11-10-2011 23:45

`Öykünülmüş bir hayat, mü`mine göre değil`

Nida Dergisi Genel Yayın Koordinatörü Ferda Kürün’le Dünya Bizim sitesinin gerçekleştirdiği röportajı iktibas ediyoruz.

`Öykünülmüş bir hayat, mü`mine göre değil`

İlk olarak sizden, kendinizi tanıtmanızı isteyelim. Özellikle fikir ve yazım dünyasına girişiniz nasıl oldu?

Fikrin yoğrulduğu, yoğrulan fikrin kitap, dergi ve çeşitli gazetelerde yazıya geçirildiği ailede büyümem beni de yazı ve fikir dünyasının doğal bir ferdi kıldı. Özellikle ‘büyükbabam’ Said Çekmegil, babam, dayım ve hatta şimdilerde tefsir yazan annem Semra Kürün’ü sürekli fikirle uğraşırken görürdüm. Fikre değer verirler, okuma-yazmanın önemini elimize tutuşturup tashih etmemizi istedikleri makalelerle bize de hissettirirlerdi. Büyükbabam Çekmegil kitap yazıyor, dergi çıkarıyor; babam Alaaddin Kürünse dayım Selami Çekmegil ile Kriter Dergisi’ni çıkarırdı, çok da güzel bir hatipti. Yazıyla uğraşan, bu işin içinde olan bir ailede oluşum ve yazar bir Büyükbabanın torunu olmak benim için bir avantajdı. Büyükbabam Çekmegil, kendisi yazmakla kalmaz tüm torunlarını, senede bir kez düzenlediği yarışmayla yazmaya teşvik ederdi. Konu belirler, bu konu her bir toruna duyurulur ve her torun belirlenen tarihte yazısını büyükbabam Çekmegil’e gönderirdi. Biz de bu konulara detaylı olarak hazırlanırdık tabi ki. Sonra o yazılar üzerinden dereceye girenler belirlenir ve hediye verilirdi. Bu yarışma, her bir toruna fikretme ve yazmak için teşvik olurdu. Bazen, biz torunlarını bir araya toplayarak konu verir, şifahen yazmamızı isterdi. Bu teşvikler bize, yazı yazmanın da bir ibadet olduğunu öğretti. Hele bir de fikir sohbetleri var ki, tam bir beyin fırtınası idi. Bizlere aniden belirlenmiş bir konu hakkında doğaçlama konuşmayı, konuşurken sorumsuzca değil bir ilim ehli tutumuyla, iddialarını delillendirmeyi, eleştirmeyi, sabretmeyi, tahammül etmeyi… neleri neleri hep fikir sohbetiyle öğrendik desem abartmış olmam.

Tabi yazmak demek, yazar olmak anlamına gelmiyor. Mesela ben yukarıda bahsettiğim yarışmaların üç tanesinde birinci olmuş ve çok sevinmiştim. Bunların payı büyük olsa gerek. Yarışma bedeli olarak aldığım meblağla, duvar saati almıştım. Zamanı güzel kullanmak açısından nasihat olsun istedim. İkincisinde lügat almıştım, üçüncüsünde de Hasan Basri Çantay Meâli almıştım. Bunlar hâlâ elimdedir, yazmanın bedeli olarak.

Dergiler, fikir hayatında çok mühim!

Yetişkinlik döneminizde daha çok dergilerle haşır neşirsiniz sanırım?

Kitaplarla desek daha doğru olur. Çocukluk dönemimde babam, beni bir çocuk dergisine abone yapmıştı. Aylık olarak bu dergi geliyor ve ben her ay onu heyecanla bekliyordum. Onun için büyüklere, çocuklarını mutlaka bir dergiye abone yapmalarını tavsiye ediyorum…

Dedim ya, dergi çıkan bir evde büyüdüm ben. Az çok biz çocuklar olarak bu heyecanları gözlemleyip, bu heyecanlara ortak oluyorduk. Evde konuşuluyordu, gündem oluyordu. Büyükbabam, dayım, babam… O zamanlar Kriter Dergisi bizim okulumuzdu. Kaldı ki o dönemlerde dergi çıkarmak teknik anlamda hiç de kolay değildi. Hiç unutmam babam, dergi çıkma aşamasında her ay Ankara’ya giderdi.

