`Politik liberalizm, muhafazakârlığı sekülerleştiriyor`
Mehmet Bekaroğlu: AK Parti ve Erdoğan sadece Türkiye’deki muhafazakar kişileri değil, İslam coğrafyasındaki muhafazakar kitleyi de arkasına takarak dünya sistemine entegre edecek politikalar geliştiriyor. Yeni Osmanlıcılık, Üçüncü Abdülhamit rolleri bununla ilişkilidir.
Liberal politikalar, özgürlükçü boyutu yanında Batılı değerleri taşımasıyla muhafazakâra ve dini tabanı modernleştirerek sekülerliği yaygınlaştırıyor. Türkiye’de muhafazakar kesimlerin politik söyleminin liberal politikalar olması ise bir başka handikap olarak ortaya çıkmaktadır. Sol ve sosyalizm tartışmaları bu ülkede sürekli bir gâvurlukla özdeşleştirilmiştir. Bu yanlış algı, sosyal politikaların oluşumunu ve toplumsal taban bulmasını engellemiştir. Özellikle dini duyarlılığı sol kavramına karşı hınçla dolduran muhafazakârlar, liberal politikalara önemli halk desteği sağlamakta zorlanmamaktadır. İslami sol tartışmalarının önemli isimlerinden biri olan Mehmet Bekaroğlu’nun, siyasetçi kimliği yanında aydın ve entelektüel kimliği daha baskındır. Yoksulluğun siyasi ve sosyolojik boyutunu irdelediğimiz bu söyleşi, umarım geniş bir ufuk açacaktır…
Demokrat Parti’den bu tarafa muhafazakâr parti iktidarları, liberal politikalar üretiyorlar. En son AK Parti iktidarında da liberal ekonomik politikalar yürürlükte. Zenginlerin zenginliklerini artırdıkları gibi yoksul kesimin yoksullaştığı ve varlığını çoğaltarak sürdürdükleri de gözlemleniyor. Bu muhafazakâr iktidarların yoksulluk politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Muhafazakârlığı önce bir ayrıştırmaya tabi tutalım. Muhafazakâr politikalar var. Toplumda muhafazakâr olarak tanımlanan toplumsal bir kesim var. Bu toplumsal kesime niçin muhafazakâr deniliyor? Çünkü dinci, dini, İslami demek biraz zor geliyor. Özellikle siyasal İslam söylemleri kişileri baskı altında bırakmaktadır. Bu anlamda muhafazakârlık bir korunma biçimi olarak öne çıkmaktadır.
TÜRKİYE’DE SOL VE SAĞ KAVRAMLARI
Türkiye’de sol ve sağ kavramları dünya literatüründe olduğu gibi bir işleve sahip değil. Ne sağ, sağ; ne de sol, sol gibi davranıyor. Ama sağ muhafazakâr partilerin ekonomi politikaları dünya ile orantılı bir iş görüyor. Onlarda zenginlerin mal varlıklarını korumaya ve artırmaya yönelik bir ekonomi politik uyguluyorlar. Türkiye, ayrıca muhafazakâr sağ politikalarla dünya ekonomisine entegre olan politikalar geliştirmektedir. Bu anlamda üç tane dalgadan bahsedebiliriz.
TÜRKİYE’DEKİ ÜÇ LİBERAL DALGA
Bu dalgalar hangileri?
Birincisi DP ve Menderes, ikincisi ANAP ve Özal dönemi, 24 Ocak 1980’de alınan ekonomik kararlarda dâhil. Üçüncüsü ise AK Parti iktidarı ve Tayyip Erdoğan ile başlayan siyasal süreç…
Menderes, Tek Parti döneminden kalan kapalı ekonomi politikalarından vazgeçerek açık ekonomik politikalara yöneldi. Köylü ve kasabalıyı kente taşıyarak modernleşmenin gelişimini sağladığı gibi dünya pazarlarına tüketici olarak da bu kesimi sundu. Elbette ki bu dindar insanların oyları alınacaksa bir oyun olarak Türkçe ezan yerine Arapça ezan okunmasını vaat edecekti. Özal döneminde ise, dünya ekonomisinde bir daralma meydana gelmişti. 24 Ocak kararları ile başlayan neoliberal politikalar, yeni hizmet alanları oluşturduğu gibi ticarete yeni kalemler eklemeyi de başardı. Özelleştirmeler böylece teşvik edildi ve yeni ticari alanlar oluşturuldu. Özal bir muhafazakâr siyasetçidir. Doğal olarak da siyaseten muhafazakârlığa katkı sunmaya çalıştı.
