Şükrü HÜSEYİNOĞLU

12 Aralık 2013

KUR'AN KISSALARI IŞIĞINDA MÜCÂDELE FIKHI -III-

كَانَ النَّاسُ أُمَّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللَّهُ النَّبِيِّينَ مُبَشِّرِينَ وَمُنْذِرِينَ وَأَنْزَلَ مَعَهُمُ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِيَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ فِيمَا اخْتَلَفُوا فِيهِ ۚ وَمَا اخْتَلَفَ فِيهِ إِلَّا الَّذِينَ أُوتُوهُ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ ۖ فَهَدَى اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا لِمَا اخْتَلَفُوا فِيهِ مِنَ الْحَقِّ بِإِذْنِهِ ۗ وَاللَّهُ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ إِلَىٰ صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ

"İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm vermek üzere kitapları hak olarak indirdi. Kendilerine apaçık âyetler geldikten sonra kitap verilenler ancak aralarındaki kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenleri kendi izniyle, onların hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe iletti. Allah, dilediğini doğru yola iletir." (Bakara, 2/213)

وَلَقَدْ بَعَثْنَا فِي كُلِّ أُمَّةٍ رَسُولًا أَنِ اعْبُدُوا اللَّهَ وَاجْتَنِبُوا الطَّاغُوتَ ۖ فَمِنْهُمْ مَنْ هَدَى اللَّهُ وَمِنْهُمْ مَنْ حَقَّتْ عَلَيْهِ الضَّلَالَةُ ۚ فَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبِينَ

“Andolsun her ümmet içinde, Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının diye bir peygamber gönderdik. Onlardan kimini Allah hidayete erdirdi kimine de dalalet hak oldu. Yeryüzünde bir dolaşın da yalanlayanların sonlarının nasıl olduğuna bakın.” (Nahl, 16/36)

Rabbimiz, tarih boyunca insanlar arasından elçiler seçmiş ve hidayet önderleri kıldığı bu elçilerle birlikte insanlara hayat rehberi sahifeler/kitaplar vazetmiştir. Rabbimiz, Kitab-ı Keriminde, elçilerinin misyonu ve onlarla birlikte insanlığa bildirdiği Rabbani beyanların inzal olunma gayesini “hakkı bâtıldan ayırt etmek”[1] ve “Allah’a kulluğa dâvet edip, tağuta kulluktan sakındırmak”[2] olarak ifade etmektedir.

Kur’an’da anlatılan Peygamber kıssalarından öğreniyoruz ki, Peygamberlerin (s) mücâdelelerinin ana eksenini, hakla bâtılın kesin olarak ayrıştırılıp tefrik edilmesi ve insanların hakkı ve bâtılı apaçık görerek tercihlerini buna göre yapmaları çabası oluşturmaktadır. Peygamberlerin mücâdele sünnetlerini takip ettiğimizde, öncelikle Âlemlerin Rabbi’nin ölçülerine dayanmayan mevcut cahili toplumsal ve siyasal işleyişten ilkesel hicrete (Seyyid Kutub’un ifadesiyle câhiliyeden bilinçli ve bütüncül ayrışma) yöneldiklerini ve mücâdelelerini bu zeminde inşa ettiklerini görmekteyiz.

Zira, cahili toplumsal ve siyasal algı, kabul ve işleyişten hicret etmek/kopup ayrılmak, Peygamberlerin temel misyonu olan hakla bâtılın arasını ayırmanın olmazsa olmaz şartıdır. Hakla bâtılın tefrik edilip ayrıştırılmadığı bir vasat, doğrudan doğruya şirkin egemenliği anlamına gelmektedir. Tüm Peygamberlerin ortak kelimesi/çağrısı olan “Allah’tan başka ilah yoktur” cümlesi, öncelikle bir reddi gündeme getirmektedir. Bu cümlede ifadesini bulan tevhid akidesi, bâtıla, şirke, tuğyana, fısk ve fücura tahammülü olmayan, bâtılla iç içe, yan yana bulunmayı, uzlaşmayı asla kabullenmeyen Rabbani dünya görüşü ve hayat tarzını ifade etmektedir.

İşte her biri aynı kelimeyi farklı tarih ve coğrafya kesitlerinde farklı insan topluluklarına hatırlatmak üzere görevlendirilmiş olan Peygamberlerin, Rabbimiz tarafından muhatap kılındıkları cahili toplumsal ve siyasal işleyişlerle ilişkileri bu temel akidevi çerçevede gerçekleşmiştir.