Büyükbabam, birçok dergiye abone olurdu. Kendisi okuyamayacak olsa bile… Dergilere aşina olurduk. Bayanlara özel çıkan dergilere de abone olur, kendisini ziyarete gelen bayanlara bu dergiyi hediye ederdi. Ve bu anlamda okuyamıyorsak da dergilere abone olmanın ya da hediye etmenin önemli olduğunu düşünüyorum.

Büyükbabamın ilginç bir hassasiyetinden bahsetmek istiyorum. Dergiler büyükbabama (Said Çekmegil’e) dergilerini ücretsiz gönderirlerdi, onun incelemesi bile heyecanlandırırdı onları. Fakat büyükbabam kesinlikle her dergiye bedelini öderdi. Çünkü bilirdi ki, dergiler hizmettir ve ancak bu küçük meblağlarla ayakta durur. Yanına gelen gençler, dergilerini büyük bir heyecanla kendisine gösterir ve o hemen 3, 4, 5 tane ücretini hemen orada vererek alırdı. Rahmetli babam Alaaddin Kürün’ün de bu konudaki hassasiyetinde büyükbabamın etkisi büyük olsa gerek.

Türkiye’de yayım yapan dergi sayısı çok fazla değil mi sizce? Bu konuya bakışınız nasıl?

Bence az!… Türkiye’nin nüfusuyla kıyaslayacak olursak çok az. Sayısal olarak düşük yani. Mesela istatistiklere göre Batı’da bir kişiye on kitap düşerken, -bu rakamlar değişmediyse- Türkiye’de on kişiye bir kitap düşüyormuş. Bu rakamların dergi için daha düşük olduğunu zannediyorum. Her dergi bir okuldur. Okul öğrencisini yetiştirir. Öğrenci de dergiyle birlikte fikri bir heyecana kapılır, eleştiri alır, bu eleştirilerin kimine cevap verir kimine vermeye çalışır, tartışır, savunur savunurken hata ettiği de olur lakin bu süreç onu ‘kalifiye bir öğrenci kılar’. Bu okulların sayısının fazla olması kültür/ilim dünyası için bir kazanç değil midir! ‘Dergilerde fikirlerini ifade eden, savunan, tartışan gençlerin sayısı ve tartışma ortamları az değil mi’ diye sorarsanız, o zaman size ‘bence de az’ cevabını veririm. Fikri devinim her geçen gün artan bir trend takip etmelidir, dergiler bu trendi görünür kılmak için biçilmiş kaftandır. Şunu öne çıkaralım: “Günde bir gazete, haftada bir kitap, ayda bir dergi okumayan nasıl münevver olabilir?”

Malatya'dan başlayan Nida yürüyüşü

Yaklaşık 15 senedir Nida Dergisi’ni çıkarıyorsunuz. Nida, Türkiye’nin en uzun soluklu dergilerinden biri, özellikle Müslümanlara ait dergiler içerisinde. Nasıl çıkmaya başladı Nida Dergisi ve nasıl devam etti, anlatabilir misiniz?