Kemal Derviş, bir neoliberal baron olarak Türkiye’ye geldi. Tekel işçileri sorununda Bülent Arınç’ın da ifade ettiği gibi, “Deniz Baykal bu işi bilmiyor, bizimle başlayan bir durum değil bu, Kemal Derviş politikalarının doğal sonucudur.” Dolayısıyla Erdoğan dönemi de neoliberal politikaların devam ettiği bir süreçtir. Ayrıca Tayyip Erdoğan eş zamanlı olarak Kemal Derviş’i CHP ile birlikte partisine davet etti. Kemal Derviş’in çıkardığı tütün yasasını da 2005 yılında uygulamaya koydu. Durum sadece bu değil. AK Parti ve Erdoğan sadece Türkiye’deki muhafazakar kişileri değil, İslam coğrafyasındaki muhafazakar kitleyi de arkasına takarak dünya sistemine entegre edecek politikalar geliştiriyor. Yeni Osmanlıcılık, Üçüncü Abdülhamit rolleri bununla ilişkilidir.
“SİZ DEĞERLERİN HANGİ YÖNE GİTTİĞİNE BAKIN”
90’ların meşhur sloganı “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” idi. Bugün “uluslararası güç haline geleceğiz” söylemi ile o günkü sloganın bir benzerliği var mı?
Bakın size bir şey söyleyeyim: Demirel 90’lı yıllarda öyle bir laf etti. Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk dünyası tezinin gereği olarak ‘bu dünyaya Batılı değerleri biz taşırız’. O zaman simgesel değerler içki, votka üzerinden üretiliyordu. Geçenlerde ise Abdullah Gül, Türkiye’nin ekseni değişiyor mu, değişmiyor mu, tartışmaları üzerine, ‘Türkiye her yöne gidebilir. Siz değerlerin hangi yöne gittiğine bakın’ dedi. Demokrasi, insan hakları, kadın hakları ve serbest piyasa değerlerine atıf yaparak Türkiye’nin istikametinin belli olduğunu söyledi. Geçen bir yerlerde söylemiştim: Demirel ile Gül aynı şeyi söylüyor. Bunu söylediğim zaman bana kızmışlardı. Nasıl Demirel ile Gül aynı şeyi söyler diye. Ama maalesef aynı şeyi söylüyorlar.
ERDOĞAN’IN EKONOMİ POLİTİKALARI, BÜYÜK KAPİTALLERİN YARARINA GELİŞİYOR
Kemal Derviş uygulamalarına bugün örnek verebilir misiniz?
Kemal Derviş uygulamalarının doğal sonucu olarak başlayan büyük alışveriş merkezlerini biraz alanını daraltacak bir yasayı Erdoğan hükümeti de çıkarmıyor. Ali Coşkun çok uğraştı, ama bu yasayı çıkaramadı. Erdoğan, bu üçüncü bakanla çalışıyor. Büyük firmalar da Erdoğan’ın ne yaptığını biliyor. O yüzden Erdoğan’ın ekonomi politikaları, büyük kapitallerin yararına gelişiyor. Fakir daha çok fakir olurken, zengin ise öngördüğünden daha çok para kazanıyor. Büyük alışveriş merkezleri küçük ve orta sınıf esnafı zor duruma sokuyor. Böylece büyük alışveriş merkezleri bir dini ritüel gibi aşkınlık kazanıyor ve eğlence, şov ve gösteri dünyasının cazibe merkezi haline geliyor.
POLİTİK LİBERALİZM İLE EKONOMİK LİBERALİZM
Liberal aydınlar, Türkiye’de solun muhafazakâr, sağ politikaların da değişimden yana olduğunu söylüyorlar. İnsan hakları, demokrasi ve özgürlükler adı altında vahşi kapitalizmin politikaları devreye giriyor. Bu aldanışın hikâyesi üzerine neler söylemek istersiniz?
Bu durumu birkaç yönden ele alabiliriz: Politik liberalizm ile ekonomik liberalizm bazı yerlerde örtüşürken bazı yerlerde de çelişir. Sağcıların sosyolojik olarak oturduğu toplumsal taban açısından baktığımız zaman merkez–çevre ilişkileri bağlamında politik liberal oldukları kesin. Ayrıca ekonomik anlamda da liberal politikaları tercih ederler. Ben Erdoğan ve Gül ile siyaset yaptım. Bu arkadaşlar, İslamcı talepler ile liberal talepleri bütünleştirmişlerdir. Yaşadıkları 28 Şubat baskıları, bu arkadaşları, devletin bu sert tutumu yüzünden, devletin küçültülmesi ve özelleştirme politikaları, devletin gücünü küçültecek ve böylece sivil alanı güçlendirerek bu İslamcı taleplerin rahat ve bir baskıya maruz kalmadan yaşanabilmesinin zeminini oluşturacaktır, yargısına taşımıştır.