Peygamberlerin yanı sıra, onların izinde yürüyen ve Kur’an’da haberleri anlatılan mü’minlerin de bu temel akidevi çizgiden sapmadan, tevhidi eksenden şaşmadan hareket ettiğini görmekteyiz. Kehf Sûresi 9 ile 26. âyetler arasında kıssaları anlatılan Ashab-ı Kehf, Mü’min Sûresi 28 ile 45. âyetlerde haber verilen “Firavun’un sarayındaki imanını gizleyen mü’min” örneklerinde olduğu gibi.

Peygamberler, tevhid akidesinin öncelikli aşaması olan “La ilahe” reddiyesi gereği, tüm sahte ilahları, tağutları ve onların tuğyan düzenlerini kesin olarak redle işe başlamışlar ve bu tertemiz zemin üzerine “illallah” kabulünü inşa etmişlerdir. Nitekim insanlığa son Rabbani çağrı niteliğini taşıyan Kur’an’da Rabbimiz tevhid akidesinin bu gereğini şu şekilde beyan buyurmuştur:

“Dinde zorlama yoktur; Artık hak ile bâtıl iyice ayrılmıştır. Kim tağutu inkar edip Allah'a iman ederse, kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa sarılmıştır. Allah işitendir, bilendir.” (Bakara, 2/256)

Aşağıda, Kur’an kıssalarından pratik örneklerini aktarmaya çalışacağımız bu temel akidevi duruş, Peygamberlerin mücâdele sünnetlerinde değişmeyen esası teşkil etmiştir. Muhatap olunan kitle ve otoritenin durumuna göre, mücâdele pratiğindeki öncelikler (öğüt vermek veya inzâr etmek, önceliği toplumsal dâvete veya doğrudan doğruya otoritenin inkılâba uğratılmasına vermek gibi), kullanılan araçlar değişebilse de, bu temel akidevi duruş asla değişmemiş, tüm Peygamberler ve takipçilerinin ortak sünneti olmuştur.

Bu çerçevede, Peygamberlerin mücâdele pratiklerinden çıkarılabilecek temel hareket ilkelerini şöyle sıralamamız mümkündür:

1. Tüm cahili inanış, kabul, doktrin ve yaşayış biçiminin kesin olarak reddi ve hem bu kabul ve yaşayış biçimlerinden hem de bunların hâkim olduğu toplumsal ve siyasal işleyişlerden ilkesel düzlemde hicret…

2. Hakla bâtılın arasını kesin olarak ayıran bu ilkesel kopuşla birlikte hakkı hak olarak, bâtılı da bâtıl olarak kesin ve keskin hatlarıyla ortaya koyan açık toplumsal dâvet. (Dâvette esas olan aleniliktir. Gizli dâvet, bir merhale olmayıp, açık dâvetin yanında insani ilişkilerin doğası gereği zaman zaman ihtiyaç duyulan arizî bir durumdur.)

3. Dâvette, hikmeti gözeten ve güzel öğüt esasına dayanan bir yaklaşım, dil ve üslup sahibi olmak.

4. Cahili değer yargıları ve yaşayış biçimleriyle hiçbir şekilde ilkesel bir uzlaşmaya, müdahaneye dayalı bir ara bulma arayışına yönelmemek. (Hz. Musa’nın dâvet için gittiği Firavun’a Rabbimizin emri gereği yumuşak söz söylemesi, ancak buna karşılık Allah’ın âyetlerini eğip-bükmeden, tüm netliği ve açıklığı ile ortaya koyması örneğinde ve diğer tüm Peygamberlerin bu konudaki duruşları örneğinde olduğu gibi, dili yumuşatmak, ancak "dini yumuşatmaya" asla yanaşmamak.

5. Peygamberler cahiliye karşısında pasif konumda bulunmamışlar, daha ilk günden cahiliyeye cephe açmışlar ve cahiliyeyi doğrudan hedef almışlardır. Bir başka ifadeyle hidayet öncüleri Peygamberlerin, cahili toplumsal ve siyasal işleyişlerle ilişkilerinde defansif değil ofansif bir tutum ve duruş sergiledikleri görülmektedir. Cahili işleyiş içerisinde var olabilme, kendilerine alan açma çabası yerine, cahiliyeyi ortadan kaldırıp yerine hakkı ikame etme perspektif ve mücâdelesini öne çıkarmışlardır.[3]

6. Peygamberlerin cahili otoritelerle ilişkilerine bakıldığında, onlarla uzlaşma arayan değil, açıkça restleşen bir duruş sergiledikleri görülmektdir.

7. Toplumsal dâvetle bâtıl otoritenin inkılaba uğratılması hedefine yönelik siyasal mücâdelenin birbirinden ayrıştırılmayıp, eşzamanlı ve eşgüdümlü olarak, bütüncül bir yaklaşımla sürdürülmesi…   

8. Toplumsal/siyasal dönüşümün, öncelikle toplumların özünde olanın değişmesine bağlı olduğu bilinciyle, toplumsal dâveti ihmal eden ve bir şekilde siyasi otoriteyi elde etmeye kilitlenen ihtilalci bir yaklaşım yerine, dâvet ve toplumsal ıslah süreci ile siyasal mücâdele eşgüdümüne dayalı bir inkılabi dönüşümü esas almak.

9. Şiddeti asla bir temel mücâdele yöntemi ve aracına dönüştürmemek. Gönüllü toplumsal dönüşümü esas alan Allah’ın dinini yüceltmek adına, bu dinin tasvip etmediği bir şiddet körlüğüne yönelmemek. (Şiddet, Yüce Allah’ın belirlediği ölçüler içerisinde ve hikmeti gözetmek kalmak kaydıyla gündeme gelmesi gereken arizî bir durumdur. Şiddet ancak doğru yer ve zamanda ve doğru olarak kullanılan bir araç olarak görüldüğünde meşrudur. Aksi halde araç olmaktan çıkıp, Allah’ın dinini araçlaştıran bir şiddet algısı şiddet körlüğüdür ve bu tür bir algının Peygamberlerin mücâdele sünnetinde yeri yoktur. 

Nuh (a.s.), Sâlih (a.s.), Şuayb (a.s.) gibi dâveti yalanlanan Peygamberler de, Yusuf (a.s.), Davud (a.s.), Süleyman (a.s.), Yunus (a.s.), Muhammed (a.s.) gibi iktidar olma imkânına kavuşan Peygamberler de, tuğyan içindeki güçlü siyasal otoritelere karşı amansız bir mücâdeleye giren İbrâhim (a.s.) ve Musa (a.s.) gibi Peygamberler de hep aynı eksende, aynı ilke ve ölçüler üzerinde mücâdele etmişler, bu tevhidi eksenden asla şaşmamışlardır. 

Bu genel çerçeveye değindikten sonra, Kur’an’daki Peygamber ve öncü muvahhidlerin kıssalarından, Peygamberler ve takipçilerinin, muhatap kılındıkları cahili toplumsal/siyasal işleyişlere karşı tutumları ve onlarla ilişkilerine dair anlatımlar ışığında yoldaki işaretleri anlama ve günümüzle irtibatlandırma ameliyesine yönelebiliriz.

İlk Mücadele Örnekliği: Nuh (a.s.) ve Dâveti

Rabbimiz, Kur'an'ı Kerim'inde insanoğlunun yaratılışını anlattıktan sonra, ilk insanlar olan Adem (a.s.) ve eşinin (Kur'an ismini zikretmez) ilk yurtları olan cennette muhatap kılındıkları, "Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın. Dilediğiniz yerden yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.” (A'raf, 7/19) emr-i İlahisine rağmen, "Andolsun sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere, Âdem'e secde edin, diye emrettik. İblis dışındakiler secde ettiler. O secde edenlerden olmadı. Allah buyurdu: Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir? (İblis): Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi." (A'raf, 7/1012) ayet-i kerimelerinde haber verildiği üzere Âlemlerin Rabbi'ne açıkça isyan etmiş olan İblis'in "...Rabbiniz size bu ağacı, sırf melek olursunuz veya ebedi kalanlardan olursunuz diye yasakladı." (A'raf, 7/20) şeklindeki iğvasına aldanarak, tâbi olarak ilk imtihanlarını kaybettiklerini ve cennetten çıkarılıp yeryüzüne yerleştirildiklerini bildirmektedir.[4]

Ardından, "Derken Adem, Rabbinden (birtakım) kelimeler aldı. Bunun üzerine (Allah da) tevbesini kabul etti. Şüphesiz O, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir." (Bakara, 2/37) ayet-i kerimesinde bildirildiği üzere, Adem (a.s.) Rabbinden aldığı hidayet rehberi kelimelere tâbi oldu ve eşiyle birlikte tevbeyle Rablerine yöneldiler.[5]