NİDA, benim de uzun yıllar programcısı olduğum yerel bir radyo olan ‘Radyo Nida’nın bülteni olarak çıkmaya başladı. Benim fikrimdi ve ilk sayıyı heyecanla yayınladık. Radyoda program yapan abilerimiz, arkadaşlarımız, sundukları programlarını metne dönüştürüyorlardı ve yayınlıyorduk. Sakın bu programları basite almayın! Her bir program Malatyalıyı sarsan, tartışma yaratan içerikteydi. Beş, altı yıl böyle devam etti. Baktık ki bu okulda (NİDA) yetişenlerin sayısı artıyor, editörümüz Fatih Bütün’ün gayretleriyle dergi formatına dönüştürdük. Uzun bir zamandır da dergi olarak Türkiye ve yurtdışındaki okurlarımızla irtibatımızı koruyoruz. Okurlarımız diğer dergilerde olduğu gibi, zaman zaman azalsa da zaman zamansa bizi bile heyecanlandıracak kadar artıyor.

Fikri ve zihni diri genç arkadaşlarımızla dergiyi iki ayda bir çıkarmaya devam ediyoruz, dergiyle ilgili ileriye dönük daha güzel projelerimiz var. Dediğim gibi NİDA ‘akıl hocalığı’ yapmak istemez, bilakis NİDA okuyanlarıyla birlikte düşünmek ister ki, istediğimiz oranda olmasa da yapıyoruz.

Evet, heyecanla bir şeye başlıyoruz, güzel duygularımız/ gayretlerimiz oluyor ama bunu sürekli kılmadığımız zaman ses verici olmuyor. Nida’nın Allah’ın yardımıyla ortaya koymuş olduğu o sesi inşallah devam edecek. Hani hepimizin bildiği klasik bir söz vardır ya: “Taşı delen suyun sertliği değil, sürekliliğidir.”

Son iki-üç senedir iki ayda bir çıkıyor dergimiz Nida. Bu, maddî imkânsızlıklardan dolayı olmuştu ama faydamıza olduğunu gördük sonradan. Çünkü başta söylediğim gibi, okuma tembelliğinin olduğu bir dünyada/ ülkede yaşıyoruz. Bir ayda dergi okunup bitirilemeyebiliniyor.

Takip ettiğiniz, okuyucusu olduğunuz dergi vardır mutlaka?

Türkiye’deki dergilerin birçoğunu yakından takip ediyoruz. İnceliyor, okuyor eleştiriyoruz. Sadece biz değil, gördüğünüz gibi ofisimizdeki masada da gelen tüm dergileri teşhir ediyoruz ki gelen misafirlerimiz de ‘dergi dünyasını’ bilsin, duysun, okusun. Ayırım yapmadan bize ulaşan dergilerin hepsini inceliyor, incelettiriyoruz. Dergilerini göndermek isteyenlere gönderdikleri için teşekkür ediyor ve dergimizi de her ay olmak üzere kendilerine takdim ediyoruz.

Alim, Allah'tan hakkıyla haşyet duyanlardır

Türkiye’de âlim mevzusu var. Çokça kafa yoruluyor. Sizce Türkiye’de alimler yetişiyor mu?

Her mü’min âlim olmaya gayret etmeli değil mi? Alimliğin şartının, ‘Allah’tan bihakkın korkmak, O’na sorumluluk bilinciyle hareket etmek, murâdını anlama gayretinde’ olmak olduğunu biliyorum. Bu anlamda âlimler her dönemde olduğu gibi bu dönemde de var tabii ki. Her bilenin üzerinde bir bilenin olduğu da muhakkak, fakat bunun dışında ‘alimler’ diye diğerlerinden bu kadar soyutlanmış bir sınıfı ben, ne İslâm kültür geleneğinde ne sünnette ne de Kur’an’da görebiliyorum’.

Türkiye’de fikir adamı oldukça fazla, fikirlerini sunuyorlar. Fakat her fikrini savunan Kur’an’daki âlim tanımına denk düşüyor mu bilmiyorum, zannetmiyorum da. Ama Allah razı olsun, hepsi ilim edinme / âlim olma yolundalar. Edindikleri ilimleri de bizlerle paylaşıyorlar. Yeri geldiğinde yanlış bilgilerini tashih ediyorlar. Ancak kendilerine yapılan tenkitlere rağmen tashih etmeyenler de var.