SEKÜLERLEŞME VE PROTESTANLAŞMA GELİŞİYOR
Bu durum beraberinde bir sekülerleşmeyi de taşır mı?
Burada bir aklileştirme işliyor. Yani sekülerleşme, Protestanlaşma gelişiyor. Sermaye tıkanmıştır. Yeni hizmet alanları oluşturulacaktır. Bu özelleştirme marifeti ile olabilir. Ama bir meşruiyet zemini oluşturma bağlamında, tabii ki özelleştireceğiz, İgdaş’ı da özelleştireceğiz, üniversiteyi, sağlığı vb. bütün kurumları özelleştirerek başörtülü kızımızın okumasının ve çalışmasının zeminini oluşturmuş olacağız. Böylece bir rasyonalizasyon gerçekleşmektedir. Bu konuda size tamamen katılıyorum.
TÜRKİYE’DE SAĞ POLİTİKALAR ÖZGÜRLÜKÇÜ, SOL POLİTİKALAR DA MUHAFAZAKÂRDIR
Bir yanlış anlama olmasın: Türkiye’de sağ politikalar özgürlükçü, sol politikalar da muhafazakârdır. Ancak bu değişim politikalarının reel bir tutumu daha var: İslamcı politikalarla liberal politikaların sürdürülmesi sağlanabiliyor. Düşmanın silahı ile silahlanmak diye bir yaklaşım var. Şu an bu hükümet dün elimizde olmayan ne varsa bugün onların sahibi durumunda, bütün bunları yaparken de sanmayın ki bizim gözümüz parada puldadır. Bilakis bu özelleştirmelerle başörtüsü sorununu da çözeceğiz diyerek liberal politikaların yağlı bir kızak üzerindeki hızını kesmiyor.
RAHMİ KOÇ: BİZDEN BORÇ PARA ALMAZSAN BİZ DE BATARIZ SİZ DE…
İslamcı kesimlerin siyasal iktidardan dışlanmalarının doğal sonucu olarak güce eklemlenerek siyasal alana girme ve iktidar çabaları olarak mı değerlendirmeliyiz, bu siyasal çabaları? Sınıfsal bir boyutu var mıdır?
Bir anlamda sınıfsaldır: TÜSİAD, hiçbir zaman başörtüsü veya başka bir İslami çabayı karşısına almak durumunda değil, ama Anadolu sermayesi demedi. İmam hatipler falan diyerek irtica paranoyaları altında yükselen Anadolu sermayesinin iktidarını devirme adına önemli çabaları oldu. Ama İslamcı kesim ile köylü kesim arasındaki kesişme nerede tam örtüşüyor ve örtüşmüyor meselesi de tartışılmalıdır. Merkez sermaye, aslında Batılılaşma politikaları çerçevesinde bir milli burjuvazi yaratma çabalarının sonucudur, İstanbul sermayesi bu şekilde yaratılmıştır. Anadolu sermayesinin kendi siyasal partisini iktidara taşıması üzerine Rahmi Koç, Erbakan hocaya giderek, “sen havuz sistemini getirmişsin, devlet bizden borç para almazsa, biz batarız, o zaman sen de batarsın” diyerek tehdit etmiştir. Ve 28 Şubat sürecine gönülden destek verilmiştir. Bu anlamıyla evet, sınıfsal bir durum söz konusudur. Ama Erdoğan ile birlikte başlayan süreçte bu sınıfsallık ortadan kalkıyor. Çünkü Erdoğan, sınıf atlayanları temsil ediyor.
YEREL YÖNETİMLER ARACILIĞI İLE KAYNAK AKTARIMI
Sermayenin el değiştirmesi meselesi de bu işin içinde yok mudur?
Elbette ki sermayenin el değiştirmesi meselesi de işin içinde vardır. Neoliberal politikalar yön değiştirmiş. Yeni bir yaklaşım var. Merkezi hükümetler artık, faiz borcu ödeyerek uluslararası sisteme para aktarıyor. Böylece yerli sermayeye devlet eliyle para aktarılamıyor. Bu yeni durum politikaları da değiştiriyor. Artık yerli zenginlere belediyeler eliyle kaynak aktarımı yapılabilir. Erdoğan, kendi çevresine böylece yerel yönetimler aracılığıyla ancak kaynak aktarımı yapabiliyor. O yüzden sınıf meselesi karışmış durumdadır.
ARTIK BUGÜN TÜSİAD VE MÜSİAD DİYE BİR AYRIM KALMAMIŞTIR
AK Parti’yi iktidara taşıyan güç, uluslararası güce eklemlenme konusunda başarılı olan milli burjuvazidir diyebilir miyiz?
TÜSİAD ile Anadolu sermayesi ekonomik gelişme sürecinde bir kapışma yaşadılar. Ama şimdi bütün sermaye grupları, küresel sermayenin bir şubesi haline geldiler. Soğuk Savaş kavramları bugün iş görmüyor. Erdoğan bu konuda haklı, yabancı sermaye yoktur. Küresel sermaye vardır. Paranın dini imanı yoktur. Eski MÜSİAD başkanı Erol Yarar, ya Soğuk Savaş kavramlarıyla hareket ediyor ve bu işleri bilmiyor, ya da bilinçli bir tercihle bu işi saptırmaktadır. Buna en güzel cevabı da bugünkü MÜSİAD başkanı verdi: “Birçok konuda TÜSİAD ile ortak çalışmalar yapıyoruz. Artık bugün TÜSİAD ve MÜSİAD diye bir ayrım kalmamıştır.” AK Parti de hem bu ülkede hem de bu coğrafyada küresel sermayenin politikalarını uygulayan bir projeden başka bir şey değildir. Elbette ki bu saf bir şekilde böyle değildir. Bunun içinde İslamcılık, bölgesel nizamat ve Osmanlıcılık gibi birçok yan katkı da vardır.
KOMŞUSU AÇ İKEN TOK YATAN BİZDEN DEĞİLDİR
Bu noktada sınıf atlayan bir kesim var. Bir de atlayamayan kesimler var. Şimdi bu iki kesim arasındaki gerilimin nasıl olacağını düşünüyorsunuz?
Ben, mahalle diye bir kitap çalışması yapıyorum, orada bu meseleyi anlatıyorum. Mahallede çok şeyler oldu ve sonuç olarak mahalleyi siteler aracılığı ile yok ettiler. Ben bir psikiyatr olarak bunun ruhunu yakalayarak yazmaya çalışıyorum. Erbakan hoca döneminde mahallede herkes bir arada idi. Birbirleri ile bir etkileşim içindeydiler. Açlık ve toklukta beraber oluyorlardı. Asr-ı Saadet gibi olmasa da bir iç içelik vardı. Bir kültürel birliktelik ve aynı yerlerden giyinme ve yeme alışkanlıkları vardı. “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir”, yargısı geçerliliğini koruyordu. Olumlu anlamda bir denetleme mekanizması vardı, bir “mahalle baskısı” geçerliydi.
ŞİMDİ ELDEKİ PARANIN MİKTARI VE BİÇİMİ DEĞİŞTİ
Şimdi ele geçen paranın miktarı ve biçimi değişti. Parayı elde etmenin biçimi çok önemlidir. Biz bu analizi yaparken seküler kafaların anlamayacağı ve algılayamayacağı kavramlarla yapıyoruz. Helal, haram gibi dini kavramları kullanıyoruz. Bize yakıştırılan sol, İslami sol kavramlarını biz kendimiz için kullanmadık. Neoliberalizm, mahalleyi parçalamak istiyordu. Mahalledeki bu yeni zengin türediler, farklı yollarla elde edilen zenginliğin rahatsızlığına dayanamayarak önce mahallede ayrıştılar. Sonra mahalleden ayrıldılar. Onlar da yine kendi aralarında bir ayrışmaya tabi oldular. Kaymak sermaye, daha korunaklı sitelere taşındı. Güvenlikli mekânlara yöneldi. Şu an bu konuda ciddi tartışmalar yapılıyor. Dini terimler burada geçerliliğini kaybediyor. Sınıf temelli bir ayrışma sonucu mahallede kopuşlar başladı.
BENİMKİ BENİM, SENİNKİ DE BENİMDİR
Sosyal adalet çizgisinde bilinen bir sol politikaya olan ihtiyaç izaha muhtaç değildir. Sizin bu tartışmaların içinde olduğunuzu biliyoruz. Bu muhafazakâr politikaların yoksulluğu gidermeye yönelik bir projesi yoktur. Ancak siz bu sosyal politikalar konusunda neler yapılabileceğini düşünüyorsunuz? Eminim ki bu çalışmalarınız da sürüyor.
