27-01-2010 12:46

`Şefaat` kavramı ve yanlış peygamber anlayışı

İnsanlar, hesap günü dine davet edilmeyecektir. Amel yapmaları istenmeyecektir. Zaten yapamayacaklardır. O gün insanlar dünyadayken yaptıklarının meyvesini toplayacaklardır. Öyleyse dünya kurtuluş tohumlarının atıldığı, tebliğinin yapıldığı, amelin işlendiği yerdir. Şefaate nail olmak (iman - amel ve kurtuluş ) dünyada gerçekleşiyor. Ahirette sadece sorgu ve sonuç var.

`Şefaat` kavramı ve yanlış peygamber anlayışı

'Şefaat' kavramı çerçevesinde yanlış peygamber anlayışı

Rahman Ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla

Şefaat kavramının iyi anlaşılması için bilinmesi gereken konuların başında Peygamber ve Peygamber anlayışı gelmektedir. Çünkü, Tevhid inancını bozan anlayışların dindarlar tarafından kabul görmesi için dinî bir boyut yüklenmektedir. Vahye müdahale edemeyenler vahiy ve Peygamber anlayışını bozmakta, Peygamberlere ilahlık vererek kendi ilahlık anlayışlarının alt yapısını oluşturmaktadırlar. “Hahamlarını ve rahiplerini Allah’tan ayrı rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih’i de öyle. Oysa kendilerine yalnız tek Tanrı olan Allah’a ibadet etmeleri emredilmişti. O’ndan başka tanrı yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. (Tevbe, 31).

Şirk zihniyeti, Peygamber anlayışını bozarak dini boyut kazanmaktadır. Bir insana ilahlık verirseniz bütün insanlara ilahlık kapısını açmış olursunuz. Allah’ın yetkilerini, gücünü, otoritesini parçalarsınız. Tevhid dininin karşı çıktığı temel noktalardan birisi bu anlayıştır.

Peygamberlere izafe edilen yanlış yakıştırmalar, onların gereği gibi anlaşılmasının önünü kesmiş; ilah-insan, melek-insan karışımı bir varlığı toplum bilincine yerleştirmiştir. Toplum, Peygamberin bizler gibi bir beşer olduğunu kabul edememektedir. İnsanlar onları, Zaloğlu Rüstem gibi veya Yunanlıların Zeus’u gibi yarı tanrı insan şeklinde algılayıp destanlaştırmışlardır. İsa Peygamber’den sonra Roma kültürünün etkisinde olan insanlara tevhid dinini kabullendirmek için, İsa Peygamber’i Yunan tanrılarına benzeterek İsa’nın getirdiği din anlatılmıştır. Yunan putperestliği yarı-insan, yarı-tanrı anlayışı sergilemektedir. İsa Peygamber de yarı-insan, yarı-tanrı yapılarak Yunan kültürünün etkisindeki Roma İmparatorluğundaki insanlara sunulmuştur. İnsanlar İsa’yı ilah Peygamber, Hıristiyanlığı da din olarak kabullenmişler; ancak, Allah’ın istediği İsa ve Din değil. Bir insanın Peygamber seçilmesi onun için en büyük şereftir. İnsanlar buna rağmen tarihi efsanelerle dolu olan toplumların bu anlayışları doğrultusunda Peygamberleri algılamışlardır.

“Zaten kendilerine hidayet geldiği zaman insanları doğru yola gelmekten alıkoyan şey, hep: Allah, bir insanı mı elçi gönderdi? demeleridir.” (İsra, 94).
“Biz onları yemek yemeyen cesetler yapmadık. Onlar ölümsüz de değillerdi.” (Enbiya, 8).

Her toplumun kendi destanı var. İslam öncesi destan kültürlerine göre din anlayışları da şekillenmiştir. Ancak kabullenmemiz gereken şey, Peygamberlerin insanlar arasından Allah tarafından seçilmiş olmasıdır. “De ki: Eğer yeryüzünde uslu uslu yürüyen melekler olsaydı elbette onlara gökten bir meleği elçi gönderirdik.” (İsra, 95).

İnsanlar Peygamberleri insan olarak kabullenmekte zorlanıp, ya reddetme, ya da ilahlaştırma yoluna başvuruyorlar. “Çünkü onlara elçileri, açık deliller getirirlerdi, fakat onlar, ‘Bir insan mı bize yol gösterecek’ deyip inkar ettiler ve yüz çevirdiler. Allah da muhtaç olmadığını gösterdi. Allah zengindir, övülmüştür.” (Teğabün, 6). Tevhid ehli ise Peygamberleri Allah’ın seçtiğini, kendisine vahiy geldiğini, gelen vahyi hayatına aktardığını, vahyi hayatına aktarmada bir örneklik oluşturduğunu, bir beşer olarak ihtiyaçlarının olduğu ve beşer olarak yaşayıp, beşer olarak öldüğünü kabul eder. Peygamberlerin beşer olmasının, onların Peygamberliğine bir zarar vermediğini de bilir.

