`Sisteme karşı tevhidi tutum, akidevi bir zorunluluk`
Hamza Er, tağuti sisteme karşı tevhidi duruş sahibi olmanın itikadi bir zorunluluk olduğunu ve bu gerçeğin tüm Peygamberlerin mücadelelerinde müşahede edildiğini ve Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed`in (s) siretinin de temel esaslarından olduğunu ifade etti.
Kur'an Nesli Kültür Merkezi'nin "Alternatif Eğitim Dersleri'nde konuk "Siret Açısından Sistam İçi İlişkiler" konusuyla Hamza Er'di. Er, tağuti sisteme karşı tevhidi duruş sahibi olmanın itikadi bir zorunluluk olduğunu ve bu gerçeğin tüm Peygamberlerin mücadelelerinde müşahede edildiğini ve Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'in (s) siretinin de temel esaslarından olduğunu ifade etti.
Hamza Er, sunumunda şu konulara değindi:
"Tarihten geleceğe uzanan bir zaman ve yeryüzünün bütününü kapsayan bir mekan boyutları içinde sürdürülecek bu mücadelede, Müslümanların öncelikli hedefi, bulundukları coğrafyada otoriteyi elinde bulunduran egemen şirk sistemidir.
Sisteme yaklaşım, sisteme karşı tavır ve en genel manasıyla sistemle ilişkiler sorunu, islami mücadele iddiasındaki bir hareketin kimliğini ve meşruiyetini belirleyen asıl alandır.
Sistemi tanımamız ve tanımlamamamız gerekir:
Yaşadığımız topraklarda egemen olan sistemi nereye oturttuğumuz ve ona karşı tavrımızın ne olması gerektiğini belirlerken önce mevcut şirk sisteminin temel niteliklerinin ne olduğunun, hangi zeminde oluştuğu ve hangi yöntemle kurumlaştığının ve nasıl bir işleyiş mekanizmasına sahip bulunduğunun kısaca ortaya konulması gerekir.
Bundan daha önce de sistem kavramıyla neyin kastedildiği ve bu kavrama ilişkin olarak yapılan tanımın neleri kapsadığı genel çerçevesiyle ortaya konulmalıdır.
Sistem tanımı:
Mevcut egemen devlet, düzen, rejim, iktidar vb. şeklinde tanımlanan, toplum üzerinde bir işleyiş mekanizmasına sahip, çeşitli yapı ve organlardan müteşekkil otorite ve bu otoriteyi kullanan iktidar olgusu kastedilmektedir.
Sistemin teme nitelikleri:
•Tağuti bir kimliğe sahiptir.
Yeryüzünde adaletin ve barışın ikamesi için insanlara bir yol gösterici olarak indirilmiş bulunan ve sadece insanların içsel hayatlarında değil, siyasi, ekonomik, kültürel, askeri vb. tüm toplumsal alanlarda temel ölçü (düzenleyici), tek hükmedici olması gereken Allah’ın dinini, Laiklik adına insanların vicdanlarına ve kısmen de bir takım ibadethanelere hapseden bu sistem, Allah’ın iradesine bir karşı koyuşu ve ULUHİYETİN reddini temsil etmektedir.
•Zalim ve baskıcı bir kimliğe sahiptir.
Daha kuruluş aşamasından itibaren sistemi kendi çıkarlarına azami ölçüde hizmet edecek bir tarzda örgütleyen egemen çevreler, kendi lehlerine ve geniş yığınların aleyhine bir iktidar mekanizması oluşturmuşlardır.
Halk iradesi, egemenliğin millete ait olması, cumhuriyet, demokrasi vb. kavramlar, temelde korkuya ve zora dayanarak devam ettirilmeye çalışılan sistemin zalim ve baskıcı işleyişini gizlemeye matuf, içeriklerinden boşaltılmış ve bir sürü şarta bağlanarak iğdiş edilmiş kavramlar olmaktan başka bir anlam taşımamaktadırlar.
•İşbirlikçi bir kimliğe sahiptir.
Oligarşik nitelikli, dar bir kesimin çıkarlarına hizmet eden ve sınıfsal karakteri ağır basan bir işleyişe sahip mevcut sistemin bir diğer vasfı da işbirlikçilik yönüdür.
Bağlı emperyalist güçler karşısında boyun eğen, zaten varlığını da büyük ölçüde emperyalist odaklara borçlu olan, son tahlilde batılı emperyalistlerin gönüllü jandarmalığı rolünü benimsemiş bir tarzda şekillenmiş sistem açık bir şekilde işbirlikçidir.