Önce şunu belirtmeliyim: Soğuk Savaş kavramlarının propagandif boyutu yüzünden sol, sosyalizm ve komünizm olarak yorumlanıp gâvurluk olarak değerlendirilmektedir. Bu olumsuz imaja dikkat çektikten sonra, tabii ki sol evrensel literatürde hak ve özgürlükler bağlamı içinde emeğin hakkının verilmesi çabasına denk düşer. İslam ve din de bu anlamı içinde taşır. Habil-Kabil çatışmasının temel nedeni, Kabil’in “benimki benim, seninki de benim” dediği içindir. Peygamberler, insani fıtratın dışına çıkma söz konusu olduğunda Allah tarafından gönderilmişlerdir. Adaleti tesis etmek için peygamberler gelmişlerdir. Kuran’ın ilk mesajlarında, insanlara yapılan haksızlıklar ve hak yemeler ön plana alınmıştır. Yetim, fakir ve güçsüzün haklarının yenilmesi hep lanetlenmiştir. İnsani akıl ile ilahi akıl birbirleriyle çelişmez. Sol ve Kur’an aynı mesajı veriyor.
Hak arayışında bulunan işçilerin bütün kesimlerini ideolojik kavramı ile tanımlıyor. Erdoğan ve Bülent Arınç bu Soğuk Savaş kavramlarını kullanarak bilinçaltını gösteriyor. Erdoğan, Erbakan hoca ile mukayese yapılamaz, daha çok Süleyman Demirel ile mukayese yapılmalı. Daha çok bu kavramları Demirel, Kenan Evren gibi liderler kullanıyor. Bize Müslüman sol kavramı bu olumsuz imajı yüklenerek verdiler. Biz bunu kabul etmeyiz.
SOKAĞINDAN DİLENCİ GEÇMEYEN SOKAK, SOKAK DEĞİLDİR
Çözüm önerilerinize gelsek…
Ebuzer, bir nostalji değil, tam somut bir karşılıktır. İstanbul sokaklarında kimsesiz kişilerin varlığı ne kadar somutsa Ebuzer bir o kadar somuttur. Binlerce kişi sokaklarda kar kış demeden kâğıt topluyorlar. Mafya denetimindeki bu kâğıt toplamaların büyük bir kısmı da yine mafyaya akıyor. Bunlar gerçeklerimizdir. Tarih boyunca bu gerçekler var olmuştur. Önemli olan bunların yanında samimiyetle yer almaktır. Entelektüel çalışmalar bu anlamda bir işe yaramıyor. Sokakta olmalısınız. Öncelikle yeni zengin sınıfını ciddi bir şekilde eleştirmeliyiz. Sokağından dilenci geçmeyen bir sokak, sokak olamaz, böyle bir din benim dinim olamaz. Geçen gün, tekel işçileri yaptıkları bir mitingde “siz Allah’tan korkmuyor musunuz,” dediler. Hani yaratandan ötürü yaratılanı severdiniz, diyerek eleştiriyi yapıyorlar. Yani din üzerinden dayak yiyorlar.
Bu çalışmalarınız bir örgütlenmeye dönüşüyor mu?
Yaptığımız çalışmalar dilediğimiz şekilde bir örgütlenmeye dönüşmüyor, aslında bunu da tartışmak gerekir. İyi mi olur, kötü mü olur anlamında. Ancak çok verimli bir tartışma başladı. Bu tartışmalar, kamuoyunda önemli bir etki bırakıyor. Ben gelişmelerden çok memnunum. Bu çalışmalar, erken bir örgütlenmeye gitse, her örgütlenme gibi çabuk statükolaşabilir. Ancak bütün toplumsal kesimlerin içine müdahil olarak tartışmayı yönlendirmesi daha iyidir. Örneğin, tekel işçilerinin yanına gittim. Orada başörtülüler ve erkek işçiler, bana geldiler, senin yanında yer alıyoruz dediler. Bence bu daha iyi bir durumu işaret eder. Aslında bu durumun bir vicdan olarak bütün toplumsal kesimleri hizaya koyacak bir akım, düşünce ve fikir olarak toplumda neşvünema bulmasını daha olumlu bulurum.
(Söyleşi: Abdulaziz Tantik / Özgün Duruş)