Şükrü HÜSEYİNOĞLU
"TÖRENLER CUMHURİYETİ" VE ÇOK KUTSALLILIK
“Törenler Cumhuriyeti”nde geçtiğimiz iki hafta içerisinde üst üste gelen iki resmî kutlamaya tanıklık ettik. Bunlardan biri “dini”, diğeri ise “milli” kutlamalardı. Malumdur ki , “Törenler Cumhuriyeti”nin takviminde iki tür bayramdan söz edilmektedir: “Dini Bayramlar” ve “Milli Bayramlar”…
Din ve millet kavramları ve dolayısıyla bu kavramların türevleri olan “dini” ve “milli” sözcükleri temelde aynı şeyi, insanların üzerinde bulunduğu inanç ve yaşayış biçimini (din) ifade etse de, ulus kurgusu üzerine bina edilmiş olan mevcut “Törenler Cumhuriyeti”, “millet” kavramını İslam’dan çalarak “ulus” karşılığı kullanmaya başlamıştır. Dolayısıyla sistemin jargonunda “milli”, ulusal / ulusa ait anlamında kullanılmaktadır.
Osmanlı bakiyesi Anadolu topraklarında Türk etnik kimliğine dayalı tek tip bir ulus inşasını temel hedef belirleyen Cumhuriyet rejimi, bir hayat nizamı olarak kamusal alandan dışladığı ve başından itibaren baskı altına aldığı İslam’ı, ulusun harcında bir dolgu malzemesi olarak gördü. İslam’ın kimi kavram ve değerleri bu yönde istismar edildi.
İslam’ın toplumsal ve siyasal nizama dair ölçü ve değerleri irtica olarak yaftalanıp hedef tahtasına konulurken, toplum hayatından silinmesi imkânsız görülen ibâdetler ve İslami şiarlar, vücuda getirilen Diyanet teşkilatı aracılığıyla sistemin işleyişine entegre edildi ve bu yolla “ehlileştirildi”.
Böylece, ulus kurgusu önündeki en büyük engel olan İslam devre dışı bırakıldığı gibi, daha da ötesi, İslam’ın kimi kavram ve şiarları anlamından saptırılarak ulus kurgusunun dolgu malzemesi haline getirildi.
Sistem adına büyük bir toplumsal mühendislik örneği olarak nitelenebilecek bu operasyonlar neticesinde gerçekte uzlaşmaları, bir arada bulunmaları imkân dahilinde olmayan “dini” şiarlarla “ulusal” şiarlar, toplum dimağında birbirini tamamlayan, birbirinin olmazsa olmazı olarak görülmeye başlandı.
İslam’ı, sistemin ürettiği ulusal sembol ve değerlerden ayrıştıran ve İslami kavram ve şiarlar üzerinde oluşturulmuş bulunan ulusal vesayeti reddeden tevhidi bilinç sahipleri bu toplumda ne yazık ki epey azınlık durumdadır. Genel anlamda toplumun din anlayışı, imal edilmiş ulusal “kutsallıklar”ın kuşatması altındadır.
Başından beri bu toplumdan, İslam’ın tevhid ve adalet eksenli bütüncül bir hayat nizamı olduğu gerçeği esirgendiği ve aksine hep sistemin projelendirdiği şekilde, ulus kurgusuna eklemlenmiş, üretilmiş ulusal “kutsallıklar”la çatışmak bir yana onların hizmetine alınmış bir din anlayışına muhatap kılındığı içindir ki, İslam’ın toplum hayatındaki yeri hep “kutsallardan bir kutsal" olarak kalmıştır.
İslam’ı vesayet altında tutmaya yönelik “resmî din” politikaları ve bu çerçevede Diyanet marifetiyle yaygın şekilde sürdürülen propagandaların yanında, topluma öncülük etme iddiasıyla ortaya çıkan cemaat ve tarikat gibi oluşumların din anlayışlarının da söz konusu çok kimliklilik ve “çok kutsallılık” haliyle uyumlu olduğu ve bu durumu beslediği görülmektedir.
Tevhidi bilinçten mahrum olunduğu için, toplum fertlerinin camiden çıkıp, modern bir ritüel şeklinde tasarlanmış olan 23 Nisan, 19 Mayıs gibi ulusal kutlama törenlerine veya alternatif bir “kutsallık” olarak modern zamanlarda toplumların hayatına sokulan profesyonel futbol maçlarını izlemek için bir kahvehaneye koşturması şaşırtıcı olmamaktadır.
Tıpkı, yazının başında işaret ettiğimiz ve geçtiğimiz iki hafta içerisinde resmî düzeyde üst üste kutlanan “Kutlu Doğum” organizasyonuyla, “23 Nisan” törenlerinde ortaya çıkan manzara gibi. Diyanet teşkilatı tarafından 14 Nisan günü, İstanbul’da tertip edilen “Kutlu Doğum 2011” programında bir araya gelen ve sırayla kürsüye çıkıp Hz. Peygamber’in örnekliğinden söz eden iktidar ve ana muhalefet partisi başkanlarının, 23 Nisan günü yine omuz omuza Anıtkabir’e çıkıp bir ölünün huzurunda seremoni halinde saygı duruşunda bulunmaları şaşırtıcı olmuyor!
Ne laik medyadan, ne de muhafazakâr medyadan biri çıkıp da bu iki tören arasındaki çelişkiye değiniyor, şaşkınlığını dile getiriyor. Tüm bu çok kimliklilik ve çok “kutsallılık” görüntüleri sıradan ve doğal karşılanıyor.
Bunun gibi, iktidarın bir taraftan Ankara’da Türkiye’nin en büyük camii projelerinden birini yürütürken, diğer taraftan İstanbul’a devasa bir futbol stadı dikmesi de garip karşılanmıyor, tartışılmıyor. Gerçekte iki ayrı kutsallık anlayışını ve yaşayış biçimini temsil eden cami ile profesyonel futbol “arena”sının aynı anda yükseltilmesini kimse yadırgamıyor.
Yusuf Kaplan’ın “Futbolun büyüsü, cazibesi ve gücü, din-dışı bir kutsallık, coşku, trans hali, pagan ve barbar aidiyet biçimleri üretebilmesinde gizli…” cümlesiyle ifade ettiği üzere, bir tapınma biçimi olarak ortaya çıkan futbolizmin en görkemli mabedlerinin mevcut “dindar kadrolar” eliyle inşa edilmekte olması aslında söz konusu “dindar kadrolar”ın nasıl bir din anlayışının dindarı olduğunu açık eder niteliktedir. Çok kimliklilik ve çok “kutsallılık”tan arınamamış, İslam’ın yanında farklı kutsallıkların da bünyesinde hayat bulduğu eklektik bir dindarlık…
Seyyid Kutub’un 20. yy’da yeniden Müslümanların gündemine taşıdığı temel Kur’ani yükümlülüklerden biri olan “cahiliyeden ayrışma” perspektifiyle bu eklektik dindarlık anlayışından koparak tevhidi kimliğe yönelen İslami uyanış kadroları arasında son dönemde gerçekleşen farklılaşmalar bu çerçevede ciddi olarak sorgulanmaya muhtaçtır.
Despotizmin geriletilmesi sürecini ve bu süreçte elde edildiği düşünülen kazanımları öne sürerek, kimi politik mülahazalarla “cahiliyeden ayrışma” perspektifini gündemden düşüren ve eklektik kimlikle malul muhafazakâr siyasetle aynı siyasal eksende hareket ettiği görüntüsü veren İslami uyanış kadrolarının bir an önce bu bulanıklığa son vermeleri ve durumlarını netleştirmeleri gerekmektedir.
İçerisinde yaşadığımız toplumun, Müslümanlar için yegâne kutsalın, İslami değer ve şiarlar olduğunu, onun dışındaki tüm “kutsal”ların üretilmiş yalanlardan ibaret olduğunu kendisine anlatacak ve topluma şefkat kanatlarını gererek hikmet üzere İslami değerlerin tanıklığını yapacak muvahhid öncülere çok ihtiyacı vardır. Tevhidi uyanış kadroları, bu öncülük görevine talip olmalı ve enerjilerini bu yönde yoğunlaştırmalıdırlar.