“Âlim kimdir”, sorusunun cevabını Kur’an-ı Kerim’den bulmamız lâzım. İstanbul’da böyle bir tartışmaya tanık olmuştum da, birtakım gençler oturmuş ‘şu âlim; şu âlim değil’ diye tartışıyorlardı. Bu duruma şaşırıverdim. Gençler, mihenk taşıymış gibi insanları ‘âlim’ ya da ‘âlim değil’ diye sınıflandırıyorlardı. Biraz sabretmeye çalıştım ama sonra dedim ki: “Arkadaşlar! Kişinin alim olup olmadığına kim karar verecek? Mutlak âlim olan Allah mı, yoksa benim, cemaatlerimden-mesleklerimden almış olduğum düşüncelere göre mi şu âlim olacak bu âlim olmayacak?” Ve o zaman şunu görmüştüm; sana göre âlim olan kimse bana göre olmuyor. Yani sana bana göre âlim tanımı olmaz. İslam’ın ortaya koyduğu bir ‘âlim’ vardır. Âlim, neden yaratıldığını, neye doğru gitmesi gerektiğini bilen, ilmiyle amil olan kimsedir. Hatta o zaman Zariyat suresindeki ayetleri okumuştum. Orada âlimin tanımını çok güzel vermişti. Allah’tan hakkıyla haşyet duyanların da âlimler olduğunu söylemişti ve orada şu vardı: ‘ululelbab’. Arapça’da ‘lub’ kelimesi bir şeyin çekirdeğini, özünü bilen anlamına geliyor. Bir meseleyi derinlemesine araştıran, onu çözümlemeye çalışan kişiyi âlim olarak düşünmek lâzım. Hal böyleyken ‘guruplara göre alim’ tanımı getirmekte neyin nesi!

Said Çekmegil üzerine...

M. Said Çekmegil’den bahsedebilir misiniz bize? Hangi şekilde ve nasıl anlatırsanız…

Sorumluluk, fıkıh ve anlayış sahibi hassas bir mümindi.

Ben büyükbabamdan çok şey öğrendim. Allah ona rahmet eylesin. ‘Ayaklı kütüphane’ gibiydi. Onca çalışmasına, yoğunluğuna rağmen, esbâtı olan bizlere karşı kendini sorumlu hissederek bugün birçok dedenin yapmadığı desteği verirdi. Mesela, bir araya geldiğimizde mutlaka fikir sohbeti yapardık ve bu fikir sohbetlerinin bizim için önemli bir okul olduğunu anlamamızı sağladı.

Büyükbabamlarda kalmayı çok isterdim. Çünkü sabah namazına kadar okuyan bir büyükbaba… Mesela kitaplarını el yazısı ile yazardı, bizi yanına çağırır yazdıklarını okuturken kendisi de daktiloya geçirirdi; bunu, bizi geliştirmek için yaptığını anladım daha sonra. Bugün birçok akademisyenin yardımcılarına/ arkadaşlarına yaptırmış olduğu işi o tek başına yapardı. Okuturdu, düşündürürdü, tefekkür ettirirdi ve İslam adına ayaküstü konuşmalardan kesinlikle rahatsız olurdu. Delilsiz konuşanları hassasiyetle tenkit ederdi. Hele İslam adına, İslam’la uyuşmayan düşünceler/ fikirler varsa, o insanlar, o fikirlerinden vazgeçinceye kadar uyarmaya çalışırdı. Onun için de bazı insanlar tarafından sevilmezdi.

Satranç oynamayı çok severdi, ben de ondan öğrendim satrancı. Okuma sevgisini, yazma sevgisini, düşünmeyi, tefekkür etmeyi… Varsa biraz dava sancım onun hissiyatındandır. Annemin, babamın katkısı da çok fazla ama bir büyükbaba olarak bu işin mihmandarı ve mimarıdır o.