Her din mensubu kendi liderine övgü amacıyla değişik vasıflar yüklemektedir. Bu semavî olsun, beşerî olsun farketmemektedir. Bu vasıflar dine uygun olabileceği gibi, dine aykırı da olabilmektedir. Dine aykırı olarak bugünkü şiir kitaplarında, romanlarda v.b, kutsanan kişiler için abartılı övgüler bulunmaktadır. Bu övgüler, her namazda okunan Fatiha gibi, her fırsatta tekrarlanmakta; o insanlar Tanrı(!) gibi, ulu, kurtarıcı ve her yerde görünen, kutsal kişiler olarak ilahlaştırılıp övülmektedir. Bu aşırı övgüde her zaman övülenin suçu olmayabilir. Takipçileri bu aşırılığın asıl faili olabilirler. İsa’nın, Üzeyir’in ilahlaştırılmasında peygamberlerin bir suçu yoktu. Takipçiler bazen iyi niyetle, bazen çıkar amaçlı ilahlaştırmada bulunmaktadırlar.

20. yüzyıl insanı bu kadar ilme, bu kadar teknolojiye rağmen bunu yaparsa, geçmiş dönem insanlarının bunu yapmayacağını kim garanti edebilir? Yahudi ve Hristiyanlar’ın dinlerine ve Peygamberlerine bağlılıkları had safhaya varmıştır. Öyle ki son Pey-gamber’in kendi ırklarından olmayışı onları daha da azgınlaştırmıştır. Bu yüzden de kendi Peygamberlerini övme, kutsama, ilahlaştırma noktasına gelmişlerdir. Hatta “Allah’ın oğlu”, “Allah’ın yer-yüzündeki yansıması” diyerek küfre sapmışlardır. Burada amaç Peygamberlerini yüceltmektir. Ancak Allah hiç kimseden Peygamberlerini bu şekilde yüceltmesini istememektedir.

“Rahman çocuk edindi dediler. O yücedir. Hayır (melekler) değerli kullardır.” (Enbiya, 26). “Andol-sun, ‘Allah, ancak Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler elbette kafir olmuşlardır. Halbuki Mesih demişti ki: ‘Ey İsrail oğulları, benim Rabbim ve sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. Zira kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak ki, Allah ona cenneti haram etmiştir ve onun varacağı yer ateştir; zalimlerin yardımcıları yoktur.” (Maide, 72). “Allah üçün üçüncüsüdür diyenler elbette kafir olmuşlardır. Oysa yalnız bir tek Tanrı vardır, başka tanrı yoktur. Bu dediklerinden vazgeçmezlerse elbette onlardan inkar edenlere acı bir azap dokunacaktır.” (Maide, 73) “Yahudiler: ‘Üzeyr, Allah’ın oğludur’ dediler. Hıristiyanlar da ‘Mesih Allah’ın oğludur’ dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. Önceden inkar etmişlerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da çevriliyorlar.” (Tevbe, 30).

Peygamberlerin yerini Allah Kur’an’da göstermiştir. Yukarıdaki ayetlere benzer Kur’an’da bir çok ayet vardır. Son Peygamber’in ümmeti olduğunu söyleyenlerden bir kısmı, “Bu ayetler kitap ehline gelmiştir, bize değil” diyerek, kitap ehlinin düştüğü hataya düşüyorlar. Oysa Allah kitap ehlinin şirkini kabul etmezken son Peygamber’in ümmeti olduğunu söyleyenlerin şirkini mi kabul edecek? Kitap ehlinin son Peygamber’i kabul etmeyişleri, onları kendi Peygamberlerini övme anlayışına yöneltmiştir. Kitap ehlinin düştüğü hataya Müslümanlar da düşmüştür. Süleyman Çelebinin yazdığı Mevlid, kitap ehline, kitap ehlinin mantığıyla cevap vermesidir.

Peygamberler bu şekilde ilahlaştırılsa bile, birer müslüman olarak her Peygamberin Allah tarafından seçildiği, hepsinin küfürle mücadele ettiği, toplumlarının temiz ve seçkin insanları olduklarının bilinmesi gerekir. Öncelik ve sonralık meselesi üstünlük gibi anlaşılmış ve yanlışlar arka arkaya gelmiştir. Birileri “Peygamberimiz son Peygamberdir” diyerek üstün tutmaya yönelmiş, bir başkası da “Adem ilk Peygamberdir, o üstündür” veya Peygamberlere Allah tarafından verilen mucize farklılığı bile Pey-gamber dövüşü yaptırmaya konu olmaktadır,“benim Peygamberim senin Peygamberinden üstündür” şeklinde. Oysa bütün Peygamberler Allah tarafından seçilmiş ve bir birini destekleyici olarak gelmişlerdir. Hepsinin anlattığı din İslam, kaynağı Allah’tır. Pey-gamber dövüştürme mantığı bizim “vasat ümmet” olma anlayışını terk etmemizden kaynaklanmaktadır. Kur’an, bu konuda nasıl hareket edeceğimizi tespit etmesine rağmen, -ezberleyip de anlayamadığımız!- ifadelerinde şöyle der: “Elçi, Rabbinden kendisine indirilene inandı, müminler de hepsi, Allah’a, Melekleri’ne, Kitapları’na ve Peygamberleri’ne inandılar. O’nun elçilerinden hiç birini diğerinden ayırt etmeyiz (dediler) ve dediler ki: İşittik ve itaat ettik. Rabbimiz, bağışlamanı dileriz. Dönüş sanadır.” (Bakara, 285).

