`Memleket sıcak, vatan şovendir`
Marmara Üniversitesi’nden Dr. Sezgi Durgun `Memalik-i Şahane’den Vatan`a adlı kitabında, insan-vatan ilişkisine ışık tutuyor.
Toprak, coğrafya, memleket nasıl "vatan" olur? İnsanın doğduğu, barındığı ve kültürünü yaşadığı yer nasıl "uğrunda can verilen" vatana dönüşür? Türkiye'de ulus inşası döneminde okuma yazmayı yeni öğrenen çocuklara vatan nasıl tasvir edilmişti ve ders kitaplarında nasıl somutlanmıştı?
Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Sezgi Durgun, "Memalik-i Şahane'den Vatan'a" adlı kitabında bu sorulara yanıt arıyor.
Asimilasyon tartışmalarının yapıldığı bugünlerde yayımlanan kitap, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemine uzanıyor, iktidar ve coğrafya ilişkisine ışık tutuyor.
Neresi memleket, neresi vatan?
Memleket ile vatan arasında bir ayrımdan söz edebiliriz. Yani doğduğum, doyduğum, yani anadilimi konuştuğum, şiir okuduğum, aşık olduğum, kendimi dolu dolu yaşadığım yerdir memleket.
Vatan ise kişiyi sorumluluklarla donatan, ait olmak zorunda hissettiğim, zaman zaman kendimi içinde bulduğum ve kendisine borçlu kılındığım bir unsur. O yüzden memleket çok daha duygusal, özlemle andığımız bir şey. Mesela Nazım Hikmet de hep "memleket" der. Vatan ise daha çok şoven bir algıyı dayatır insanlara.
Vatan ya da anavatan neye göre değerlendiriliyor?
Osmanlı ve Türkiye örneğinde büyük bir mekânsal kayma söz konusu. Kurucu elit, doğduğu toprağın dışında kalıyor ve Anadolu'da bir ulus inşasına girişiyor.
1912-13 yıllarından itibaren Edirne, Trakya ve Balkanlarda çok büyük travmatik çözülmeler var. Belki de Anadolu'nun bu kadar fetişleştirilmesinin sebebi de Balkan yurdunu yitirmiş olmanın acısını hafifletmek. Ziya Gökalp'in Turan fikrindeki anavatan daha ise mefkure, ideal ve sınırları belirsiz tanımlanıyor. Cumhuriyet elitinin vatan fikri ise sınırları belli olan somut toprakları anlatıyor.
Türkiye örneğinden gidersek bir toprak parçası ne zaman vatan oldu?
1920'lerden 50'lilere kadar bir siyasi-coğrafi kimlik oluşturma macerası var. İnşa süreci milli mücadele ve yerel kongreler döneminden başlıyor. Bu dönemde vatan kavramı ne anlam taşıyordu? Böyle bir bütünsel bilinç var mıydı? Burada bir tartışma var. Kongre dönemi hakikaten bir vatan algısının doğuşuna mı işaret ediyor? 20'li yıllar çok karışık bir dönem.
Kendi köyünü, kendi bölgesini savunan mahalli vatancılık var, mikro iktidarlar var. Örneğin Trakya kongrelerindeki söylem "vatanı savunmaya" değil bölgeyi kurtarmaya, Doğu Trakya'nın işgaline karşı verilen mücadeleye işaret ediyor. Hatta gerekirse 'Doğu ve Batı Trakya' birliğini sağlayacak özerk bir Trakya Devleti'ni kurma amacı var. Trakya kongrelerinin Cumhuriyet ilan edildikten sonra faaliyetlerine devam etmesi bu fikri güçlendiriyor.
30'lu yıllarda sınırların da kısmen netleşmesinin ardından, sınırlar içerisinde daha derinlere iniliyor. Yani bir aidiyet ve kimlik oluşturulması gerekiyor. Türk Tarih Tezi inşa ediliyor. Burada bir medeniyet vurgusu, tek boyutlu algılanan bir Orta Asya kökeni söz konusu. Benim incelediğim ortaöğretim coğrafya kitaplarında örneğin Orta Asya'dan bir çekik gözlü bir çocuk resmi konmuş ve altına "İşte bir Türk çocuğu" gibi ifadeler yerleştirilmiş. Fakat amaç burada Orta Asya ile somut bir bağ kurulmak değil, Türk kimliğinin mitolojisini kurmak. Özellikle de dünya medeniyetinin bu mitolojiyi "bilimselleştirerek", Batı'nın önyargılarına "biz de en az sizin kadar beyaz ırktanız, kafatasımızın ölçüsü şu kadar" deyip bir cevap vermek istiyorlar.
Osmanlı'dan Cumhuriyet dönemine "vatan" içindeki gayrimüslim ve 'Gayritürkler'e karşı nasıl bir politika izleniyor?
Homojenleştirme var; hem içinde eritme hem de dışarıya atma söz konusu... Yani asimilasyon ve disimilasyon paralel olarak gidiyor. Nüfus mübadelesi ve Ermeni tehciri gibi konularda devlet politikasının daha çok disimilasyonist olduğu söylenebilir. Disimilasyonist politika derken şunu kastediyorum. Farklı özelliklerin birbirine hiçbir surette benzemeyecek "umutsuz vaka" şekilde algılanması, farkın mutlaklaştırılması, farklı olanın tamamen dışarıya atılması.
Asimilasyonist politikada ise devlet, 'senin farkını görmüyorum, farkı tanımak istemiyorum, zorla bağrıma basıyorum' diyor. Vatan inşasına bu çerçeveden bakınca gayrimüslimlere disimilasyonist politikalar; Kürtlere, Çerkezlere yani Müslüman ama 'Gayrıtürk' olan gruplara asimilasyonist politikalar uygulandı denebilir ve bunun üzerinden tartışılabilir.
İktidar açısından bakıldığında vatandaş-vatan ilişkisi nasıl bir düzleme oturuyor?
Vatana tabi olman için senin zihninde bir rıza göstermen gerekir. Rıza üretme mekanizması geliştirmesi gerekir. Bir köken anlatısı, bir anavatan anlatısı... O yüzden Orta Asya düşsel bir anlatıdır. Hiçbir zaman somut bir anlatı değil, gidip orayla bir bağlantı kuralım, ticaret yapalım değil... Onu daha çok mistik bir zemine taşıyor iktidar. İnsanların zihninde bir "medeni Türk" imgesi yaratma çabası içindeler. Türklerin kendi vatanıyla ve kimlikleriyle ilişki kurma biçimlerinin ne kadar hasarlı bir alan olduğunu da görüyorsun burada.
Devlet neden bu kadar uğraşmış?
Uzun bir köksüzleştirme tarihinden sonra insanları hem toprağa hem de birbirlerine bağlayan bağlar zayıflıyor, zarar görüyor. İktidar, bu yüzden insanları arada tutmak için üzerine ulusçuluk çimentosunu döküyor. Gücüne bir halel gelsin istemiyor. İsyan edene de kendi gücünü göstererek haddini bildiriyor.
Kürtlere gelirsek...
Osmanlı döneminde yer yer kimi etnik grupları kendi kültürlerinden farklı coğrafyalara yerleştirerek eritme politikasına tabi tutuluyor. İsyan eden Kürtleri alıyor başka yere gönderiyor. Mesela Balkanlardan gelen muhacirleri alıyor Kürtlerin yaşadığı bölgeye gönderiyor. Yani dolayısıyla eskiden beri iskân siyaseti insanları bir köksüzleşme haline düşürüyor. Osmanlı'daki iktidar ve mekân ilişkisinde karıştırma, sürgün yeniden kültürleme var. Cumhuriyet döneminde ise çeşitli homojenleştirme biçimleri (zorla eritme ya da dışarı atma) var. Mesela Kürtlere uygulanan iskân siyasetinde başarı elde edilemiyor. Bu nedenle bir miktar aşiretlerle işbirliğine gidiliyor, onları zayıflatmak için. Ama bunda da başarılı olunamıyor.
Musul tartışmalarında Türkiye hangi argümanları öne sürüyor?
Lozan görüşmelerinde Musul'un Türk yurdu olduğu iddiası beşeri coğrafya, nüfus, dil, tarihsellik ve Turanî ırk gibi ölçütlere dayandırıldığı görülüyor. Kürtlerin de Türkler ile aynı Turanî ırktan geldikleri için Türk olduklarının altı çiziliyor.
Musul'da Türkçe, Arapça ve Kürtçe konuşulduğu, Arapça konuşan halkın da aslında Türk olduğu uzun süre Araplarla kurulan ikili ilişkiler nedeniyle iki dilli bir nüfusun oluştuğu ileri sürülüyor.
Coğrafi ve kültürel kapsamında Anadolu, Orta Asya ve Musul arasında doğal ve coğrafi bütünlük bulunduğu dile getiriliyor. Türk heyeti görüşmelerde, "Musul'daki toprağın yapısı ve iklim Irak'a değil, Anadolu'ya benziyor" diyor.
Osmanlı ile Cumhuriyet döneminde aidiyet hissini karşılaştırdığımızda karşımıza nasıl bir tablo çıkıyor?
Siyasi kültür bağlamında ele alacak olursak Osmanlı döneminde imparatorluk topraklarını bir arada tutan unsur ortak kültür ve aidiyet değil, padişaha duyulan sadakattir. Toprak padişahın malıdır.
Cumhuriyet modern ulus döneminde daha homojen... Her yer eşit derece kutsal. Bütün vatan sathına yayılmış bir aidiyet arz ediyor. Tek önemli farkının bu olduğunu düşünüyorum. Ama süreklilikler de var; bilhassa devlete bağlılığın hatta bir devlet vatanseverliğinin süreklilik gösterdiğini söyleyebiliriz. Toprak ve insan arasında Osmanlı'dan bugüne hep devlet başrol oynamıştır. Dolayısıyla insan toprak ilişkisinde bir aracı, yani burnunu sokan hatta o ilişkinin bence hasarlı olmasına yol açan bir aygıt halini almıştır.
Kitabı incelediğimizde vatandaş "asker", vatan ise "ordugâh" olarak karşımıza çıkıyor. Osmanlı'dan, Cumhuriyete vatan-vatandaş-asker ilişkisi nasıl şekilleniyor?
Osmanlı İmparatorluğu'nun son döneminde 19. yüzyılın sonuna doğru, özellikle de İttihat ve Terakki'nin vatan kavramına askeri bir boyut kattığını görüyoruz. Toprak kayıpları sonucunda vatan, savunmacı bir refleks ile ordu tarafından himaye edilen bir kutsal emanet gibi algılanmıştır. Bu algı Cumhuriyet döneminde de güçlü bir şekilde varlığını korumuş, Türk ulusçuluğunda askermillet mitosu merkezi bir rol oynamıştır.
Vatan algısı bakımından ilginç olan nokta şudur; gayrimüslimler askere alınmadan önce ordu "gaza", "şahadet", "din" uğruna savaş için motive ediliyordu. Gayrimüslimlerde de askere alınınca böyle bir motivasyon uygun olmayacağı için din dışında ortak bir motivasyon unsuru bulmak gerekmiştir. "Vatan uğruna savaşmak" bu sorunu kısmen çözmüştür.
Vatan-insan ilişkisi coğrafya ders kitaplarına nasıl yansıyor?
Geçmişten gelen kültürleme ile kafamızda vatan hep acı, intikam, korku ve savunmacı bir militarizm ile özdeşleşti. O yüzden Cumhuriyet dönemi coğrafya kitaplarına baktım, çocuklara nasıl anlattılar vatan kavramının nasıl anlatıldığına baktım.
Örneğin komşularımız bizim düşmanlarımız olarak tarif ediliyor. Bu paradoksal da bir durum... Mesela Yunanistan bizim komşumuz ve aynı zamanda düşmanımız olarak anlatılıyor. Bir yandan da mesela Antik Yunan klasikleri çevriliyor ve Cumhuriyet aydınları Batı medeniyetinin kaynağı olarak görülen kadim metinlerden besleniyor.
Coğrafya kitaplarına dönersek, coğrafya kitabını yazan yazar aynı ama Cumhuriyet öncesinde ve sonrasında farklı söylemler kullanıyor. Öncesinde farklı etnik gruplardan bahsederken, sonrasında o gruplardan hiç bahsetmiyor.
Bu anlayış ve tavır uzun süre devam etti...
1990'lara dek kimi coğrafya hocaları öğrencilere gözü kapalı Türkiye haritası çizdiriyordu. Hiç bakmadan ezbere çizebilecekler mi diye. Yani bizi bir görevle donatan, korku da aşılayan, sevgi kültüründen çok korku kültürünü empoze eden bir tavır önümüze çıkıyor.
"İlla ulusalcı mı olmalıyım"
Kitabınıza neden "Memalik-i Şahane'den Vatan'a" adını verdiniz?
"Memalik" memleketlerin çoğulu... Birçok memleketten üretilen bir mekân tasavvuru. Padişaha ait bir mülkü anlatıyor. Kitap, aslında millet sistemi esasında peteksi bir doku gibi örgütlenmiş bir toplum anlayışı ve heterojen bir mekân algısından, homojen ve herkesin aidiyet hissedebileceği bir vatan algısına geçiş sürecini anlatıyor. Herkesin ait hissedeceği derken bu böyle olamıyor çünkü uygulanan toprak ulusçuluğu değil. Yani Anadolu'nun çok katmanlı, iç içe geçmiş farklı kültürel tabakalarının taşıdığı birliktelik kurgusundan çok asimilasyon ve disimilasyon üzerinden bir homojenleştirme var. Bunu ifade ettiğinizde genelde Türkiye coğrafyasının ve jeopolitiğinin bunu kaldıramayacağı argümanı ile karşılaşırsınız. Coğrafyanın özcülüğe alet edilmesi böyle bir şey...
Neden böyle bir konu seçtiniz?
Bence her araştırma bir arayıştır ve araştırmacının ilk önce kendisine sorduğu çocuksu bir soruyla başlar. Ben şunu sordum kendime: Yaşadığım yeri sevmek nasıl bir duygu? Aslında yaşanılan ülkeye duyulan sevgi ve sahiplenme ve ait olma duygusu hiç kimsenin ya da kurumun tekelinde olamaz. Yani "normal bir vatandaş" olarak kendi ilişkimin hasarlı olduğunu keşfettiğim için bu kitabı yazdım. Bu memleketi, bu insanları severken şoven ya da özcü bir söyleme düşmeden bunu yapabilmenin mümkün olduğunu görmek istiyorum. İlla milliyetçi ya da ulusalcı mı olmalıyım? Ne şekilde seveceğim? Bunu kim belirleyebilir? Vatan bugün reaksiyoner bir ulusalcılık ya da muhafazakâr mukaddesatçılık kıskacında salınan bir kavram... Vatan militarist bir algı ile sadece bir hammadde ve kaynak olarak gören kapitalist bir algının arasına sıkışan bir kavram... Ama öte yandan da tüm yan anlamlarıyla (yurt, memleket, mekân, toprak vb.) ele avuca sığmıyor, dönüşmeyi sürdürüyor. Çünkü mekân ile ilişkimiz değişiyor, mekân ile iktidarın ilişkisi dönüşüyor.
Türkler arasında bir miktar Kürt vardır
Türklük dışındaki kimlikleri dile getirmek bakımından Faik Sabri Duran'ın Türkiye Coğrafyası kitabının 1929 baskısı ile 1938 baskısı arasındaki fark bunu bize net bir şekilde gösteriyor.
1929 baskısında "Türkiye'de Ecnas ve Ahali" başlığı altında incelediği halklar şöyle tanımlanıyor: "Şarki Anadolu'da Türkler arasında bir miktar Kürt vardır. Bundan başka Kafkasya'dan hicret etmiş olan Çerkezler, Gürcülerle Balkan Yarımadası'ndan Türkiye'ye gelmiş olan Arnavut, Boşnak gibi cinsler bulunur... Türkiye'de ekalliyet teşkil eden diğer cinsler Rumlar, Ermeniler, Musevilerdir."
Kitabın 1938 baskısında ise konu başlığı "Türkiye veTürkler" olarak değiştiriliyor, metinde Kürt sözcüğüne yer verilmiyor ve bunun yerine, "Şarktaki göçebeler muhtelif aşiretlere mensuptur" ifadesi kullanılıyor.
(Röportaj: Şahin Bayar / Taraf)