Kur'an-ı Kerim'de, Adem (a.s.) ve eşinin yaratılışı ve tâbi tutuldukları imtihandan, Adem (a.s.)'ın iki oğlunun tâbi tutuldukları imtihan ve aralarındaki mücâdeleden,[6] İdris (a.s.)'dan[7] söz edilmekle birlikte, toplumsal ve siyasal bir mücâdele bağlamında anlatılan ilk kıssa Nuh (a.s.)'ın kıssasıdır. Kur'an'ın konuyla ilgili anlatımlarından, Nuh (a.s.)'ın dâvet ve mücâdelesinin, insanlık tarihindeki tevhid mücâdelesi bakiyesi içerisinde müstesna bir yerinin olduğunu anlamaktayız:

"Allah, 'Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin' diye dinden Nuh'a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri' etti (bir şeriat kıldı). Senin kendilerini çağırdığın şey, müşriklere ağır geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni hidayete erdirir." (Şûra, 42/13)

"Biz Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve (nitekim) İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, esbata (torunlara), İsa'ya, Eyyub'e, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik." (Nisa, 4/163)

Bu girişten sonra, Rabbimizin, Nuh (a.s.)'ın dâvet ve mücâdele süreci ile ilgili beyanlarını okumaya ve bu beyanlardan mücâdele fıkhı bağlamında bugüne dair çıkaracağımız dersleri söz konusu etmeye yönelebiliriz...

Cahiliyenin Akidevi Olarak Reddedilmesi ve İlkesel Ayrışma

Yüce Rabbimiz, Nuh (a.s.)'ın risaletiyle ilgili şöyle buyurmaktadır:

“Kendilerine yakıcı bir azap gelmeden önce kavmini uyar, diye Nuh'u kendi kavmine gönderdik. Ey kavmim dedi, ben sizin için açık bir uyarıcıyım. Allah'a kulluk edin; O'na karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Ki Allah bir kısım günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir vadeye kadar tehir etsin. Bilinmeli ki Allah'ın tayin ettiği vade gelince, artık o ertelenmez. Keşke bilseydiniz. (Sonra Nuh:) Rabbim! dedi, doğrusu ben kavmimi gece gündüz davet ettim; Fakat benim davetim, ancak kaçmalarını arttırdı. Gerçekten de, günahlarını bağışlaman için onları ne zaman davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler. Sonra, ben kendilerine haykırarak davette bulundum. Sonra, onları hem açıktan hem de gizli olarak davet ettim. Dedim ki: Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O çok bağışlayıcıdır… Nuh: Rabbim! dedi, doğrusu bunlar bana karşı geldiler de, malı ve çocuğu kendi ziyanını arttırmaktan başka işe yaramayan kimseye uydular. Büyük hileler, büyük desiseler kurdular. Ve dediler ki: Sakın ilahlarınızı bırakmayın; hele Ved'den, Suva'dan, Yeğus'tan, Ye'uk'tan ve Nesr'den asla vazgeçmeyin! (Böylece) onlar gerçekten birçoklarını saptırdılar. (Rabbim!) Sen de bu zalimlerin ancak şaşkınlıklarını arttır!” (Nûh, 71/1-10 ve 22-24)

"Andolsun, biz Nûh’u kavmine peygamber olarak gönderdik. Onlara şöyle dedi: 'Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Ben sizin hakkınızda acıklı bir günün azabından korkuyorum.' Kavminden ileri gelen inkarcı grup dedi ki: 'Biz seni de bizim gibi insan görüyoruz ve sana bizim basit görüşlü ayak takımlarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz; tersine sizi yalancı sanıyoruz.' Nûh dedi ki: 'Ey Kavmim! Şayet ben Rabbimden gelen apaçık bir delil üzerinde isem ve O, kendi katından bana bir rahmet vermiş de siz ona karşı kör kalmışsanız, onu istemediğiniz halde biz sizi ona zorlayacak mıyız? Ey kavmim! Buna karşı ben sizden herhangi bir mal da istemiyorum. Benim mükâfatım ancak Allah’a âittir. Ben o iman edenleri (teklifinize uyarak) kovacak da değilim. Çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizin bilgisizce davranan bir toplum olduğunuzu görüyorum." (Hûd, 11/25-29)