Yanlış metodlar yanlış sonuçlar getirmektedir. Pey-gamberler, Kur’an’da yerini bulan ifadelerle tanınmaya gayret edilirse, bu yanlışlıklara düşülmez. İnsanlara Peygamberlerin bizim gibi bir insan ol-duğunu söylememiz, bu toplum tarafından garipsenmektedir. Çünkü insanlara uçan, kaçan, yarı ilah, yarı insan bir Peygamber kabul ettirilmiştir. Pey-gamberlerin birer beşer olması, onların ayrıcalıklı yönlerinin, kendilerine vahyedilmesi ve vahyedilecek temizlikte ve kişilikte olmasına engel değildir. Bu, başta Peygamberimize, sonra da inananlara Allah’ın bir lütfudur. “Dediler: Bu elçiye ne oluyor ki yemek yiyor, çarşılarda geziyor? O’na kendisiyle beraber uyarıcı olarak bir melek indirilmeli değil mi?” (Furkan, 7). “Yahut üstüne bir hazine atılmalı, yahut kendisinin, ürününden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil mi? …” (Furkan, 8).

Maalesef günümüz insanı bile bu müşriklerin yaklaşımıyla olaylara bakmaktadır. Toplum ilahlaşmış bir Peygamber arayışındadır. Bu nedenle, Rasulullah, “Ey kavmim beni, İsrail oğullarının Peygamberlerini ilahlaştırdıkları gibi ilahlaştırmayınız…” demiştir. Ancak rivayetlere bakarsak, ahirette Allah’a ortak bir Peygamber anlayışı görürüz. Haşa, Allah yaratmaya sebep bulamamış da, “Kainatı Peygamber’in yüzü gözü hürmetine yaratmış!” Hiçbir delili olmayan bu uydurmalar toplumun akidesinin temelini oluşturmuştur. Bu anlayış şu ayetin mantığına aykırıdır: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56).

Allah yaratmanın amacını kendisine kulluk edilmesi olarak söylüyor. Yoksa Peygamber’in yüzü-gözü hürmetine yaratmamıştır. Peygamberler Allah’a tâbîdir. Yoksa Allah Peygamberlere tâbî değil.

Peygamberler yer, içer, kızar, sevinir, ticaret yapar vs. Bunlar her insanın sahip olabileceği beşeri özelliklerdir. Peygamberleri diğer insanlardan ayırt eden özelliğin vahyi bir özellik olduğunu bilmeliyiz. Bu özellik de, Allah gibi kutsanma değil, kendisine gelen vahyi yaşama ve tebliğ etme özelliğidir. Yoksa canının istediğine azap etme veya kurtarma yetkisi kendisine verilmemiştir. Peygamber’in çok merhametli olduğunu ifade etmek için sık sık anlatılan bir rivayet vardır: Rasulallah’ın Taif’te gördüğü muameleye çok üzülen Cebrail gelerek, Taif’i iki dağın arasında ezebileceğini teklif eder. Ancak, Peygamber buna razı olmaz.

Ayrıca Peygamber yine bu anlayışa göre, müşriklerin zulmüne rağmen onlara merhamet etmiş, iyiliklerini istemiştir. Bu anlayış şu ayete ne kadar uygun:
“De ki, eğer acele istediğiniz şey benim yanımda olsaydı, elbette benimle sizin aranızdaki iş, şimdi bitirilmişti. Allah zalimleri daha iyi bilir.” (Enam. 58).

Bir düşünün. Müşrikler Peygamber’e ve mü’minlere eziyetlerin en büyüğünü yapıyorlar, katlediyorlar, hakaret ediyorlar, zulmediyorlar, ambargo uygulu-yorlar; Peygamber ve müminler hicret etmek zorun-da kalıyorlar. Böyle bir anda “hoşgörü göstermek” mümkün mü?

Bu rivayetler “Müminleri bırakıp, kafirleri dost edinen” zihniyetin bir anlayışıdır. İcat ettikleri “hoşgörü dinini” ayakta tutabilecekleri delillere ihtiyaçları var.

Peygamberlere ilahi özelliklerin verilmesi, onların misyonlarının yanlış anlaşılmasına sebep olmuştur. İnsanlar, kendilerine gelen vahyi bırakarak başka yol tutmuşlardır. Helaller ve haramlar yer değiştirmiştir.

İnsanlar, “Ey inananlar, Allah’a itaat edin, Elçiye ve sizden olan buyruk sahibine itaat edin” (Nisa, 59) anlayışını yanlış anlayarak, Peygamberi de teşri hakkına sahip olarak görmüşlerdir. Rasule ve ulul-emre itaatin bir ölçüsü olmalıdır. Allah’a itaat eder gibi itaat olmaz. Rasûle itaat etmek, Allah’ın ken-disine indirdiği vahye tabii olmak demektir. Tıpkı kitaba yönelmenin Allah’a yönelmek olduğu gibi. “Elçi, Rabbi’nden kendisine indirilene inandı, mü’minler de. Hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve Pey-gamberlerine inandı. O’nun elçilerinden hiçbirini diğerinden ayırt et meyiz dediler. Ve dediler ki ‘işittik, itaat ettik! Rabbi’miz bizi bağışlamanı dileriz. Dönüşümüz sanadır!” (Bakara, 285).

Bunun dışında Peygamberler kendilerine el etek öptürme, esas duruşta durma, ve benzerlerini istememişlerdir. Günümüz hoca efendileri cemaatlerinden böyle isteyip bunu da Peygamber’e ve sünnete dayandırmaktadırlar. Bir çok ayette saha-benin Peygamber’e karşı, önerisi, isteği, itirazı olduğu görülmektedir. Günümüzde hangi cemaatin üstadına bunları yapabilirsiniz?

Sünnet vahyin uygulama şeklidir. Yoksa Peygamber’in şahsi uygulamaları değildir. Hiçbir sünnet ve hadis vahye aykırı olamaz. Peygamber’den vahye rağmen söz ve fiil sadır olmaz. Olursa Allah onu uyarır. Bu da hatadır, kasdî değildir. Peygamber adına söylenen tüm söz ve fiilleri Kur’an süzgecinden geçirmek gerekir ki, Kur’an’a uygunluğunu tespit ederek, Peygamber’in gerçek fiil ve sözlerini ortaya çıkartmış olalım ve Peygamber adına söylenen her uydurmayı kabul etmeyelim.

Peygamber’i yanlış tanımak, O’nun görevini yanlış algılamaya sebep olmuştur. Dünya’da insanları bilgilendiren, ahirette kurtuluş yolarını anlatan, şirke savaş açan bir Peygamber yerine, ahiretin koruyucusu, sahibi, yetkilisi yapmışlardır. Din gününün ortağı etmişlerdir. Halbuki böyle yapmakla Allah’a eş koşmuşlardır. Tabi bunlar direkt söylenen sözler değil, konuştukça, örnekler verildikçe ortaya çıkıyor. “Peygamber din gününün sahibidir ve Allah’a ortaktır” denmiyor. Ancak verilen örnekler, anlatılan olaylar ve inanış şekli bu durumu ortaya getiriyor. İnsanlar bunun bilincinde değiller. Kendilerini uyaran insanları da olayın ciddiyetini kavramadan Peygamber düşmanı ilan ediyorlar. “Biz elçileri sadece müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kim inanır ve uslanırsa onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyecektir.” (En’am, 48).“De ki, ben size, Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum. Gaybı da bilmem, size ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyarım. De ki: Körle, gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz? (En’am, 50).

Mü’min, Peygamber de olsa, diğer insanlar da olsa, ibadetinde Allah’a hiç kimseyi ortak koşmayandır. “De ki: Ben de sizin gibi bir insanım; Tanrınızın bir tek Tanrı olduğu bana vahyolunuyor. Kim Rabbi’ne kavuşmayı arzu ediyorsa iyi iş yapsın ve Rabbi’ne ibadete hiç kimseyi ortak koşmasın.” (Kehf, 110).

Şu anda ölmüş bulunan Peygamberleri kaldırıp, kiminin rüyasına, kiminin meclisine uğratarak kişi ve cemaatleri kutsamada kullanılan anlayışların, ancak Kur’anî bakış açısıyla yanlışlarını ortaya ko-yabiliriz. “Senden önce de hiçbir insana ölümsüzlük vermedik. Sen öleceksin de onlar temelli mi kalacaklar?” (Enbiya, 34). “Her nefis, ölümü tadacaktır. Biz sizi sınamak için şerre de hayra da müptela kılıyoruz. Ve bize döndü-rüleceksiniz.” (Enbiya, 35). Yukarıdaki ayetleri okuduktan sonra hiçbir mümin kalkıp ta Peygamberlerin ölmediğini, şehitlerin savaşlara katıldığını ve benzeri anlayışları savunamaz. Aksi taktirde, Hristiyanlar’ın “İsa ölmedi, yaşıyor” inancıyla aynı duruma gelinir. “Senden önce hiçbir Peygamber göndermedik ki ona: Benden başka tanrı yoktur, bana kulluk edin! diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiya, 25). Bu konularla ilgili Kur’an’da birçok ayet vardır.

Şefaat kelimesi, dünyaya yönelik ve insanların kurtuluşuna vesile olmak, onlara dini götürerek bilinçlendirmek, tek olan Allah’a kulluk yapması gerektiğini ve bu kulluğun nasıl yapılacağını gösteren vahiyle tanıştırmak. Bu vahyi alan ve uygulayan Peygambere tabii olunması gerektiğini anlatmak ve insanların mümin olmalarına yardımcı olmaktır. Bu anlayış, dünyada iyi şefaatte bulunmaktır. İnsanların şirke girmesine yardımcı olmak, onları bir olan Allah’tan uzaklaştırmak veya Allah inancına şirk bulaştırmaya çalışmak da kötü şefaat olarak adlandırılır. Bunlar dünyadayken olanlardır. Şeytan ve dostları Allah yolundan insanları alıkoymaya çalıştıkları için onlar da dünyadayken kötü bir şefaat etmeye örnektir. “Kim güzel bir işe destek olursa, onun da o işten bir payı vardır. Kim kötü bir işe destek olursa, onun da o işten payı olur. Allah her şeyi gözetip karşılığını verendir.” (Nisa, 85). Allah’ın insanlara doğru yolu göstermek için vahyetmesi dünyadayken bir şefaat’tir.

Allah katında nice melek olmasına rağmen Allah’ın Cebrail’i Vahiy meleği seçip insanlığın kurtuluşu olan vahiyleri Cebrail’in Allah’ın izniyle getirmesi, insanlık için dünyadayken bir şefaattir. Yahudilerin Cebrail’e düşman olmaları bundandır. Yani vahyi kendilerinden birine getirmedi diye. Oysa Peygamberleri seçen Allah’tır.

Peygamberlerin insanlara dini anlatması ve insanların kurtuluşuna vesile olması müminler için bir şefaattir.Kur’an da, insanlara vahyi okuyup yaşama noktasında bir şefaatçidir. Müminlerin de bir bir-lerine dini anlatması ve onların iman etmelerine, imanlarının artmasına neden olmaları dünyadayken bir şefaattir. “İçlerinden bir adama: ‘İnsanları uyar ve inananlara, Rab’leri katında kendileri için bir doğruluk kademesi bulunduğunu müjdele!’ diye vahyetmemiz, insanlara tuhaf mı geldi? Kafirler: ‘Bu apaçık bir büyücüdür’ dediler.” (Yunus, 2).

İnsanlar, hesap günü dine davet edilmeyecektir. Amel yapmaları istenmeyecektir. Zaten yapamayacaklardır. O gün insanlar dünyadayken yaptıklarının meyvesini toplayacaklardır. Öyleyse dünya kurtuluş tohumlarının atıldığı, tebliğinin yapıldığı, amelin işlendiği yerdir. Şefaate nail olmak (iman - amel ve kurtuluş ) dünyada gerçekleşiyor. Ahirette sadece sorgu ve sonuç var.

“Bacaktan açılacağı ve secdeye davet edilecekleri gün secde edemezler.” ( Kalem, 42). “Gözleri düşük olarak yüzlerini bir zillet kaplar. Onlar sağlam iken de secdeye davet edilirlerdi.” (Kalem,43). Peygam-berlere itaat, onlara tapınmak değildir. Peygamberlere itaat Peygamberlerin Peygamberliğini kabul etmek ve onlara gelen vahye uymaktır. “Senden önce hiçbir Peygamber göndermedik ki ona: Benden başka tanrı yoktur, bana kulluk edin! diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiya, 25). “Hiçbir insana yakışmaz ki Allah ona Kitap, hüküm ve Peygamberlik versin de, sonra o insanlara: ‘Allah’ı bırakıp bana kullar olun’ desin; fakat: ‘Öğrettiğiniz kitap ve okuduğunuz şeyler gereğince Rabba halis kullar olun!’ der.” (Al-i İmran, 79) ‘Ve size: ‘Melekleri ve Peygamberleri tanrılar edinin’ diye de emretmez. Siz Müslüman olduktan sonra, size inkarı emreder mi?” (Al-i İmran, 80). “De ki: Rabbim, bağışla, acı, sen acıyanların en hayırlısın.” (Müminun, 118).

Allah hesap gününde şefaati yasaklamıştır. Hesap gününde şefaat olacağını ileri sürenler genelde Kitap ehli, özellikle Yahudilerdir. Allah bunu değişik ifadelerle reddeder ve şefaatin olmadığını söyler. Dini hayata geçirmeyen insanlar, İman anlayışı ve ameli yeterli olsun veya olmasın, sözde bir Peygamber’e inanmak veya bir cemaat liderine tabi olmakla, cenneti garanti edeceklerini zannederler. Bu anlayış, dünyada sözde Allah’ı, Peygamberi, vahyi kabul eder. Ancak ona göre, hayata geçirme, yaşama o kadar önemli değildir. Bunlar, Peygamberleri öldürebilen, günah işleyebilen, Allah’la pa-zarlık yapabilen bir anlayışı savunurlar. Dünyada yiyip-içen keyfine göre yaşayan, hesap gününde, tabî olduğu Peygamber, şeyh, veli vb. gelip kolundan tutup cennete götürdüğü bir anlayış... Beleş bir din, beleş bir cennet.

Dünyada yetkileri Allah’tan aldığını dolaylı yoldan söyleyenler hesap gününde de hesabı Allah’a bırakmaz kendileri hallederler. Allah bu anlayışı kabul etmiyor. “Ceza gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin? Ve yine ceza gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin? O, kimsenin kimseye yardım edemeyeceği bir gündür! O gün buyruk, yalnız Allah’ın dır. (İnfitar, 17-19) “Dost dostun halini sormaz.” (Hakka, 10). “İşte o gün kişi kaçar: Kardeşinden, anasından, babasından. Eşinden ve oğullarından. O gün onlardan her kişinin, kendisine yeter derecede işi vardır.” (Abese, 34-37) “O gün varılıp durulacak yer ancak Rabbi’nin huzurudur.” (Kıyamet, 12).

Allah hesap günü bütün insanları Peygamberler dahil, hesaba çekeceğini ve hesaba çekecek olanın da kendisi olduğunu söylüyor. “Ve öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse, kimsenin cezasını çekmez; Kimseden şefaat de kabul edilmez; kimseden fidye de alınmaz ve onlara hiçbir yardım yapılmaz.”(Bakara, 48) “Ey İsrail oğulları, size verdiğim nimeti ve sizi alemlere üstün kılmış ol-duğumu hatırlayın.” (Bakara, 122) “Ve şu günden sakının ki, kimse kimsenin cezasını çekmez, kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda vermez, bir taraftan yardım da görmezler.” (Bakara, 123).

Allah ehli kitabın hesap günündeki şefaat anlayışına yanlış derken, Müslümanları da aynı yanlışa düşmemeleri için uyarmaktadır. “Ey inananlar, ne alış verişin, ne dostluğun ve ne de şefaatin olmadığı gün gelmezden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın. Kafirler, zalimlerin ta kendileridir.” (Bakara, 254).

Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi bu anlayışı Allah zalimlik (hakla batılı bir birine karıştırmak) ve kafirlikle suçlamaktadır. Bu konuyla ilgili Kur’an’dan diğer ayetlere de bakılabilir “Senden önce hiçbir insana ebedi yaşama vermedik. Şimdi sen ölürsen onlar ebedi mi kalacaklar?” (Enbiya, 34) “Her nefis ölümü tadacaktır. Biz sizi sınamak için şerre de hayra da müptela kılıyoruz. Ve bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya, 35).

İbrahim Peygamber’in babası bu konuda bir örnektir. İbrahim Peygamber toplumu ile birlikte babasını da dine davet ediyor. “Kitap’ta İbrahim’i de an; gerçekten o çok doğru bir Peygamberdi.” (Meryem, 41). “Babasına demişti ki: Babacığım, işitmeyen görmeyen ve sana hiçbir yararı olmayan şeylere niçin tapıyorsun?” (Meryem,42). “Babacığım, bana, sana gelmeyen bir bilgi geldi; bana uy, seni düzgün bir yola ileteyim.” (Meryem,43). “Babacığım şeytana tapma, çünkü şeytan, Rahman’a isyan etmiştir.” (Meryem, 44). “Babacığım, ben sana Rahman’dan bir azabın dokunmasından korkuyorum. O zaman, şeytanın dostu olursun.” (Meryem, 45). Babasının İbrahim Peygambere karşı tavrı olumsuz oluyor. (Babası): “Ey İbrahim, dedi, sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Vazgeçmezsen, andolsun seni taşlarım. Uzun süre benden ayrıl, git!” (Meryem, 46).

İbrahim Peygamber babasını razı etmeyip Rabbi’ni razı etme yolunu tutuyor ve: 1- Mağfireti Rabbinden diliyor. 2- Yalnızca Rabbi’ne yalvarıyor. (İbrahim): “Selam sana, dedi, senin için Rabbim’den mağfiret dileyeceğim. Doğrusu O, bana çok lütufkardır.” (Meryem, 47).

“Sizden de, Allah’tan başka yalvardıklarınızdan da ayrılıyor ve yalnız Rabbim’e yalvarıyorum. Umarım ki Rabbim’e yalvarmakla bahtsız olmam.”

İbrahim Peygamber babasına söz verdiği için Allah’tan babasının da bağışlanmasını istiyor. “…Senin için mağfiret dileyeceğim, fakat Allah’tan gelecek hiçbir şeyi senden savamam…” (Mümtehine,4). “Babamı da bağışla. Çünkü o, sapıklardandır.” (Şuara,86). “Diriltilecekleri gün, beni utandırma.” (Şuara, 87). “Rabbimiz, hesabın görüleceği gün beni, anamı-babamı ve müminleri bağışla!” (İbrahim, 41).

İbrahim Peygamber babasına söz verdiği için babasının da bağışlanmasını istiyor. Peygamberler ve insanlar sevdiklerinin bağışlanmasını isteyebilirler. İstemek ayrı, kabul olunması ayrıdır.

Duayı yapan Peygamberler de olsa, her duanın kabul edilmeyeceğini, aşağıdaki ayette görüyoruz. Allah’ın İbrahim Peygamberin duasına karşı cevabı: “Zalimlerin yaptığından Allah’ı gafil sanma, O, sadece onları, gözlerin dehşetten donup kalacağı bir güne erteliyor.” (İbrahim, 42).

Deniyorsa ki: Hesap gününde, günahkar ve cehennemlik olmuş müslümanların affedilmeleri için Allah birilerine izin verecektir. Bunu iddia edenlerin, Allah’ın birilerine böyle bir izin verdiğine veya vereceğine dair bir delilleri varsa, sunmaları gerekir. Çünkü bu durumda, tövbeleri kabul eden kim? Allah bunların affedilmesini istiyorsa neden kendi affetmiyor da, birilerine siz affedin diyor. Bunu iddia edenlerin, Tövbe konusunu ve af konusunu araştırmaları gerekir. Aşağıdaki ayetler bu konulara ışık tutuyor.

“Tövbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, (Allah’ın rızasını aramak için) seyahat edenler, iyiliği emredip kötülükten men edenler ve Allah’ın sınırlarını koruyanlar… İşte o müminleri müjdele.” (Tevbe, 112). “Akraba bile olsalar, CEHENNEM HALKI OLDUKLARI BELLİ OLDUKTAN SONRA ortak koşanlar için mağfiret dilemek; ne Peygamberin, ne de inananların yapacağı bir iş değildir.” (Tövbe, 113).

Cehennem halkı belli olduktan sonra Allah kendi affetmeyip de insanlardan bir kısmına affetme yetkisi verecek mantığı yukarıdaki ayetlere aykırı değil mi? “İbrahim’in babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği bir sözden ötürü idi. Fakat onun, bir Allah düşmanı olduğu, kendisine belli olunca ondan uzak durdu. Gerçekten İbrahim, çok içli ve yumuşak huylu idi.” (Tövbe, 114). İbrahim Peygamberle ilgili yukarıdaki örnek, Nuh Peygamber’in oğlu, Lut Peygamber’in eşi gibi bütün durumları kapsar.

Şefaat konusunu savunanlar, aşağıdaki sorunun da cevabını vermek zorundadırlar. Allah’tan başkasının affetmesi Allah’tan başkalarına da yalvarma kapısını açmaz mı? “Mescidler, Allah’a mahsustur. Allah ile beraber hiç kimseye yalvarmayın.” (Cin, 18). “Ve onlar bir kötülük yaptıkları, ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayarak hemen günah-larının bağışlanmasını dilerler. GÜNAHLARI ALLAH’TAN BAŞKA KİM BAĞIŞLAYABİLİR? Ve onlar, yaptıklarında bile bile, ısrar etmezler.” (Ali İmran, 135). “Bilmediler mi ki, kullarından tövbeyi kabul eden, sadakaları alan Allah’tır. Ve Allah, tövbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir.” (Tevbe, 104).

Allah Kur’an’da Cennete kimlerin girebileceğini veya giremeyeceğini, Cennetin bedelinin ne olduğunu bir çok ayette belirtmektedir. Bunlardan bazıları şunlardır: 1-İman etmek, 2-Canını Allah yolunda feda etmek ve malından harcamak. 3- Allah yolunda savaşmak. 4- Tövbe etmek, 5- İbadet etmek. 6- Hamdetmek. 7- (Allah’ın rızasını aramak için) seyahat etmek. 8- Rüku etmek. 9- Secde etmek. 10- İyiliği emredip kötülükten menetmek. 11- Allah’ın sınırlarını korumak. Bununla ilgili şu ayetler bile yeterlidir. “Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır. Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu Allah’ın, Tevrat’ta İncil’de ve Kur’an’da üstlendiği gerçek bir sözdür. Kim Allah’tan daha çok sözünde durabilir? O halde O’nunla yaptığınız bu alış verişinizden ötürü sevinin. Gerçekten bu, büyük başarıdır. (Tevbe, 111). “Tövbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, (Allah’ın rızasını aramak için) seyahat edenler, rüku edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten menedenler ve Allah’ın sınırlarını koruyanlar.. İşte o müminleri müjdele.” (Tevbe, 112) “Akraba bile olsalar, cehennem halkı oldukları belli olduktan sonra ortak koşanlar için mağfiret dilemek ne Peygamberin, ne de inananların yapacağı bir iş değildir.” (Tevbe, 113) .

Cennetliklerin diğer özellikleri Mearic, Suresinin 22 den 35 e kadar olan ayetlerinde sayılmaktadır. Allah’ın dilemesi kavramı, Allah’ın kimseye hesap vermeyeceği ve son söz sahibinin kendisinin olduğunu belirtmek için Kur’an’da sık sık geçer. Allah dilerse Firavun’u da, Şeytan’ı da ve hatta mümin-kafir ayırmadan tüm insanları da cennete alır; karar mercii Allah’ tır. Ancak, Allah kendi kitabında, insanlara rehber gönderdiği Kitap’ta neleri dileyip, neleri dilemediğini, neyi nasıl yapacağını bize bilgi olarak sunmaktadır. Ve Allah kendisini, sözünde duran, adaletli v.b. olarak tanıtmaktadır. Ölçüyü koyan, kendi ölçüsüne uyacağını da belirtmektedir.

Allah, müminlerin büyük günahlardan sakınacağını ve küçük hatalarını da kendisinin affedeceğini belirtmektedir. Büyük günahların neler olduğu Kur’an’ın bir çok ayetinde belirtilmektedir. “Onlar ki günahın büyüklerinden ve çirkin işlerden kaçınırlar, yalnız bazı küçük hatalar işleyebilirler. Şüphesiz Rabbi’nin affı geniştir. O sizi daha iyi bilir: Gerek arzdan inşa ettiği, gerek annelerinizin karınlarında bulunduğunuz zaman biçim verdiği sırada, artık kendinizi övüp yüceltmeyin. Çünkü O, korunanı daha iyi bilir.” (Necm, 32).

Başka bir ayette Allah müminlerin bir kısım kötülüklerini affedeceğini Salih amelleri de kabul edeceğini bildirmektedir. İnsanların hatalarını, günahlarını affeden Allah’tır. Hatasız insan olma-yacağına göre, affeden de Allah olacaktır. Ancak hata ve günah işleyenin Allah’tan af dilemesi ve Tövbe etmesi gerekir. “Onlar öyle kişilerdir ki, yaptıklarının en iyisini onlardan kabul ederiz ve onların kötülüklerinden geçeriz, onlar cennet halkı arasındadırlar. Bu kendilerine söylenen doğru sözdür.” (Ahkaf, 16).

Yanlış şefaat anlayışı Müslümanların dinlerini yaşamada gevşeklik göstermelerine neden olmaktadır. Allah’ın affedici özelliğini yanlış kullanmak şeytanın özelliğidir. Şeytan insanların düşmanı ve insanları Allah yolundan saptırmak için uğraşmaktadır. “Ey insanlar, Allah’ın va’di gerçektir; sakın dünya hayatı sizi aldatmasın, o aldatıcı, sizi Allah ile aldatmasın.” (Fatır, 5). “Hiçbir günahkar başkasının günahını çekmez. Eğer yükü ağır gelen kimse onu taşımak için (başkalarını çağırsa) onun yükünden hiçbir şey taşınmaz; akrabası dahi olsa. Sen ancak görmeden Rableri’nden korkanları ve namazı kılanları uyarırsın. Manen arınıp yücelen, kendi yararına arınmış olur. Dönüş Allaha’dır.” (Fatır, 18).

Müminlerin Fatiha suresi üzerinde özellikle durmaları, anlamaları gereken konular vardır Bunlardan bir tanesi de “DİN GÜNÜ VE SAHİBİ” kavramıdır. Ahirette şefaatin olacağını iddia edenlerin şu sorulara cevap vermeleri gerekmez mi? 1- Allah’ın böyle bir ayeti var mı? 2- Allah kimlere şefaat yetkisi verdiğini belirtmiş mi? 3- Böyle bir yetki Allah’tan başkalarına yalvarma kapısını açmaz mı? 5- Bu inanış kişiyi şirke götürmez mi? 4- Din gününün sahibi kimdir? 5- Allah niçin kendisi affetmiyor da birilerinin affetmesine ihtiyaç duyuyor?! 6- Mekke müşriklerinin, Yahudilerin ve Hıristiyanların da iddiaları buna benzemez mi? 7-Allah bunların anlayışlarına yanlış derken, Tevhid Dini’nin temeli olan Kur’an’da, temsilcisi olan son Peygamberine ve Müslümanlara bu yanlış anlayışlara izin verecek öyle mi?!!!. 8- Bu anlayış Allah’ın sıfatlarına aykırı değil mi? “Onlar için ister af dile, ister dileme, Onlar için yetmiş defa af dilesen, yine Allah onları affetmez. Böyledir, çünkü onlar Allah’ı ve Elçisini tanımadılar; Allah, yoldan çıkan kavmi yola iletmez.” (Tevbe, 80)

Kuranı okuyanlar için, beş vakit namazda okuduğumuz Fatiha suresi Kur’an’ın başına boşuna konmamıştır. Fatihadaki Allahın sıfatları ve Müminlerin duaları Tevhidin temelini oluşturmaktadır. Fatiha suresini tekrar tekrar okumalı ve düşün-melidir.

“RAHMAN VE RAHİM ALLAHIN ADIYLA”

“Alemlerin Rabbi Allah’a Hamd olsun.

Rahmandır. Rahimdir.

DİN GÜNÜNÜN SAHİBİDİR.

Ancak sana kulluk eder, ancak senden yardım isteriz!.

Bizi doğru yola ilet.

Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Kendilerine gazap edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil.”

(Abdurrahman Gümüş / İktibas Dergisi - Sayı 313)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !