Şükrü HÜSEYİNOĞLU
"SOSYAL MEDYA" VEYA ÇAĞIN LOTUS ÇİÇEKLERİ
Nesne ve olguların isimleri, genellikle yerine getirdikleri işlevi ifade eden veya çağrıştıran bir içeriğe sahiptir. Bu anlamda internet ağı bünyesindeki arkadaşlık ve paylaşım sitelerinin “sosyal medya” olarak isimlendirilmiş olması, ilginç bir durumdur. Sanırım bu isimlendirme, Batı aklının sosyalliğe dair algısına dair ipuçları da vermektedir. Zira söz konusu siteler, gerçekte onlar için uygun görülen isimlendirmesinin aksi bir işlev görmektedirler: İnsanları sanal iletişim ve ilişkilere mahkûm eden, hayat alanlarından ve sahici arkadaşlıklardan, sahici sosyal ilişkilerden şu veya bu ölçüde alıkoyan bir asosyalleştirme aracı…
Son yıllarda internet kullanımının oldukça yaygınlaşması, gerek medya-haberleşme, gerek ekonomi-ticaret, gerekse fertler arası iletişim alanında internete yapılan yatırımları arttırdı. Gündelik hemen tüm ihtiyaçların internet üzerinden karşılanıyor duruma gelinmesi, bilgisayar ve benzeri internete ulaşım araçlarına bağımlı yaşayan insan tipinin oluşmasına ve giderek de yaygınlaşmasına yol açtı. İşini internet üzerinden takip eden, alış-verişini internet üzerinden yapan, gündelik hayatında ihtiyaç duyduğu bilgilere internetten ulaşan bu insanlar, kişisel iletişim ve “sosyal” ilişkilerini de internete bağımlı kılmaya başladı.
İşte “sosyal medya” olarak adlandırılan arkadaşlık ve paylaşım siteleri, internete bağımlı yaşayan bu yeni insan türünün “sosyalleşme” ihtiyacına cevap vermek üzere ortaya çıkmış araçlardır. İnternet üzerinden kendisine has sanal bir dünya kuran ve hayatı bu sanal dünya üzerinden algılayıp anlamlandırmaya yönelen “homo interneticus”un, arkadaşları ve arkadaşlıklarının da, kısacası “sosyal hayatının” da internete bağımlı ve sanal olması kaçınılmaz bir durumdu ve bugün “sosyal medya” furyası üzerinden yaşanan tam da budur.
“Sosyal medya” diye tabir edilen sanal sosyalite ağlarının bu tür bir zemine oturduğunu, eşref-i mahlukat olarak yaratılmış olan insan için değil, internet çağıyla birlikte ortaya çıkmış olan “homo interneticus”un sosyal ihtiyaçlarına cevap vermek üzere tasarlanıp işlerliğe konulduğunu bilmekte fayda vardır öncelikle. Bu medya türüyle doğru ilişki kurmak için, onun nesnesi haline gelmekten sakınıp, ilişkinin ölçüsünü belirleyen özne olarak kullanıcı olabilmek için bu temel gerçeğin farkında olmak gerekir. Aksi halde, sosyal çevre edinebilmek adına çıkılan yolda dünyayı internet ağlarındaki bilgi ve ilişkilerden ibaret sanmaya başlayan bir internet bağımlısı, tedaviye muhtaç bir “homo interneticus” olup çıkıvermek işten bile değildir.
Birkaç yıl önce kaleme aldığım “İnterneti Müslümanca Kullanmak” başlıklı makalede anlatmaya çalıştığım, Müslümanın internetle ilişkisinde gözetmesi gereken; boş şeylerden yüz çevirmek, vakit israfından kaçınmak, gıybet ve tecessüs gibi günahlardan uzak durmak, gözleri haramlardan sakınmak gibi ölçülerle internete yaklaşıldığında, “sosyal medya” adı verilen internet ağlarından, farklı insanlarla tanışmak ve sosyal hayata taşınacak irtibatlar sağlamak anlamında bir araç olarak faydalanmak tabii ki mümkündür.
Söz konusu ettiğimiz ölçüler gözetilmeden çıkılan bir internet yolculuğunun ise, sonu internet bağımlılığına, sosyal hayattan ve mücadele alanlarından uzaklaşmış bir internet esiri haline dönüşmeye çıkması muhtemeldir. Ki bunun nice ibretlik hikayelerini dinleyip okuyor, zaman zaman da çevremizde bu tür ibret manzaralarına tanıklık ediyoruz.
“Global köy”ün tektip insanı
Kanadalı iletişim teorisyeni Marshall McLuhan, henüz 1960’lı yıllarda, özellikle de televizyon ağlarının yaygınlaşması karşısında dünyanın giderek “global bir köy” halini alacağını öngörmüştü. Batılı değer yargılarının hakim olduğu, her köşesinde Batı kültürünün belirleyici olduğu bir köy… İnsanların hayata bakışlarıyla, hedefleri, ihtiyaç algıları ve tüketim alışkanlıklarıyla bu kültürü paylaştıkları bir köy… Mcluhan, 1966 yılında kendisiyle iletişim teknolojileri konusunda yapılan bir söyleşide, iletişim araçlarının insanlar üzerindeki yönlendirici etkisini şu şekilde ifade etmişti: “Teknolojiler yalnızca insanların kullandığı icatlar değildir, insanları yeniden icat eden araçlardır.”
Bugünden bakıldığında o yıllarda televizyon ve ardından 90’lı yılların sonundan itibaren yaygınlaşmaya başlayan ve kısa sürede iletişim ve haberleşmede en etkili araç haline gelen internet ağları üzerinden gerçekten de dünyanın, tek bir kültürün, Batı kültürünün hüküm sürdüğü, çoğunlukla hayata dair benzer algı ve beklentilere ve alışkanlıklara sahip tektipleştirilmiş insanların yaşadığı global bir köy haline geldiğini görüyoruz.
“Televizyon Çağı” kitabının yazarı Martin Esslin, bu gerçeği ta 1980’li yılların başında şu şekilde ifade ediyordu: “Amerikan popüler kültürü dünya genelinin popüler kültürü haline geldi. Bu itibarla, Amerikan televizyonu sırf mahalli bir olgu olmaktan öte bir şeydir… Amerikan popüler kültürü bu bölgelerde hakim bir etken haline gelmiş durumdadır; yalnızca popüler beğenileri değil, hayat tarzlarını da şekillendirmektedir. Blue Jeans, Coca-Cola, rock müzik ve Amerikan kültürünün diğer yüzlerce olgusu yerli alışkanlıkları ve ürünleri köşeye sıkıştırmaktadır. Bu açıdan televizyon dünya kültürü üzerinde tek türe indirgeyici bir etkiye sahiptir.”1
Esslin’in televizyon için söyledikleri bugün internet için de geçerlidir. Konumuzu tekil eden “sosyal medya” sitelerini ele aldığımızda, bu sitelerdeki iletişim ve ilişki biçimlerinin, arkadaşlık algı ve anlayışının, mahremiyeti, masumiyeti, masuniyeti, hakkı-hukuku yok sayan işleyişin, baştan sona tektip bir kültürün, insanlığın “ortak kültürü” kılınmaya çalışılan müfsid Batı kültürünün etkisi altında olduğunu görürüz. Farklı düşünce ve inançlara sahip insanların, paylaştıkları düşünceler ve bilgiler farklı olsa da, bir iletişim aracı olmanın ötesinde giderek tüm ilişkilerin kendisine bağlandığı, ulaşılamadığında sinir krizlerine girilen, “kim ne demiş, ne yapmış, ne paylaşmış” merakıyla saatlerce esir olunan bir amaç haline getirilmesi noktasında bu medya ağlarıyla ilişki biçimlerinin birbirine benzerliği, sözünü ettiğimiz tektip kültürün neticeleridir.
Bugün tanık olduğumuz durum, “sosyal medya” ağlarının çoğunlukla kullanıcılarını “yeniden icat ettikleri” gerçeğidir. Sahip olduğu inancı başkalarıyla paylaşmak adına bu medya ağlarını kullanmaya başlayan birçok kişi, bu ağlarla ilişkilerini başından doğru kurgulamaması, ilişkinin ölçülerini belirleyen taraf olarak, özne-nesne ilişkisini doğru konumlandırarak o şekilde bu mecralara yönelmeyi ihmal etmesi neticesinde, giderek bu ağların esiri ve nesnesi haline gelmekte, tedaviye muhtaç bir “homo interteticus” konumuna düşerek hayat alanlarındaki temel sorumluluklarından uzaklaşmaya başlamaktadır.
Bir Müslüman açısından “sosyal medya” adı verilen bu mecraların ifade edebileceği yegane işlev, bazı insanlarla hayat alanlarında kurulacak ve sürdürülecek sahici irtibatlar için bir başlangıç olabilme ihtimalidir. Bu mecraları bunun ötesinde bir mücadele ve kalıcı irtibat alanı olarak görme yanlışına kesinlikle düşülmemelidir. Bu tür bir yanlış algı ve yönelim, en iyimser biçimiyle, sonu hayat alanlarında hiçbir karşılığı olmayan “internet mücahitliği”ne çıkan bir süreci doğurmaktadır ki, bunun da hayatın her alanına dair sözü ve iddiası olan bir dine iman eden insanlar açısından kabul edilebilir bir tarafı olmasa gerekir.
Çağın “Lotus çiçekleri”
Bugün internet ve özelikle de birçok insanın zamanlarının önemli bir kısmını başında geçirdikleri “sosyal medya” ağlarının oluşturduğu ve artık tıbbi bir sektörü de doğuran bağımlılık sorunu konusunda, bir antik Yunan efsanesini hatırlamakta fayda var. İlk olarak birkaç yıl önce Furkan Aydıner’in Tv ve internet bağımlılığı sorunu çerçevesinde gündeme getirdiği2 “Odessa Efsanesi”nden dikkat çekici bir bölümü paylaşmak istiyorum:
“Odessa efsanesinin başkahramanı Odysseus, Eski Yunan'da İtaka şehrinin kralıdır. Güzel bir kadınla mutlu bir evlilik gerçekleştirir. Çok geçmeden bir erkek evlatları olur. Her şey güllük gülistanlık iken çok uzaklarda, Çanakkale Boğazı yakınlarındaki Troy kentinde Trojan savaşı patlak verir. Odysseus, diğer Yunan krallarıyla birlikte Troy kralına zamanında verdikleri sözün gereği olarak bu savaşa gitmeye mecbur olur. Ancak o canı kadar sevdiği eşinden ve oğlundan ayrılmamak için savaşa gitmek istemez. Delilik numarası dahil, denediği hiçbir şey onu savaşa gitmekten alıkoyamaz. Sonunda on gemi dolusu askerle yola çıkar. Ancak gözü hep arkada kalır. Sürekli eşini ve oğlunu düşünür. Her gün onlara kavuşma rüyasıyla uyanır. Odysseus, uzun ve çok sıkıntılı bir seferden sonra Troy kentine ulaşır. Birkaç ay sonra dönerim ümidiyle gittiği savaş tam on yıl sürer. Sonuçta düşmanı mağlup eden büyük bir kahraman olarak, askerleriyle beraber evinin yolunu tutar...
Savaştan dönerken Odysseus ve mürettebatı, dokuz gün devam eden dalgalı ve fırtınalı deniz seferinden sonra kendilerini zar zor küçük bir adaya atarlar. Bu adadaki herkes Lotus isimli bir çiçeği yedikleri için ‘Lotus Yiyenler Adası’ ismiyle bilinir. Bu çiçeği yiyenler müthiş bir haz duygusunu yaşıyorlar. Ancak öyle bir haz ki, bir defa tadına bakan bir daha bağımlısı olurmuş. Bir ömür boyu adada yaşayıp bu mis kokulu çiçekten yemek istermiş. Lotus yiyenler, müthiş bir haz alırken, mücadele azmini kaybedermiş. Zevk-kolik olup, bir ömür boyu adada yaşarmış. Odysseus, kendilerine takdim edilen Lotus çiçeğinin bu etkilerini öğrenince yıllardır hasretiyle yandığı eşini ve oğlunu hatırlar. Bir zevk uğruna yolculuğunu yarıda bırakıp bu adada ölmeyi kendine yedirmez. Ancak adamları gibi, onun Lotus çiçeğine iştahı kabarır. Kendi nefsine güvenmez. Çareyi adayı hemen terk etmekte bulur. Gerçi bazı arkadaşları çiçeği yiyip, kendilerinden geçmeye başlamışlar bile. Odysseus hiç vakit kaybetmeden adamlarını toplayıp gemilere geri götürür…”
Bu efsanede söz konusu edilen ve insanları hayattan ve ailevi, sosyal bağ ve sorumluluklarından alıkoyup bir adada bağımlı olarak yaşamaya mahkûm eden “lotus çiçeği”nin bugünün dünyasında nelere tekabül ettiği çok açıktır. Bugün özellikle internetin ölçüsüz kullanımı neticesinde içerisine düşülen bağımlılıklar, efsanede anlatılan “Lotus Yiyenler Adası”nda yaşananlardan çok farksız değildir. Efsanedeki lotus çiçeği yiyenler nasıl hayat alanlarından uzaklaşıp bir adaya mahkûm oluyordularsa, bugün de internet ağlarının büyüsüne kapılan milyonlarca insan, hayatı internette inşa ettikleri veya dahil oldukları sanal odalardan ibaret zannetmekte ve o odalara mahkûm olmaktadır.
Büyüsüne kapılan insanları esip alıp asosyalleştiren ve tedaviye muhtaç birer bağımlı haline getiren internet ve özelde konumuz itibariyle “sosyal medya” ağlarının bu çağın en etkili “lotus çiçekleri” olduğunda kuşku yoktur. Bu “lotus çiçekleri”ne kendisini kaptıran insanların ailelerini, gerçek hayattaki arkadaşlıklarını, sosyal sorumluluklarını geri plana atıp artık her şeyi ondan ibaret görmeye başladıkları internet karşısında nasıl bir tutsaklığa mahkûm olduklarını hep gözlemliyor, okuyor, işitiyoruz. Tabii ki tüm bu sorumlulukların ihmali, bir Müslüman açısından doğrudan doğruya Âlemlerin Rabbi’nin, O’nun insana yüklediği sorumlulukların ihmali anlamına gelmektedir, ki bu da insan için ebedi ziyan demektir.
Odessa efsanesindeki komutan, kendisini o adaya mahkûm edecek lotus çiçeği bağımlılığına kapılmaktan eşini ve oğlunu hatırlayıp öylece kurtulmuştu. Bizler de Rabbimize olan kulluk ahdimizi ve bu ahdimizden doğan ferdi, ailevi, sosyal sorumluluklarımızı her daim hatırımızda tutarak (ki Kur’an’da çokça vurgulanan zikr, temelde budur) bu çağın lotus çiçekleri Tv ve internet gibi araçların bağımlılık yapan etkilerinden korunabilir, dahası bu araçlarla özne-nesne ilişkisini doğru kurduğumuzda, onlarla ilişkimizde belirleyen taraf biz olduğumuzda, münkere karşı mücadelemizde, yeryüzünde fitnenin ortadan kaldırılması ve ancak Allah’ın dininin hakim kılınması çabamızda bu araçlardan etkili biçimde faydalanmamız da mümkündür.
DİPNOTLAR
1 Martin Esslin, Televizyon Çağı (T.V. Beyaz Camın Arkası), Sh. 8, 98, 99, Pınar Yayınları
2 Furkan Aydıner, ‘Sanal tehlike’den korunmak için yazılmış 3000 yıllık efsane, Zaman gazetesi, 3 Ocak 2011 Pazartesi