"Nuh kavmi de elçileri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Nuh: 'Sakınmaz mısınız?' demişti. 'Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum, ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir." (Şu'arâ, 26/105-109)

“Andolsun biz Nuh'u kavmine gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Doğrusu ben, sizin için büyük bir günün azabından korkmaktayım. Kavmimin ileri gelenleri: Gerçekten biz seni açıkça bir dalalet içinde görüyoruz, dediler… Onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık, ayetlerimizi yalan sayanları suda-boğduk. Çünkü onlar kör bir kavim idiler.” (A’râf, 7/59, 60 ve 64)

“Kardeşleri Nuh, onlara "Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak Alemlerin Rabbine aittir. Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin, dedi… Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım. (Buna karşılık) Ey Nuh! Eğer bu işe son vermezsen, şüphesiz taşlanacaklardan olacaksın" dediler.” (Şu’arâ, 26/106-110 ve 115-116)

“Onlara Nuh’un kıssasını oku. Hani kavmine, ey kavmim demişti, aranızda bulunmam ve Allah'ın ayetleriyle öğüt vermem ağır geliyorsa size, ben Allah'a dayandım, siz de, ortaklarınız da toplanın, ne yapacağınızı kararlaştırın, sonradan da yaptığınız şey, sizi kederlendirmesin, sonra kararınızı bildirin bana ve hiç mühlet de vermeyin. Eğer yüz çevirecek olursanız, ben sizden bir karşılık istemedim. Benim ecrim, yalnızca Allah'a aittir. Ve ben, Müslümanlardan olmakla emrolundum. Fakat onu yalanladılar; biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık ve onları halifeler kıldık. Ayetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk. Uyarılanların nasıl bir sonuca uğratıldıklarına bir bak.” (Yûnus, 10/71-73)

“Ey Nuh, dediler, bizimle çekişip durdun, bu çekişmede ileri de gittin. Eğer doğru söylüyorsan, bize vaat ettiğini getir (görelim.) Dedi ki: Eğer dilerse, onu size Allah getirir ve siz (O'nu) aciz bırakacak değilsiniz.” (Hûd, 11/32-33)

"Andolsun, biz Nuh'u kendi kavmine (elçi olarak) gönderdik, içlerinde elli yılı eksik olmak üzere bin sene yaşadı. Sonunda onlar zulme devam ederlerken tufan kendilerini yakalayıverdi." (Ankebut, 29/14)

Görüldüğü üzere Nuh (a.s.), mücâdelesine öncelikle kavminin cahili toplumsal ve siyasal işleyişinden ilkesel olarak ayrışarak ve bunu açıkça ilan ederek başlamış ve dâvetini, hakla bâtılın arasını açan, bu mefhumları belirginleştiren zemin üzerine bina etmiştir. Bu zeminde açık ve gizli, gece ve gündüz Allah’ın dinini tebliğ etmiş, kavmini sahte ilahları/putları terk etmeye ve yalnız Âlemlerin Rabbi’ne kulluk etmeye çağırmıştır. Mevcut toplumsal/siyasal işleyiş içinde kendisine ve inancına bir "meşruiyet" ve alan arayışı içerisine girmek yerine, doğrudan o yapı ve işleyişin meşruiyetini sorgulayan, onu akidevi bir reddedişle reddeden net bir duruş ortaya koymuştur.

Bu yüzden de kavminin ileri gelenleri, “Bizimle çekişip durdun, bu çekişmede ileri de gittin”, “Sakın ilahlarınızı bırakmayın; hele Ved'den, Suva'dan, Yeğus'tan, Ye'uk'tan ve Nesr'den asla vazgeçmeyin” şeklinde savunmaya ve karşı mücâdeleye girişmiştir. Buradan da anlaşılmaktadır ki, Nebevi mücâdele çizgisi, başından beri bâtılın karşısında aktif bir reddiye temelinde yükselmiştir. Başta da gördüğümüz gibi, hakkın hedefi ve talebi, bâtılın bünyesinde veya yanı başında, onun kanatları altında var olabilmek, kültürlerden bir kültür, unsurlardan bir unsur olarak kabul edilmek değil, bâtılın ortadan kaldırılıp hakkın hâkim kılınması yönünde olmuştur. Nuh (a.s.)'ın dâvet ve mücâdelesi süreci de, bu temel üzerinde yükselmiştir.

Bâtılla Uzlaşma Değil, Restleşme

Nuh (a.s.)'ın, Allah'tan başka ilahları reddedip yalnız O'na kulluk etmeleri dâvetine bayrak açan küfrün öncüleri karşısındaki tutumuna baktığımızda, güç dengelerini gözeterek geri adım atan, uzlaşma arayışına yönelen veya dâvet ve mücâdelesini yavaşlatan bir pasif tutum yerine, güç dengeleri yerine Âlemlerin Rabbi'nin emirlerini ve bu çerçevede yüklendiği sorumluluğu gözeten ve hak adına, bâtılla ve bâtılın öncüleriyle açıkça restleşen, onlara meydan okuyan bir tutum takındığını görmekteyiz. Nuh (a.s.), onların inkârı ve tehditlerine karşılık, “Aranızda bulunmam ve Allah'ın ayetleriyle öğüt vermem size ağır geliyorsa, ben Allah'a dayanmışım, siz de, ortaklarınız da toplanın, ne yapacağınızı kararlaştırın, sonradan da yaptığınız şey sizi kederlendirmesin, sonra kararınızı bildirin bana ve hiç mühlet de vermeyin şeklinde onlara meydan okumuş ve Rabbinin emriyle, onlardan ve onların cahili toplumsal/siyasal işleyişlerinden hicretin son aşamasını temsil eden gemiyi yapmaya koyulmuştur:

"Nuh'a vahyedildi: İman edenler dışında, kesin olarak kimse iman etmeyecek. Şu halde onların yaptıklarından dolayı üzülme. Gözetimimiz altında ve vahyimize göre gemiyi yap. Zulmedenler hakkında bana hitapta (duada) bulunma. Çünkü onlar suda boğulacaklardır. Gemiyi yapıyordu. Kavminin ileri gelenleri kendisine her uğradığında onunla alay ediyordu. O: 'Eğer bizimle alay ediyorsanız, alay ettiğiniz gibi biz de sizlerle alay edeceğiz' dedi." (Hud, 11/36-38)

Bâtılla kıyasıya mücâdelenin ve onunla asla uzlaşmama esasına dayalı davet sürecinin sonunda tercihler keskinleşmiş ve saflar kesin olarak belirginleşmişti ve başından bu yana cahiliye gemisine muhalefet eden, bu geminin bir sakini olmayı talep etmek bir yana, doğrudan doğruya onun meşruiyet iddiasına reddiyede bulunan ve bu red temelinde toplumu hakka tâbi olmaya çağıran Nuh (a.s.)'a artık kendi gemisini yapması emredilmişti. Bu gemi, hakkın tarafında yer alanların kurtuluşu, bâtılın yanında yer alanların ise helakını haber veriyordu.

Nuh (a.s.)'a emredilen gemi inşası emrinin, mücâdele fıkhı açısında bizlere söylediği en temel iki söz; hiçbir zaman bâtılla ilkesel anlamda bir uzlaşma arayışına yönelmemek, cahiliyenin gemisinde yolculardan bir yolcu olarak kendimize yer aramak yerine kendi gemimizi inşaya yönelmek ve ayrıca, inkârcı ve zalim de olsa, bizlerin herhangi bir toplumu helak etmek gibi bir sorumluluk ve yetkiye sahip olmadığımızı bilmektir.

Dâvette Gizlilik-Açıklık

"Gerçekten de, günahlarını bağışlaman için onları ne zaman davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler. Sonra, ben kendilerine haykırarak davette bulundum. Sonra, onları hem açıktan hem de gizli olarak davet ettim" ifadelerinde de bildirildiği üzere Nuh (a.s.), muhataplarına yönelik hem açık hem de gizli dâvette bulunmuştur. Aslında bu sadece Nuh (a.s.)'ın dâvetine has bir durum değildir. Açık ve gizli dâvet, hayatın ve herhangi bir dâvanın doğal akışı içinde kaçınılmaz olarak var olması gereken doğal bir durumdur. Nitekim peygamberlerin sonuncusu Muhammed (a.s.)'ın dâvet ve mücâdele sürecinde de açık ve gizli dâvetin bir arada bulunduğunu görmekteyiz. Burada açıklığa kavuşturmamız ve ifade etmemiz gereken husus, açık ve gizli dâvetin iki ayrı süreç ve merhale mi olduğu, yoksa hayat ve mücâdelenin doğal akışı içinde yan yana, hep var olan mefhumlar mı olduğudur.

Nuh (a.s.)'la ilgili Kur'ani anlatımdan ve Muhammed (a.s.)'ın sîret ve mücâdele sünnetinden anlaşılan odur ki, açık ve gizli dâvet birbirinden bağımsız iki ayrı süreç ve merhale değil, şart ve duruma göre aynı dönemler içinde ve sürekli var olmuş ve var olacak mefhumlardır. Muhtemelen Nuh (a.s.) da, Nübüvvet zincirinin son halkası Muhammed (a.s.)'ın dâvet sürecinde gördüğümüz üzere, bir taraftan toplumsal/siyasal işleyişin merkez alanlarında şirke karşı tevhidin sesini yükseltirken, diğer taraftan da güçsüzlere, kölelere yönelik olarak onların can güvenliği açısından gizli dâvette bulunmaktaydı. Ömer b. Hattab'ın Müslüman oluşu sonrası Müslümanların Mekke'de hep birlikte meydana çıkışı, iddia edildiği gibi açık dâvete geçiş adımı değil, bir siyasal huruc hareketi, tabir yerindeyse bir gövde gösterisidir. Zira "Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve uyar." (Müddessir, 74/1-2) emr-i İlahisi gereğince dâvet açık ve gizli olarak kısa sürede Mekke'de etkili olacak şekilde sürdürülmekteydi.

Burada ifade etmemiz gereken önemli husus, aslolanın açık dâvet olduğu, gizli dâvetin ise hayatın ve insan ilişkilerinin doğal şartları gereği ihtiyaç halinde başvurulacak bir arizi hal olduğudur. Günümüzde bu mesele halen ciddi yanlış anlamalara konu olmakta ve gizlilik gibi yanlış mücâdele anlayışlarına zemin yapılabilmektedir. Oysa İslam dâvasının esası dâvet ve şahitliktir.[8] Gizliliğin esas olduğu bir durumda toplumsal dâvet ve şahitlik nasıl gerçekleştirilebilecektir?

Dâvet ve Ücret

Kur'an'ın, peygamberlerin mücâdelelerine dair anlatımlarında dikkat çeken hususlardan biri de, dâvete karşılık hiçbir ücret talep edilmediğinin, karşılığın ancak Âlemlerin Rabbi'nden beklendiğinin/beklenmesi gerektiğinin özellikle ve ısrarla zikredilmesidir. Nuh (a.s.) kıssasında da bu vurgunun yapıldığını görmekteyiz:

"Nuh kavmi de elçileri yalanladı. Hani onlara kardeşleri Nuh: Sakınmaz mısınız? demişti. Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum, ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir." (Şu'arâ, 26/105-109)

Allah'ın dini üzerinden servetler devşirildiği, dinin verimli bir gelir kapısı haline getirildiği, Allah'ın dininin uğrunda bedel ödenen değil sırtından geçinilen bir meta haline getirildiği günümüzde bu Kur'ani vurguları çokça hatırlamak ve hatırlatmak gerekiyor. İslam dâvetçisi, dâvet misyonunu ifa ederken hiçbir şekilde dünyevi beklenti içerisinde olmaması gerektiği gibi, varını yoğunu da bu yolda ortaya koymak, feda etmeye hazır olmak durumundadır. İslam dâveti, dâvetçi için asla bir dünyevi kazanç, makam-mevki kapısı değildir, olmamalıdır. Dâvet, dâvetçiye dünyevi anlamda bir şey getirecekse, bu getiri değil götürü olmalıdır. Dâvetçi, dâveti karşılığında bir bedel beklemek yerine bedel ödemeye hazır olmalıdır.

Rabbimizin tüm elçilerine ve onların takipçilerine ortak öğretisi olan “Dâvete karşılık muhataplardan bir ücret beklememe” prensibi, ne yazık ki bugün kimi kesimlerce çok fazla dikkate alınmamaktadır. Bir salonda insanlara menkıbe anlatmak veya menkıbevi şiirler okumak için, binlerce dolar talep eden medyatik vâizleri / starları bir tarafa bırakalım, bugün özellikle yayın yoluyla dâvet çalışmaları, yaygın şekilde dünyevi beklentilere, para – pul yığmaya endekslenmiş bulunuyor maalesef.

Alternatif olma iddiasıyla kurulan Tv kanalları, “Şu meşhur hafızın sesinden Kur’an CD’lerinde kampanya. 10 Dakika içinde arayanlara şu kadar indirim…”, “Mealli Kur’an seti, sadece 29.90 TL. Hemen arayın…” türünden kapitalist pazarlama teknikleriyle hazırlanmış reklamlardan geçilmiyor. Aynı şekilde, İslami konularda yazılan kitapların üzerinde 4.90 TL, 9.90 TL, 19.90 TL gibi göz boyama usulü fiyatlar görmek de artık sıradan hale geldi. Geçim kapısı değil, dâvet kapısı olması gereken İslami yayıncılık alanında ne yazık ki dünyevi beklentiler, yaygın şekilde rıza-i İlahi beklentisinin önüne geçmiş görünüyor.

Rabbani öğretinin aksine, dâvette ücret beklentisine yönelme sorunu öylesine yaygınlaşmış durumdaki, İslami faaliyet, cemaat kelimelerini duyunca birçok insanın aklına kendilerinden ne kadar para talep edileceği, hangi kitapları almak zorunda kalacakları vs geliyor. İnsanlar, Allah’ın yoluna dâvet edilecek, cennete çağrılacak muhataplar olarak değil, kendilerinden güç devşirilecek, aidat veya kitap parası vs alınacak para kaynağı olarak görülüyor bazı kesimlerce. Tabii, bu durum toplumun algısında tüm İslami çalışmaların aynı kefede görülmesine ve İslami dâvet çalışmalarının bu yanlış çerçevede algılanmasına yol açıyor.

Dâvetin muhatapları olarak görülüp Kur’an mesajlarıyla buluşmaları uğrunda kendilerine ulaşılması, sahip çıkılması, bu yolda dâvetçilerin ödediği bedellere şahit kılınması gerekirken, daha çok cemaatlerin / hiziplerin finans kaynağı olarak görülüp ceplerine göz dikilen insanlarımıza, bu yapılanların İslam’la ilgisi olmadığını anlatmamız gerekir.

Nuh (a.s.)'ın dâvet ve mücâdele sürecini anlatan ayetlerden, mücâdele fıkhı bağlamında çıkardığımız sonuçları sizlerle paylaşmaya çalıştık. İnşaallah bir sonraki yazıda Hud (a.s.) ve Salih (a.s.) kıssalarını konu edineceğiz.


[1] “Ramazan ayı, insanlara yol gösteren, hidayeti, hak ile bâtılı ayırt edip açıklayan Kur'an'ın indirildiği aydır…” (Bakara, 2/185); “Doğru yolu bulasınız diye Musa'ya Kitab'ı ve hak ile batılı ayıran hükümleri verdik.” (Bakara, 2/53)

[2] “Andolsun her ümmet içinde, Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının diye bir peygamber gönderdik. Onlardan kimini Allah hidayete erdirdi kimine de dalalet hak oldu. Şöyle yeryüzünde bir dolaşın da yalanlayanların sonlarının nasıl olduğuna bakın.” (Nahl, 16/36)

[3] “Hayır, biz hakkı bâtılın üstüne atarız da o onun beynini parçalar, derhal (bâtılın) canı çıkar. Allah'a yakıştırdığınız niteliklerden ötürü de vay size!” (Enbiyâ, 21/18); “De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu. Zaten bâtıl yok olmaya mahkumdur.” (İsrâ, 17/81); “De ki: Hak geldi, artık bâtıl ne bir şey ortaya çıkarabilir, ne de geri getirebilir.” (Sebe’, 34/49) 

[4]  "Allah: Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşme ve faydalanma vardır, buyurdu. Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve orada (diriltilip) çıkarılacaksınız, dedi." (A'raf, 7/24-25)

[5] "Dediler ki: Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen, gerçekten hüsrana uğrayanlardan olacağız." (A'raf, 7/23)

[6] Bkz.: Maide, 5/27-31

[7] Bkz.: Meryem, 19/56, Enbiya, 21/85                                                 

[8] Allah için gerektiği gibi cihad edin. O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir, atanız İbrahim'in dini(nde olduğu gibi). Allah, bundan daha önce de, bunda (Kur'an'da) da sizi 'Müslümanlar' olarak isimlendirdi; elçi sizin üzerinize şahid olsun, siz de insanlar üzerine şahidler olasınız diye. Artık namazı ikame edin, zekatı verin ve Allah'a sarılın, sizin Mevlanız O'dur. İşte, ne güzel mevla ve ne güzel yardımcı. (Hac, 22/78)