Dededen çok farklıydı sizin için yani…

Arkadaştı. Mesela radyoda programa başladığımda, dergi çıkarmaya başladığımda meşakkatli zamanlar geçirmeye başlamıştık. Çünkü özellikle Malatya’da bu işleri bir bayan olarak yapmak çok büyük bir sıkıntı oluşturuyordu. Ben, hemen gider büyükbabamla dertleşirdim. O da, her seferinde bana bir davadaş/ yol arkadaşı gibi fikir verirdi, beni teselli ederdi. Bazen ben işimi tam yaptığımı zannettiğim zamanlarda çok önemli ve bazen de sarsıcı tenkitler yapardı. Bunlar benim için çok önemli desteklerdi.

Bugün o yok; onun boşluğunu çok fazla hissediyorum. Mesela bunu birçok programda da söylüyorum: evimiz kendisine yakındı, benim de -derslere falan gittiğim için- çok fazla evde durma imkânım olmazdı, bana destek olmak için -fikirsel anlamda- beğendiği bir gazete yazısını veya bir cümleyi yazar ve kapının altından atardı. Benim için artık alışkanlık hâline gelmişti bu. “Acaba büyükbabam bugün neyi okumamı tavsiye etti, beni neye teşvik etti?” diye heyecanla beklerdim.

Kitap, yemek gibi bir ihtiyaçtır

Özellikle liseden üniversiteye geçiş aşamasındaki gençler, popüler kültürün de etkisiyle, kitap okuma konusunda çok bocalıyorlar. Müslüman gençlerin özellikle, nasıl bir kitap okuma sistemi olmalı sizce, öneriniz var mıdır?

Tek taraflı okumak, sağlıklı bir okuma olmuyor… Mesela, açlık ihtiyacını gidermek için sadece et ve pilav yendiğinde, bu beslenme şeklinin eksik kaldığını zaman içerisinde görülecektir. İyiliğimiz için yaratılmış diğer nimetlerden de istifade etmek zorundayızdır. Sağlamasını Kur’an merkezli oluşturduğumuz okumalar yapmalıyız. Edebiyat, deneme, tefsir, biyografi ve diğer çalışmalarla da ilgilenmeliyiz. Bazen bir ressamı, resmini, bazen bir müzisyeni, müziğini okumalıyız. Ama muhakemesiz, tenkidsiz ve ferasetsiz okumamalıyız. Okuduğu her kitaba kendini kaptıran, girdiği her ekole hayran olan kişi sorgulamalıdır kendini. Çünkü o, bir türlü kendi olamayacaktır. İnsan ‘insanlardan bir insan’ olmasından başka bir de ‘nev’i şahsına münhasır’ olarak koskoca dünyada bir tanedir. Bu biricik insanı yok etmemeli ortaya çıkarmalıdır! İşte herkes ve her şeyin etkisinde kalan insan kendisi değil her zaman bir diğeridir. Gençler bundan sakınmalıdır.

Popüler kitap okuma kültüründen nasıl uzak duracak gençler?

Okumadan asla uzak durmayacak gençler… Bunun adı popüler kültür bile olsa… Ama idealleri olup bu ideallerinden vazgeçmeyecek. Kendisine ‘hakikat arayıcısı’ misyonunu biçecek, çünkü her bir bilme onu Allah’a daha yaklaştıracak. Müslümanlara dünya felahının yollarını üretmesini sağlattıracak.

Evet, popüler kültür moda kitaplar üretiyor. Ve bu kitaplar on binler basılıyor ve sık sık reklam yapılıyor. Peki ya bir şeyin çok basması, çok satması neyin göstergesidir? Neyin isbâtıdır? Bizim perspektifimiz çok veya az satmak değil, yazılanların ‘ilme’ dönük olup olmadığıdır.

