca dolanıp durduk çöllerde başıboş dolanan, sabah çıkıp akşam aynı yerde konaklayan Hz. Musa (a.s.) dönemindeki Yahudiler gibi… Daha kaç yıl aynı yerde dolanıp duracağımızı bilmeden geceler boyu sayıklayıp durduk. Her sabah yeni bir ışıkla, yeni bir umutla, yeni bir aşkla, yeni bir heyecanla, yeni bir şevkle yola çıktık. Ancak akşama kadar yol almamıza rağmen yorgun ve argın bir şekilde bir adım geride konakladık. Bir ileri, iki geri adımlıyorduk kumlarla kaplı çölleri.

Okumayı yazmayı yeni öğrenmiş çocuklar gibi parmaklarıyla güzel resimler çiziyorduk deniz sahillerinde. Kalem ve defterin yokluğunu kâr hanesine yazıyorduk. En ufak bir rüzgarla hareketlenen su dalgaları gün boyu uğraşarak, özene bezene çizdiğimiz resimlerin üstünü bir avuç kum taşıyordu. Her şey bir avuç kuma bağlıymış meğer. Yerimizi mi bilmiyorduk yoksa bizi teammüden bu mekanlara mahpus mu kılmışlardı? Saatlerce verdiğimiz uğraşın bir anda yok olması dokunuyordu sinelere. 

Ancak nafile. Kalakalıyorduk yerimizde.

En değerli varlık benliğimizdi. Kendimizle beraber benliğimizi de yitirdik bu serüvende. Ödünç alınan benlikler yol ve yordam göstermez oldu bize. Kendisiyle kolkola girerek yol almak zorlaştı. Arkadaşlık yapmak güçleşti. Destek vermek daha da ağır bir vebal. Uyandırabilmek en külfetli iş. 

Şahsiyetimizi tükettiğimizden bu yana hiçbir şeye sahip olmadığımız bir başka gerçek. Bu konuda doğru bir karar verebileceğimizden şimdilik emin değilim. Çünkü ‘ben’ yok iken bende, bir benin sahibi olmanın imkansızlığını bir türlü çözemiyorum. Bir ‘Ben’ olmayınca bedende, kendim diye ortalıkta dolaşan rengarenk kuklalar tüm sokakları istila etti. Tıklım tıklım ilerleyen caddelerde herkes yerini almıştı ancak bir tek ‘Ben’ yoktum sahnede. İğne atsan yere düşmeyecek kalabalıklara da ‘Ben’i almıyorlardı. Düğünlere de henüz şen şakrak bir şekilde katılım sağlayamıyordum. Cenaze törenlerine katılmaktan tam manasıyla el etek çektirilmiş değilim. Ancak sözüm dinlenmiyor ki… En yakınların cenaze törenlerinde bile kıyıdan köşeden yer almakla iktifa etmeyi bir kazanç olarak algılıyorum. 

‘Ben’ yoktum ortalıklarda. ‘Ben’ yer almıyordum hiçbir sahnede. Yok mu olmuştum yok mu edilmiştim? Vardım ama yoktum. Ya da var olmamla yok olmam arasında bir fark mı yoktu? Şişirilmiş balon gibi cismim vardı ortalıkta ama ağırlığım görünmüyordu terazilerde.

Efendim, bundan böyle her gün yüksek tirajlı gazetelere, reytingi yüksek televizyon ekranlarına, en kalabalık caddelere, köşe başlarına, en yüksek binaların tam tepe noktalarına, insanlığı çepeçevre saran dağların ulaşılmaz zirvelerine; 

"Kendimi kaybettim hükümsüzdür" 

İlanını veriyorum.