Sonuç olarak tağuti kimlikli, zalim ve baskıcı bir işleyişe sahip, emperyalizmin işbirlikçisi bu sistem, İslam’ın ve Müslümanların azılı bir düşmanı olarak karşımıza çıkmaktadır. Hatta sadece İslam’a değil, genel anlamda insana ve insanlığa da, onurlu ve özgür bir geleceğe de bütünüyle “düşman” bir nitelik arzetmektedir.
Sisteme karşı tavrımız:
Müslümanların sisteme ilişkin tavırlarının nasıl olması gerektiği, her şeyden önce akidevi bir sorundur. Bu düzlemde ele alınması gerekmektedir.
Küfrü ve şirki temsil eden egemen sistemi reddetmek, Allah’a imanın ve “La ilahe” şiarının bir şartı, bir gerekliliği olarak düşünülmeli ve laik, kapitalist, batıcı sisteme karşı tavır, iman-amel bütünlüğünün bir yansıması olarak algılanmalıdır.
Müslümanlar küfrü ve zulmü temsil eden sisteme karşı bütüncül bir tavır geliştirerek, sistemin şu ya da bu kurumunu, şu ya da bu politikasını değil, bütününü red tavrı içinde olmalı ve bütününü tasfiyeye yönelmelidir.
Bu elbette hiçbir ayrım ve öncelik gözetmeksizin, sisteme ait her türlü simge, kurum ve düzenlemelere şuursuz bir karşı koyuş değildir.
Kaçınmamız gereken ideolojik ve kurumsal düzeyde uzlaşma tavrıdır. Yoksa sisteme karşı tavır, toplumsal ilişkiler ve mücadele alanlarından soyutlanmak ve dışına çıkmak olarak algılanamaz. Aslolan sistemin mantığına ve onu ayakta tutan temel mekanizmaya karşı bilinçli, programlı ve örgütlü bir tarzda tavır almaktır.
Bu tavır alış reformcu, uzlaşmacı eğilimlerin de reddi ve devrimci bir yaklaşımın benimsenmesi anlamına gelmektedir.
Hz. Adem’den Hz. Muhammed'e kadar yüce Allah tarafından seçilmiş, görevlendirilmiş bütün peygamberlerin, Nebilerin, Resullerin davasının ortak ismi olan Tevhid davası, Tevhid mücadelesi, Peygamberlerin varisleri olan alimlerin, İslam davetçilerinin, Allah'a karşı kulluk sorumluluğunun farkında olan tüm müminlerin vazifesidir.
Yaratılış gayemiz olan bu önemli ibadete bağlılığımız, yani bu dinin egemenliği için mücadele etme kararlılığı, her daim dile getirilmesi gereken, diri tutulması gereken bir vecibedir.
Dini Allah Ait Kılmak Ortak Bir Amaçtır, Hedeftir
Peygamberler ifsad olmuş, bozulmuş toplumlara gönderilmiştir. Tarih boyunca Rabbimiz tarafından görevlendirilmiş bu Elçiler, yeryüzünde çeşitli İslami mücadele örnekleri sergilemiştir. Ancak yüce Allah, Kur’an’da ismi beyan edilen ve edilmeyen her peygamberi ortak bir vazife ile memur kıldığını bildirmektedir. Bu vazife tağutun reddedilmesi ve kulluğun sadece Allah’a yapılması davetidir.
“Andolsun, biz her ümmete: "Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının" (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün.” (16/Nahl 36)
Allah’ın elçileri, insanlar üzerinde tahakküm kurmuş, Rablik taslayan, onları kendi heva ve arzularına göre ortaya koydukları değerlere itaat etmeye zorlayan egemenlere karşı ses çıkarmak, kıyam etmek, onların karşısında durmak için gönderilmiştir. Hem o idarecilere, hem de o idarecilere isteyerek veya istemeyerek teslim olmuş, itaat etmiş halka, “yegane Rabbiniz llah“Senden önce hiç bir elçi göndermedik ki, ona şunu vahyetmiş olmayalım: "Benden başka ilah yoktur, öyleyse bana ibadet edin." (21/Enbiya 25)
Yüce Allah, Peygamberlerini ve takipçileri olan tüm muvahhidleri, bu amacın gerçekleşebilmesi için cihad etmekle mükellef kılmıştır. Bizden, Fitne kalkıp din yalnız Allah’ın oluncaya kadar mücahede içerisinde bulunmamız istenmektedir. İnsanoğlunun hayatlarını, düşüncelerini, konumlarını, sistemlerini, değerlerini, ölçülerini, ibadetlerini, kısaca herşeylerini sadece ve sadece Allah’a dayandırmasına dek kutsal bir mücadele içerinde olmak gerekmektedir.
Bu görev, yüce Allah’ın, kendine iman etmiş kulları üzerindeki emridir, Hakkıdır.
“(Yeryüzünde) Fitne kalmayıncaya ve din (yalnız) Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur.” (2/Bakara 193)
Bu aynı zamanda hayırlı ümmet sınıfına dahil olmak, hüsrandan kurtulup kurtuluşa erenlerden olabilmek için de sürdürülmesi gereken bir çabadır.
Hep Tevhid'e çağırıldığı gibi, çağrı tarzı (metod) da niteliğinde bir değişiklik olmadan ayniyetini koruya gelmiştir.
İşte bu noktada hemen şu soru gündeme gelmektedir : “ALLAH’ın dinini hakim kılmak adına yola çıkanlar nasıl bir yöntem izleyecekler, hangi adımları takip edecekler?”
Rabbani – Nebevi Yöntemin Temel Özellikleri :
1- Yöntemin Kaynağı Yüce Allah’tır ve Mücadele Onun Gözetim ve Kontrolündedir
Amacı, hedefi, İlahi, Rahmani, Rabbani olan bu dinin yöntemi de, İlahi’dir, Rahmani’dir ve Rabbani’dir. Allah tarafından sınırları çizilmiştir.
Allah’ın elçileri ve onlardan sonra bu görevi devam ettirecek olan İslam davetçileri takip edecekleri yöntem konusunda muhayyer bırakılmamışlardır.
“Alemlerin Rabbinden indirmedir. Eğer (Muhammed) bizim hakkımızda sözler uydurmuş olsaydı. Onun gücünü kuvvetini alırdık. Sonra onun şah damarını elbette keserdik. Sizden hiç kimse de buna engel olamazdı.” (69/Hakka 43-47)
Yüce Allah’dan aldığı mesajı olduğu gibi bildiren ve öğreten Peygamberimizin vahyin çizdiği alan dışına çıkması asla söz konusu değildir. Bu davet yöntemi içinde geçerlidir. Yöntem, egemen kılmakla yükümlü olduğumuz dinin değerlerine asla muhalif olamaz.
Tevhidi anlayışı yıkan, ona zarar veren, dinin bütünlüğünü parçalayan bir yaklaşımla hareket etmekle beraber dinin egemenliğinden söz etmek büyük bir garabet olur. Çünkü, İlahi olan, Kutsal olan bir hedefe batıl araçlarla gidilemez.
Kur’an’da Peygamberlerin yüce Allah’ın gözetiminde olduklarına dair önemli örnekler mevcuttur.
Bedir savaşı sonrasında esirleri fidye karşılığı serbest bırakma tercihinde bulunan Allah Rasulü(s.a.v.) uyarılmış ve ikaz edilmiştir.
“Bir Peygamberin, dünyada zafer kazanıp küfrü zelil kılmadıkça, esirler edinip onları fidye karşılığında serbest bırakması uygun düşmez.Siz dünya metâını istiyorsunuz. Allah ise âhireti kazanmanızı istiyor. Allah azizdir, hakîmdir (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir).” (8/Enfal 67)
Bir diğer örneği Abese suresine baktığımızda görmekteyiz.
Fakir ve âma bir adam olan ibni Ümmü Mektum Hz. Peygamberin yanına gelmişti. Bu arada Peygamber Kureyş'in ileri gelenlerinden bir toplulukla meşguldü. Onları islama çağırmaktaydı. Onların Müslüman olması ile islamın Mekke'de karşılaştığı zorluk ve sıkıntının hafifleyeceğini, bunların islama yararlı olacaklarını ummaktaydı.
Çünkü Rebia'nın iki oğlu olan Utbe ve Şeybe başka bir adı Ebu Cehil olan Amr ibni Hişam, Ummeye ibni Halef ve Velid ibni Muğire'den oluşan bu büyükler ile peygamberin yolunda duruyor. insanları ondan uzaklaştırıyor ve ona birtakım çetin tuzaklar kuruyorlardı. Bu toplulukla beraber Abdülmuttalib'in oğlu Abbas’da Peygamberi dinlemeye gelmişti.
Kabileyi herşeyin üstünde bir değer ve saygınlık olarak gören kabileye dayalı cahili bir ortamda, bir insana en yakın çevresi ve ona en çok bağlı olanları saygı göstermez çağrısını kabul etmezse onu dışındaki insanların bu davayı kabul etmeleri daha da zorlaşacaktı.
Hz. Peygamber işte bu kadar önemli olan bu toplulukla uğraşırken fakir ve âma adam yanına geldi. Burada peygamber kendisi ve çıkarı için değil, islam ve islamın çıkarı için uğraşıyordu. Eğer bu topluluk Müslüman olursa Mekke'deki davanın önündeki, yolundaki zorlu engeller, sivri dikenler temizlenmiş olacak ve bundan sonra islam Mekke çevresine yayılacaktı. Ama ilk yapılması gereken bu ileri gelen büyüklerin Müslüman olmasıydı.
İşte Peygamberin yanına gelen bu adam Hz. Peygambere "Ey Allah'ın elçisi, bana da oku, bana da öğret, Allah'ın sana öğrettiklerinden." Dedi. Rasûlullah(s.a.v)'ın içinde bulunduğu şartları ve kiminle uğraştığını bile bile bu sözlerini tekrar etti.
Hz. Peygamber ikide bir sözünün ve çabasının kesilmesinden rahatsız oldu. Adamın görmediği yüzünde hoşnutsuzluk ifadeleri belirdi. Yüzünü ekşitiyor ve onunla ilgilenmiyordu. Fakir ve kimsesiz olan ve kendisini bu büyük işten alıkoyan adama aldırmıyordu.
Çünkü uğraştığı şeyin ardında davası ve dini için büyük umutlar besliyordu. Aslında o bunlarla uğraşırken dininin zafere ulaşmasını arzu etmekteydi. Çağrısına karşı samimiyetini, islamın çıkarına bağlılığını ve onun yayılması için aşırı isteğini ortaya koyuyordu.
Ve böyle bir tablo sonunda yüce Allah ayetlerini indirdi :
“Surat astı ve yüz çevirdi; Kendisine o kör geldi diye.Nerden biliyorsun; belki o, temizlenip-arınacak? Veya öğüt alacak; böylelikle bu öğüt kendisine yarar sağlayacak. Fakat kendini müstağni gören (hiç bir şeye ihtiyacı olmadığını sanan) ise, İşte sen, onda 'yankı uyandırmaya' çalışıyorsun. Oysa, onun temizlenip-arınmasından sana ne? Ama koşarak sana gelen ise, Ki o, 'içi titreyerek korkar' bir durumdadır; Sen ona aldırış etmeden oyalanıyorsun. Hayır; çünkü o (Kur'an), bir öğüttür.” (80 /Abese 1-11)
Hedef ve Yöntemin Yüce Allah’ın gözetiminde olduğunun müthiş bir ifadesi olan bu ayetin tefsirinde Seyyid Kutub şunları söylemiştir :
“Bu ikaz, bir insana nasıl davranılacağını, insanların bir kesimine nasıl muamele edileceğini göstermekten ibaret değildir. Bu gerçek, insanların hayattaki tüm işleri nasıl düzenleyecekleri, nasıl değerlendirecekleri ile ilgilidir. Ölçme ve değerlendirmenin kriterlerini nereden almaları gerektiği ile ilgilidir. Bu yönlendirmenin yerleştirmeyi hedeflediği gerçek şudur: ‘Yeryüzünde yaşayan insanlar değerlerini ve ölçülerini, yalın, semavi, ilahi kriterlerden almalıdırlar. Bu kriterler onlara gökten gelmelidir. Üzerinde yaşadıkları hayatın şartları ile sınırlı olmamalıdır. Hayatlarının düzenleri ile bağımlı olmamalıdır. Bu düzenler ve şartlarla sınırlı olan düşüncelerinden kaynaklanmamalıdır.’
İnsanlar değerlerini ve ölçülerini yeryüzünün sosyal realitelerinden kaynaklanan, değerlerinden ve ölçülerinden bağımsız bir şekilde gökten almalarıdır. İşte en büyük mesele budur.”
Belirleyici olan ALLAH’ın ölçüsü, konjonktürü, şartları ve değerlerin tümünü bir kenara itmektedir. İsterse bu şartlar ve değerlendirmeler insanların ölçüleri ile belirlenen ve davanın çıkarını gözeten ölçüler olsun. İsterse bu ölçüleri; Rasulü belirlemiş olsun.
2- Tevhid Dininin Değerleriyle Çatışamaz.
Kelime-i Tevhid “LA” ile başlar. “LA” bir reddediştir. Ancak “LA” diyerek reddettiğimiz sadece egemen olan zalim, müşrik, cahiliye anlayışları değildir. Bu anlayışların yerine inşa edilecek İslam toplumunun oluşum sürecindeki muhtemel batıl araçlar ve yöntemlerde reddedilmektedir. Yani ALLAH’ın muradına uygun bir tevhid toplumu, gene ALLAH’ın muradına uygun nebevi yöntemlerle inşa edilmelidir. Öyle edilecektir.
Bundan dolayı Tevhid dininin değerlerine muhalif ve aykırı, Muvahhid şahitliklerin gösterilmesine mani olan yöntemlerin kullanılması, niyet ne olursa olsun batıldır.
Yalnız başına ne niyetin, ne de ameli belirtilen şekilde yapmanın ALLAH'ı razı etmeyeceği bir gerçektir. Mutlaka niyet ve davranış biçiminin birbiri ile bağdaşması, uyuşması gerekmektedir.
Örneğin Rabbimiz Kur'an'da 'Akım'üssalâ, namaz kılınız' mı buyurmaktadır? Bu emrin Allah'ı razı edecek şekilde sonuçlandırılması için mutlaka Allah'ı razı etme amacı ile, O'nun elçisinin namazı ne şekilde kıldığı ile ilgili olarak bize intikal eden kesin bilgilere dayanarak namazı kılmakla mümkün olacağını bilmek zorunludur. Kötülüklerden alıkoyan bir namazın kılınması da ancak Kur'an'ı ahlak edinmişlerin kılacağı namaz olacaktır.
O’nun neden 13 sene boyunca sinelerde, Tevhid Akidesini kökleştirmekle uğraştığını düşünmemiz gerekir.
İnsanların 13 yıl boyunca LA İLAHE İLLALLAH’a davet oluşu, onları hak olan Rablerini tanımaya, başkasına değil, yalnızca O’na ibadet etmeye çağırması hep ALLAH’ın hikmeti gereğidir.
Bu ALLAH’ın yöntemidir. Bu en kolay olan değildir. Meşakkat, zahmet, fedakarlık gerektirir. Ama Rabbani dava bunu gerektirmektedir.
Rabbani bir yönlendirmeye muhatap olmayan, tamamen dünyevi ölçü ve algılarla hareket eden bir kişinin seçebileceği bir çok farklı yöntem mevcuttur.
Peygamberimizin yaşadığı dönemde ki Arap yarımadasında akla şunlar gelebilir :
- Ulusculuk (Arapçılık) Daveti
Kuzey'deki bütün Suriye toprakları Bizanslıların hükmü altındaydı. Buraları Bizanslıların tayin ettiği Arap valiler yönetiyordu. Güneydeki bütün Yemen toprakları ise, İranlıların hükmü altındaydı. Buraları da İranlılar adına Arap valiler yönetiyordu.
Denilebilir ki, nübüvvetten onbeş sene önce, Hacer-i Esved'in konulmasında hakem tayin ettikleri hükmüne razı oldukları, nesep olarak Kureyş'in en saygım, Haşimoğullarının önde gelenlerinden, doğru sözlü ve güvenilir bir kişi olarak MUHAMMED (s.a.v), iç çekişmelerin yiyip bitirdiği, iç çatışmaların bölüp parçaladığı Arap kabilelerini birleştirebilir, sömürgeci imparatorlukların, -kuzeyde Bizans, güneyde, İran- işgal ettikleri toprakları kurtarmak amacıyla ulusal bir kıvılcım yaratabilir, Arap ve Arapçılığın bayraktarlığını yapabilir, yarım adanın her köşesinde ulusal bir birlik kurabilirdi.
Ama çıkar yol, Bizans tağutunun, İran tağutunun elinden kurtulup Arap tağutunun eline sarılmak değildi. Tağutun hepsi tağuttur.
- Toplumculuk Daveti
Allah Râsulü (s.a.v.) bu dinle gönderildiği zaman, Arap toplumu servet ve adaletin dağılımı açısından bir toplumun bulunabileceği en kötü durumdaydı. Küçük bir azınlık paraya ve ticaret yapma imkanına sahipti. Faizle iş yapıyorlardı. Ticaret ve paraları arttıkça artıyordu. Büyük çoğunluğun ise sıkıntı ve açlıktan başka bir şeyi yoktu.
Denilebilir ki, Hz. Muhammed (s.a.v.) toplumculuk bayrağı açabilir, soylulara karşı savaş başlatabilirdi. Hayat tarzının değişeceği, zenginlerin mallarının fakirlere verilmesini amaçlayan bir davette bulunabilirdi.
Ama yine denilebilir ki; eğer o gün ALLAH Rasûlü (s.a.v.) böyle bir davette bulunsaydı, bu taktirde Arap toplumu ikiye bölünürdü. Bir yandan para, şeref ve şöhretin azdırdıklarına karşı çıkan ve yeni dine katılmış olan ezici çoğunluk, öte yanda servetleriyle baş başa kalan küçük bir azınlık... Böylece o zaman az bir insanın kabul ettiği la ilahe illALLAH'm karşısına bütün toplum tek saf halinde çıkamazdı.
Şu da denilebilir: Şüphesiz, çoğunluk onun davetini kabul eder, o da yönetimi üstlenir, böylece azınlıkla çoğunluğu mağlup ederdi. Rabbinin kendisiyle gönderdiği tevhid inananı kökleştirip, beşerî gücüyle insanları kendisine boyun eğdirdikten sonra, onları Rablerine ibadet ettirme imkanını elde edebilirdi.
- Ahlaki Islahat Hareketi
Allah Rasûlü (s.a.v.) gönderildiğinde, Arap yarımadasında ahlaki durum çeşitli açılardan en aşağı seviyedeydi. Bununla birlikte toplumda bedevilere ait bazı faziletler de vardı.
Toplumda zulüm oldukça yaygındı. Zuheyr b. Ebi Selma bu durumu şöyle dile getirir:
"Kim silahıyla kendi bölgesini savunmazsa yıkılır, Ve zulmetmeyen kimse zulüm görür"
Bir arap atasözü şöyledir: "Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et"
İçki ve kumar toplumun geleneği, hatta övünç kaynağı idi. Bütün cahiliyye şiiri bu durumu anlatır.
Eski yeni her cahili toplumda olduğu gibi bu toplumda da çeşitli şekillerde bulunan bir ahlaksızlık vardı.
Hz. Peygamber ahlakı ön plana alan, toplumu güzelleştirmeyi, nefisleri arındırmayı hedefleyen bir ıslahat davetinde bulunabilirdi.
Bugün Hz. Peygamber ve ashabının davetin ilk dönemlerinde belli zamanlar müşriklerin himayesine girmelerini cahiliye anlayışı içerisinde onunla beraber hareket etme olarak algılayanlar büyük bir yanılgı veya aldatma içerisindedirler.
Hayatı, daveti müşriklerle net ve tavizsiz bir ilişkiye dayanan Peygamberimiz hiçbir zaman ALLAH’ın emirlerini erteleyerek, onun bazı hükümlerini askıya alarak davranmamıştır. Böyle bir yönelişin olma ihtimali yoktur. Olması halinde ALLAH’ın tehditi gün gibi açıktır.
Taif dönüşü Mutim Bin Adiyy’in himayesiyle Mekke’ye giren Hz.MUHAMMED(s.a.v.), çaresiz, korkmuş bir şekilde hareket etmedi. Dosdoğru Kabe’ye giderek, eşrafın gözü önünde Kabe’yi tavaf etti. İki rekat namaz kıldı, uzunca dua etti ve sonra evine yöneldi. Var olduğunu davasını devam ettireceği mesajını verdi.
Ayrıca amcası Ebu Talib’in kendisinden müşriklerin putlarına hakaret etmemesini, güç yetiremediği şeyi kendisine yüklememesini ve kendisinin yakasını bırakmasını istediği zaman Resulullah o vakit amcasının himayesinden çıkmaya karar vermiştir. Kendisine farz olan bir daveti terk etmemiş, ertelememiştir.
Bu konuda Hz. Ebubekir(r.a.)’in örnekliği de mevcuttur. Müşriklerin eziyetleri çoğalıp Müslümanlara yapılan baskılar arttıktan sonra Hz. Peygamber Hz. Ebû Bekir'e de Habeşistan'a göç etmesini söylemiş ve Ebû Bekir yola çıkmış; ancak Berkü'l-Gımâd'da Mekke'nin ileri gelen kabilelerinden İbn Dugunne ile karşılaştığında İbn Dugunne onu himayesine aldığını ve Mekke'ye dönmesi gerektiğini belirterek, ikisi birlikte Mekke'ye dönmüşlerdir. Ancak şartlı olarak Ebû Bekir'i himayesine alan İbn Dugunne, Ebû Bekir'in açıktan açığa ibadet etmesi ve inancını yaymaya devam etmesi sebebiyle şartları yerine getirmediğini iddia ederek ona ibadetini gizli yapmasını söylediğinde Ebû Bekir, onun himayesine ihtiyacı olmadığını, zaten kendisine söz de vermediğini ifade etmişti: "Senin himayeni sana iâde ediyorum. Bana ALLAH'ın himayesi yeter."
3- Tavizsiz Bir Harekettir.
Toplumu ahtapot gibi saran, hayatın her alanını kuşatan şirk pisliğinden arındırmakla görevli kılınan Peygamberler bu görevi yerine getirirken bu pis sistem içerisinde yer almamışlardır.
Şirkin hiçbir teklifine yanaşmamış, toplumu kısa yoldan etraflarında toplayacak popülist pragmatist alanlara kaymamıştır.
Kulaklara, nefse hoş gelen, gündeme, konjonktüre uygun tekliflerle insanların karşısına çıkmamışlardır.
Resulullah (s.a.) bizzat hayatında bunu göstermiştir. ALLAH'ın kendisine gönderdiği İslâm'a güç kazandırmak için çalışmıştır, içinde yaşadığı düzenle iktidar yalnızca İslâm'ın olana kadar uyuşmamış, uzlaşmamış, taviz vermemiştir.
Belirli zamanlarda belirli faydalar sağlamak için İslâm'ın herhangi bir şeyinden vazgeçmemiş, onu unutur gibi bile davranmamıştır.
Dâr'un Nedve'ye katılarak Mekke'nin yönetiminde söz sahibi olmayı istememiştir.Yalnızca İslâm'ı anlatmaya, İslâm'a çağırmaya devam etmiştir. Sürdürdüğü bu metod sıkıntılara, eziyetlere vesile olmuş, lâkin o hiçbir zaman küfür ile, şirk ile uyuşma veya uzlaşmayı düşünmemiştir.
Bu konuda sürekli yüce Allah'ın gözetiminde olmuştur.
“Onlar neredeyse, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı düzüp uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi; o zaman seni dost edineceklerdi. Eğer biz seni sağlamlaştırmasaydık, andolsun, onlara az bir şey (de olsa) eğilim gösterecektin.” (17/İsra 73-74)
Müşriklerin ileri gelenlerinden Utbe bir Rebia,Peygamberimize hitaben, “Ey kardeşimin oğlu! Senin şu getirdiğin ve üzerinde direnip durduğun işle, eğer mal ve servet sağlamak istiyorsan; sana bizimkilerden daha çok malın oluncaya kadar mallarımızdan mal toplayıp verelim. Eğer bununla, aramızda, daha büyük şan ve şeref kazanmak istiyorsan, seni kendimize büyük ve ulu tanıyalım. Senden başkası ile bütün ilgimizi keselim. Eğer bununla hükümdar olmak istiyorsan, seni kendimize hükümdar yapalım.
Şayet, bu sana gelen, görüp de üzerinden atmaya güç yetireme-diğin bir evham, cinlerden perilerden gelme bir hastalık ve büyü ise, doktor getirelim tedavi ettirelim. Seni ondan kurtarmcaya kadar mallarımızı bu yolda saçarcasına harcayalım” teklifinde bulunmuştur. dedi.
Hz. Peygamber (s.a.v.) bu öneriye Fussilet sûresini okuyarak cevap vermiştir.
“Hâ-Mîm! Bu kitab, bilen ve anlayan bir kavm için, âyetleri ayrı ayrı açıklanmış, gereğince hareket edenleri, Cennetle müjdeleyici, etmeyenleri, uğrayacakları azabla korkutucu, Arapça bir Kur'-an olmak üzere, Rahman ve Rahim olan ALLAH tarafından indirilmiştir. Öyle iken onların çoğu, bundan yüz çevirmiştir. Artık onlar dinlemezler. Onlar: «Bizi da'vet edip durduğun şeye karşı kalblerimiz kapalıdır, kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda da bir engel vardır. Sen istediğini yap, biz de yapacağız» dediler.
Onlara de ki: «Ben de sizin gibi bir insanım. Yalnız bana vahy olunuyor ki, «Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. Artık O'na yönelin, O'ndan bağışlanma dileyin. O'na eş, ortak koşanların vay başlarına geleceklere...(41/Fussilet 1-7)
Aralarında Velid bin el-Mugire, Âs bin Vâilolmak üzere müşriklerden bir grupta, Resûlullah'm yanına gelip ona en zenginleri olacak kadar mal vermeyi, kızlarının en güzeli ile evlendirmeyi, bunlara karşılık onun, putlarına dil uzatmaktan ve âdetlerini akılsızlıkla suçlamaktan vazgeçmesini teklif etmişlerdi.
Resûlullah getirdiği hak nizama da'vetten vazgeçmeyince; bu sefer müşrikler: “Bir gün sen bizim putlarımıza taparsın, bir gön de biz senin ilâhına taparız.” dediler. Resûlullah (s.a.v.) bunu da kabul etmedi. Bunu açıklar mahiyette, Kâfirûn sûresi nazil oldu:
“De ki, ey kâfirler! Tapmam o taptıklarınıza. Siz de tapanlardan değilsiniz benim mabuduma. Hem ben tapıcı değilim sizin taptıklarınıza. Hem de siz tapıcılardan değilsiniz benim mabuduma. Sizin dininiz size, benim dinim bana...”(109/Kafirun)
Bu uzlaşma ve taviz kopartma çabalarına daha sonra ara ara devam edilmiştir. Peygamberimize başkanlık ve mal teklif edilmişti.
Hz. Peygamber ise; “Sizin söylediğiniz şeylerin hiçbirisi bende yoktur. Ben size, mallarınızı istemek, içinizde şöhret kazanmak ve başınıza lider olmak için gelmedim. Ama Allah beni size peygamber olarak gönderdi. Bana bir de Kitab indirdi. ALLAH bana iyiliklerinizden dolayı sizi Cennetle müjdeleyici, kötülüklerinizden dolayı da Cehennem azabı ile korkutucu olmamı emretti. Ben de Rabbimin bana vahyettiklerini size tebliğ ettim, size öğüt verdim. Size getirip tebliğ ettiğim şeyleri alıp kabul ederseniz, o size dünyada ve âhirettes nasip ve azığınız olur. Onu kabul etmeyip bana geri çevirirseniz, Allah aramızda hükmünü verinceye kadar bana sabretmek ve katlanmak düşer.” cevabıyla davet görevini yerine getirirken takip edeceği araçlarda muhayyer bırakılmadığını, Allah’tan gelen üzere kalması gerektiğini, kendi yolunu takip edenlere miras bırakmıştır.
Yine amcası Ebu Talibin daveti hafifletme önerisine "Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler ben çağrımdan vazgeçemem!.." netliğiyle karşı çıkmıştır."
Program soru-cevap kısmıyla sona erdi. Alternatif Eğitim Dersleri'nde bu hafta 19 Ocak Cumartesi akşamı inşaallah Hakan Aksu, "Suriye İzlenimleri Bağlamında Kardeşlik Bilinci"ni anlatacak.
-
Ahmet caglayan 02-11-2014 18:22
gercekten guzel bır yazı ustelık tevhıde uygun uk arzederek kaleme alınmıs kurana uygunluk arz eden ıslam anlayısı
-
Kemal Songür 15-01-2013 12:29
(Müslümanlar küfrü ve zulmü temsil eden sisteme karşı bütüncül bir tavır geliştirerek, sistemin şu ya da bu kurumunu, şu ya da bu politikasını değil, bütününü red tavrı içinde olmalı ve bütününü tasfiyeye yönelmelidir. Bu elbette hiçbir ayrım ve öncelik gözetmeksizin, sisteme ait her türlü simge, kurum ve düzenlemelere şuursuz bir karşı koyuş değildir. Kaçınmamız gereken ideolojik ve kurumsal düzeyde uzlaşma tavrıdır. Yoksa sisteme karşı tavır, toplumsal ilişkiler ve mücadele alanlarından soyutlanmak ve dışına çıkmak olarak algılanamaz. Aslolan sistemin mantığına ve onu ayakta tutan temel mekanizmaya karşı bilinçli, programlı ve örgütlü bir tarzda tavır almaktır.) Sunumunuzun yaklaşık özeti bu üç pragraf ve bunun da özeti ''Kaçınmamız gereken ideolojik ve kurumsal düzeyde uzlaşma tavrıdır'' cümlesidir ve bu cümleniz gerçekten çok önemli. Tevhidin ilk yarısı olan reddin arkasından gelen yegane ilah kabulünün ancak müminlik olacağı gerçeğinden hareketle şirki/küfri yönelişlerin mutlak ve uzlaşmasız reddi imani bir zorunluluktur. Hududullaha rağmen/aykırı yasama/hüküm koyma konumu/sahası ve fiilen desteklenmesi bir mümin için kırmızı çizgiler olarak addedilip bundan uazak durması hayatidir. Bunun dışında kalan ve hayatın işleyişine dönük sosyal hayatın içinde mücadele edilmesi ve münzevi olana sürüklenilmemesi gerekmektedir. Değerlerimize/duruşumuza gölge düşürülmemesi kaydıyla mücadele alanımızı/sahamızı daraltmaktanda kaçınmalıyız, aksi takdirde ''şehirlerin ana merkezlerine elçilerin gönderildiği'' hakikatini doğru okumamış oluruz. Zihninize sağlık Hamza kardeşim. Selamlar.