Bahsettiğiniz ‘popüler kültür’ bana neyi giyeceğimi dayattığı gibi, neyi okuyacağımı da dayatıyor bu doğru. Peki, neden siz bunun etkisinde değilsiniz, bilakis bu dayatmayı fark etmiş ve buna karşı bir şuur üretmeye çalışıyorsunuz. İşte biz kaçarak, korkarak, okumayarak, göz kaçırarak değil ‘gözünün içine bakarak’ ilmi olmayan her şeyle hesaplaşmak zorundayız. Sizin gibi bu cesarette gençler görmek ne güzel! Hayatta neyi düşünmesi gerektiğini bilmeyen insanlar, popüler kültürün etkisinde kalırlar, onu okurlar ve zamanla da o okudukları şeyin seslendiricisi olurlar. Unutmayın bu insanlar hep etki altındadırlar, muhakkik değil mukallid olmaları hasebiyle taklid ettikleri doğruya ‘rastgelse’ bile bu kişilerden özgün şahsiyetler ve bunlar için büyük ecir beklemek zor görünmektedir.

Alim dediğin...

Birçok kişi, popüler kültürden yeteri kadar korunabilmek için bir hocaya yahut gruba takılmak gerektiğini düşünüyor. Fakat siz daha farklı bir görüşle, bir alana yönelmesinden bahsettiniz kişinin.

Kişinin yardım alması güzel bir şey. Biliyorsunuz Kur’an-ı Kerim’e göre, ‘Müslümanların işleri kendi aralarında şûra iledir’ der. Cemaate ya da bir hocaya bağlanmaktan -şu andaki reel pozisyonda- beni ürküten bir şey var; hocalar ya da bağlanılan fırkalar, öbekler bireylerin kendilerini aşmalarını kabul etmiyor.

‘Seni ben yetiştirdim, bana hizmet etmek zorundasın’ gibi bir anlayışla hareket eden bir anlayıştan bereket beklenir mi? Burada problem bir üstadınızın olması değil. Yoksa biyografilere bakınız, mutlaka bir üstadları var. (biyografiden bahsetmemin sebebi bunu görebilmemizi sağlamaktı.) Üstadları onu okutuyor / yetiştiriyor ama bu yetişme, üstadın belirlediği sınıra kadar olmuyor. Mesela görüyoruz ki İmam Şafî’yi, Ebu Hanife’yi talebesi tenkit ediyor. Ve Ebu Hanife, talebesi tenkidinde haklıysa susuyor, haksızsa onu düzeltiyor; “sen sus, niye bana karşı çıkıyorsun” anlamında şeyler söylemiyor. Ama bugünkü yapılar buna müsait değil diye düşünüyorum. Yapılarda ‘haddini bildirme’ kültürü dikkatimizi çekiyor.

“Bir neslin ilerleyebildiğinden söz edebilmemiz için onun, babasından ileri evladından geri olması lazım.” diye bir söz var, çok hoşuma gider. Bizim okuduğumuz şeylerin bir zemine oturabilmesi için ilim ehlinin, insanları daha ileri seviyede düşündürecek şeyler öğretmesi lâzım. Düşünmeyi öğretmesi lazım… Derler ki: “Çocuklarınızın iyi olmasını istiyorsanız sizin yaşadığınız çağa göre değil onların yaşayacağı çağa göre yetiştirin.”

Siz kitap okurken, mesela, nasıl başlarsınız? Herhangi bir kitabı tecrübeleriniz ışığında mı alıyorsunuz, yazara mı bakıyorsunuz, yayınevi mi önemli yoksa sizin için?

Benim son iki yıldır, elimde bir kitap listesi var. O listede tasnifler yapılmış. Kitabiyat yayınlarının listesi… Çok güzel hazırlanmış. Ayrıca Kur’an ve sünnet üzerine, dil ve semantik üzerine okuyorum.

Bir kitabı, piyasaya yeni çıktığı için okumuyorum özellikle. O andaki ilmî çalışmalarıma destek olacaksa okuyorum. 

Röportaj: Esad Eseoğlu / Dünya Bizim)

Röportajın 2. Bölümü Haftaya...

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !