`Vahyin Penceresinden` mesele böyle mi görünüyor?
Vahyi hakikatleri bir kenarda tutarak her tarafı kucaklamak, Müslümanlar arasında zaten düzeltilmesi gereken bir temel hastalık olarak orta yerde duruyorken, bir üstad ağırlığıyla bu hastalığı keskinleştirmek, bütün tevhidi süreçlere indirilmiş ağır bir darbeden başka bir şey değildir ve asla tevili mümkün olamaz.
Ahmet ÖRS / İslam ve Hayat
Hilal Televizyonunda Mustafa İslamoğlu ile Engin Noyan’ın birlikte yaptıkları “Vahiy Penceresinden” adlı programın bu haftaki bölümünde “Tasavvuf” konusu ele alındı. İslamoğlu, Engin Noyan'ın sorularına cevap olarak tasavvuf ve irfan bağlamında çeşitli açıklamalar yaptı.
-
İmran Ali 19-02-2010 18:24
O programı bir kez daha baştan sona kadar izleyip hükmü yazının etkisinde kalmadan vermek bize düşer...
-
Cemil ATEŞ 20-09-2009 23:12
SİZE TASAVVUFUN DAYANDIĞI AYET VE HADİSLERİ VEREYİM Konusu : İslâm Dini İçeriği : TASAVVUF Başlığı : Tasavvufî Düşüncenin Dinî ve Fikrî Temelleri İslâm, müminlerin dünya hayatına ve maddî zevklere dalmamalarını, âhirete ve mânevî değerlere öncelik vermelerini ister. Yüce Allah şöyle buyurur: "Azgınlaşan ve dünya hayatını tercih edenin gideceği yer cehennemdir" (en-Nâziât 79/38). "Siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz ama âhiret hayatı daha hayırlı ve daha kalıcıdır" (el-A‘lâ 87/16). Tasavvufta dünya hayatına âhiret hayatı kadar veya daha fazla önem vermemek esastır. Bu nokta Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadîs-i şeriflerde de kuvvetle vurgulanmıştır. Allah Teâlâ buyurur: "Dünya hayatı aldatıcı bir metâdan başka bir şey değildir" (Âl-i İmrân 3/185). "Doğrusu dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir" (Muhammed 47/36). "Allah'ın vaadi haktır, sakın dünya hayatı sizi kandırmasın ve şeytan Allah'ın affına güvendirerek sizi aldatmasın" (Lokmân 31/33). "Dünya menfaati önemsizdir, takvâ sahipleri için âhiret daha hayırlıdır" (en-Nisâ 4/77). "Şu dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlencedir, âhiret ise gerçek bir hayattır" (Ankebût 29/64). "Dünya hayatı sadece bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme vesilesi ve daha çok servet ve evlâda sahip olma yarışıdır" (el-Hadîd 57/20). "Mal ve evlât dünya hayatının süsüdür. Kalıcı olan iyi işler ise hem sevap olması bakımından hem de ümit bağlanması bakımından Rabbinin nezdinde çok hayırlıdır" (el-Kehf 18/46). Kur'ân-ı Kerîm birkaç yerde dünya hayatını temsille anlatmıştır: "Onlara şunu misal ver: Dünya hayatı gökten indirdiğimiz bir yağmura benzer. Bu sayede yeryüzünde biten bitkiler birbirlerine karışmış, sonra kurumuş, rüzgârın savurduğu çerçöp haline gelmiştir. Allah'ın gücü her şeyin üstündedir" (el-Kehf 18/45; Âl-i İmrân 3/117; Yûnus 10/24; el-Hadîd 57/20). Kur'ân-ı Kerîm'e göre insan dünyadan çok âhireti istemelidir: "Kim âhiret yararını isterse ona bunu fazlasıyla veririz, kim dünya yararını isterse ona da dünyadan bir şeyler veririz, ama âhirette bir nasibi olmaz" (eş-Şûrâ 42/20; el-Bakara 2/200; Âl-i İmrân 3/145; Hûd 11/15). Kısaca servetler, kazançlar, zenginlikler ve her çeşit nimetler âhirette ve Allah katında bol bol mevcuttur (bk. en-Nisâ 4/94). Hadîs-i şeriflerde de aynı hususların sıklıkla ifade edildiği görülür: "Dünyada bir garip veya yolcu gibi yaşa, kendini kabirde yatanlardan say" (Buhârî, “Rikak”, 3; Tirmizî, “Zühd”, 25; İbn Mâce, “Zühd”, 6). "Dünyaya karşı soğuk olanı Allah, halkın malına göz dikmeyeni insanlar sever" (İbn Mâce, “Zühd”, 1). "Kabirleri ziyaret ediniz. Zira bu, sizi dünyadan soğutur, âhirete ısındırır" (İbn Mâce, “Cenâiz”, 47). Hz. Peygamber dünyanın gösteriş ve çekiciliğine kapılmanın muhtemel tehlikeleri konusunda ümmetini uyarmıştır (Buhârî, “Rikak”, 3; Tirmizî, “Zühd”, 25). Hz. Peygamber şahsen yukarıda anlatılan ilkelere uygun olarak yaşamış; dünya malına tamah etmemiş, maddî zevkler peşinde koşmamış, daima âhiret hayatına öncelik vermiş ve onu üstün tutmuştur. Şöyle buyurmuştur: "Uhud dağı kadar altınım olsa, borcumu ödemek için bundan ayıracağım miktar hariç, altınların üç günden fazla yanımda kalmasını arzu etmezdim" (Buhârî, “Zekât”, 4; Müslim, “Zekât”, 31). Hz. Peygamber vefat edince altın, gümüş miras bırakmadı. Bıraktığı miras beyaz bir katır, bir silâh ve vakıf arazisinden ibaretti (Buhârî, “Vesâyâ", 1). Hz. Peygamber sade ve mütevazi bir hayat yaşamış, hiçbir zaman dünya nimetlerinin cazibesine kapılmamış, ganimet malları sebebiyle müslümanların elleri az çok genişlediği halde o eski yaşama biçimini sürdürmüş, öbür müslümanlar düzeyinde bir hayata kavuşmak isteyen hanımlarına küsmüş ve onlardan dünya ile kendisi arasında bir tercih yapmalarını istemişti (bk. el-Ahzâb 33/28; Buhârî, “Tefsîr”, 66; Müslim, “Talâk”, 5). Dünyayı âhiretle bir ve eşit tutmak veya ondan üstün tutmamak zühddür. Zühd ilkesine bağlı olarak yaşayan kişilere de zâhid denir. Kur'an ve hadislerde zühde büyük önem verilmiş, bunun zıddı olan dünyaya düşkün olma, tamah, ihtiras ve çıkarcılık şiddetle yerilmiştir. Zühd tasavvufun temelidir. Âhiretin dünyadan üstün, oradaki nimetlerin buradaki servetten daha önemli olduğuna inanan bir müslüman daha nitelikli ve daha çok ibadet eder, hak hukuk gözetir, ahlâk kurallarına bağlı kalır, haram ve helâli bilir. Böyle bir hayat yaşamayan bir kimsenin dünyadan çok âhirete önem ve değer verdiği söylenemez. İbadet zühdün tabii bir sonucudur. Yüce Allah namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadetleri farz kılmıştır. Hz. Peygamber ise farz olan ibadetlerle yetinilmemesini, nâfile ve sünnet olanların da yerine getirilmesini tavsiye etmiştir. Farz namazlardan önce ve sonra kılınan sünnetler, teheccüd, evvâbin ve tahiyyetü'l-mescid gibi diğer nâfile namazlar, receb ve şâban gibi aylarda belli miktarda tutulan oruçlar, umre ve sadaka böyledir. İbadetlerin amacı nefsi disiplin altına alarak Allah'a yaklaşmaktır. Tasavvufta farz ve nâfile ibadetleri şartlarına uygun olarak huşû ve ihlâsla yerine getirmek esastır. Sûfîler özellikle farz olmayan ibadetleri belli düzen içinde yerine getirmeye özen gösterirler. İbadetsiz tasavvuf olmaz. İslâm'da kalp temizliği önemlidir. Her şeyden önce Cebrâil Kur'ân-ı Kerîm'i Hz. Peygamber'in kalbine indirmiştir (el-Bakara 2/97; Şuarâ 26/194). Vahiy de ilham da kalbe gelir. "Allah'ın huzuruna temiz (selim) bir kalple çıkmaktan başka hiçbir şeyin faydası yoktur" (eş-Şuarâ 26/89; es-Saffât 37/84; Kaf 50/33). "Allah sekîneti (huzuru) müminlerin kalplerine indirmiştir" (el-Feth 48/4). "Kalpler Allah'ı zikretmekle itminan bulur" (Yûnus 10/74). Onun için Allah'ı çok zikretmek tavsiye edilmiştir (bk. el-Ahzâb 33/41). Her şeyin temeli olan iman kalbin tasdiklerinden ibarettir. Niyet bütün ibadetlerin temelidir. Halis niyet de kalpte gerçekleşir. İbadetlere kalbin temiz, niyetin iyi olması oranında sevap verilir (Buhârî, “Îmân”, 41; Müslim, “İmâret”, 155). Kur'an kalbin görme niteliğinden söz eder. Yeryüzünde dolaşıp ibret almayanları, düşünecek kalbi, işitecek kulağı olmayanları uyarır: "Dikkat edin, baştaki gözler değil, göğüsteki kalpler kör olur" (el-Hac 22/46). Hassas, yufka ve temiz kalplerden bahseden Kur'an taş gibi katı, kirli ve kilit vurulmuş kalplerin bulunabileceğine de dikkat çeker. Kalbin kirlenmiş şekline bazan nefis de denir. Buna karşı nefsin arınmış şekli de kalptir, kalp hükmündedir. "Nefsini kirleten hüsrandadır, onu arındıran kurtuluşa erer" (bk. eş-Şems 91/9-10). Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. O iyi olursa beden tümüyle iyi, kötü olursa tamamıyla kötü olur. Dikkat, o kalptir" (Buhârî, “Îmân”, 39; Müslim, “Müsâkat”, 107). Bir hadiste, "Başkaları fetva verse de, sen fetvayı kalbine sor" (Dârimî, “Buyû‘”, 2; Müsned, IV, 228) denilerek vicdanın sesine kulak verilmesi istenmiştir. Hz. Peygamber, "İyi, gönüle yatan, günah gönülü tırmalayan şeydir" (Müsned, IV, 194, 228) buyurarak şüpheli konularda kişinin kalbine başvurmasını, başkasının denetlemesinden önce kişinin kendi kendini denetlemesini tavsiye etmiştir. Kur'an'da ve hadislerde takvâya büyük önem verilmiştir. Hz. Peygamber kalbine işaret ederek, "Takvâ buradadır" demişti (Müsned, V, 379). Tasavvufun konusu kalptir. Tasavvuf bir kalp ilmidir. Sûfîlere bu yüzden gönül ehli denilmiştir. Tasavvufî düşünce Allah korkusu ve Allah sevgisi temeline dayanır. Allah Korkusu. Kur'ân-ı Kerîm ve hadîs-i şeriflerde "havfullah (mehâfetullah) ve haşyetullah" denilen Allah korkusu üzerinde çok durulmuştur. Günah işleyenlerin ve başkalarına haksızlık edenlerin Allah'ın gazabından ve azabından korkmaları lâzımdır. Kur'an'da "Eğer inanıyorsanız biliniz ki en çok korkulmaya lâyık olan Allah'tır" (et-Tevbe 9/13; el-Ahzâb 33/37), "Onlardan değil, benden korkun" (Âl-i İmrân 3/175) buyurulur. Kişi insanlardan değil, Allah'tan korkarak günah işlememeli, kötülük ve haksızlık etmemelidir. Gizli-açık işlenen her kötülüğü bilen Allah Teâlâ'nın işlenen kötülükleri cezasız bırakmayacağına, er veya geç bunun hesabını soracağına inanmalı, dinin emirlerine uyup yasaklarından kaçınırken Allah'tan başka hiçbir kimseden korkmamalıdır. Allah Teâlâ böyle kullarını över: "Onlar Rablerinden de, kötü azaptan da korkarlar" (er-Ra‘d 13/28). "Allah'tan başka hiçbir kimseden korkmazlar" (et-Tevbe 9/18; el-Ahzâb 33/39). Başta peygamberler ve velîler olmak üzere bütün müminler Allah'tan korkar. Hz. Peygamber, "Allah'ı en iyi bileniniz ve ondan en çok korkanınız benim" buyurmuştur (Buhârî, “Edeb”, 72; Müslim, “Fezâil”, 35). Bir hadiste de "Hikmetin başı Allah korkusudur" (Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, I, 421) buyurulmuştur. Allah'tan korkan başkasından korkmaz. Allah korkusu diğer korkuları siler ve kişiyi cesur hale getirir. Allah'tan korkanların âhirette de korkuları olmayacak, mahzun olmayacaklardır (el-Bakara 2/38, 62, 112, 262, 274, 277). İşte Allah'ın velî ve ergin kulları bunlardır. Allah korkusu konusu üzerinde çok duran sûfîler bunu tasavvufun temel ilkelerinden biri haline getirmişlerdir. Buradaki korku aynı zamanda Allah'ı sevmekten kaynaklanan bir çekinme mahiyetindedir. Bu sebeple Allah korkusu ile Allah sevgisi, birbirini tamamlayan iki kavramdır. Allah Sevgisi. Bu sevgi İslâm'daki mânevî hayatın temelidir. Bu temele dayanmayan ibadet ve ahlâk gibi davranışlar İslâm açısından bir anlam ifade etmez. Bir mümin severek Allah'a itaat ve ibadet ederse, onun emirlerine ve yasaklarına uyarsa bunun değeri vardır. Allah Teâlâ'yı seven onun kelâmı olan Kur'an'ı ve resulü olan Hz. Muhammed'i, onun dava arkadaşları olan sahâbeyi de sever. Kısaca Allah'ın sevdiği herkesi ve her şeyi sever. Kur'an'da Allah sevgisi üzerinde önemle durulur. Yüce Allah şöyle buyurur: "İman edenler Allah'a olan sevgileri ise çok fazladır" (el-Bakara 2/115). Şiddetli ve çok sevgi aşk demektir. Bu âyet başta olmak üzere birçok âyette muhabbetullah denilen Allah sevgisine ve ilâhî aşka işaret edilir. Bir müslüman Allah'ı, Resulü'nü ve Allah yolunda mücadele etmeyi babasından oğullarından, kardeşlerinden, eşlerinden, kabilesinden, servetinden, ticaretinden ve meskeninden daha çok sevmekle yükümlüdür. Eğer daha çok sevmezse Kur'an'ın ifadesiyle "Allah'ın hükmü tecelli edene kadar bekleyin, Allah günahkâr bir toplumu hidayete erdirmez" (et-Tevbe 9/24) tehdidine muhatap olur. Bunun anlamı şudur: Bir müslümanın Allah'ı, Resulü’nü ve Allah yolunda mücadele etmeyi yürekten sevmesi ve bu sevgi ve isteğini her zaman diğer şeylerden önde tutması gerekir. Hz. Peygamber "Allah ve Resulü'nü diğer şeylerden daha fazla sevmeyen kimse imanın hazzına eremez" deyince Hz. Ömer, "Ey Allah Resulü! Kendim hariç seni herkesten ve her şeyden çok seviyorum" demiş, Hz. Peygamber de "Olmadı yâ Ömer!" demişti. Hz. Ömer, "O halde seni kendimden de çok seviyorum" deyince Resûlullah "Şimdi oldu yâ Ömer!" buyurdu (Buhârî, “Îmân”, 9; Müslim, “Îmân”, 15). İslâm'da Allah'la kulları arasındaki sevgi karşılıklıdır. Allah kullarını sever, kulları da onu severler. Kur'an şöyle der: "Ey iman edenler! İçinizden her kim dininden dönerse, Allah onların yerine öyle bir kavim getirir ki Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler" (el-Mâide 5/54). İslâm inancına göre Allah Teâlâ vedûd ve velîdir. Yani mümin kullarını çok sever ve onları dost edinir. Kur'an'da Allah'ın hangi kullarını sevdiği şöyle açıklanır: "Allah âdil olanları sever" (el-Mümtehine 60/8; el-Hucurât 49/9). "Allah temiz insanları sever" (et-Tevbe 9/108; el-Bakara 2/222). "Allah takvâ sahibi kullarını sever" (Âl-i İmrân 3/76, et-Tevbe 9/4, 7). "Allah ihsan sahibi dürüst kişileri sever" (Âl-i İmrân 3/148, el-Mâide 5/13, 93). "Allah tevekkül ehlini sever" (Âl-i İmrân 3/159). "Allah sabırlıları sever" (Âl-i İmrân 3/146). "Allah tövbe edenleri sever" (el-Bakara 2/222). Yüce Allah, Peygamberimiz'i herkesten çok sevdiği için ona "habîbullah" (Allah'ın sevgilisi) denilmiştir (Tirmizî, “Menâkıb”, 1). Nitekim Hz. İbrâhim için de “halîlullah” (Allah'ın dostu) ifadesi kullanılmıştır. Burada sözü edilen adalet (kıst, vera‘), temizlik, takvâ, ihsan, tevekkül, sabır, tövbe tasavvufun temel kavramlarıdır. Sûfîler ve velîler Allah'ın sevgili kulu olma mertebesine ermek için bu hususları büyük bir özenle gerçekleştirmeye çalışır, ilâhî sevgiden mahrum olmamak için bunların zıddı olan hususlardan dikkatle kaçınırlar. Çünkü Allah zâlimleri, kâfirleri, günahkârları, kibirlileri, hâinleri, bozguncuları, müsrifleri, saldırganları sevmez (eş-Şûrâ 42/40, el-Bakara 2/176, en-Nisâ 4/107, el-Hadîd 57/23, el-Hac 22/38, el-Mâide 5/64, el-A‘râf 7/31, el-Mâide 5/87). Seven sevgilisine itaat eder, ona tâbi olur, onu razı etmeye çalışır, emirlerine uyar, onu darıltacak davranışlardan sakınır. Kısaca sevginin sonucu Allah'ın emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmaktır. Allah'ın peygamberine uymak Allah'ın sevgisini kazandırır. Onun için yüce Allah buyurur: "Ya Muhammed: De ki eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki O da sizi sevsin" (en-Nisâ 4/80). Resûlullah'a itaat Allah'a itaat demektir: "Resûlullah'a itaat eden Allah'a itaat etmiştir" (en-Nisâ 4/80). Hz. Peygamber, müminlerin Allah için birbirini sevmeleri gerektiğini önemle vurgulamıştır. Kutsî bir hadiste, "Benim için birbirini sevenleri sevmem vâciptir" (Muvatta, “Şiir”, 16; Müsned, V, 233) buyurulmuştur. Hz. Peygamber, "Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız" (Müslim, “Îmân”, 93; Ebû Dâvud, “Edeb”, 131). "Bir kimse kendisi için istediği bir şeyi mümin kardeşi için istemedikçe iman etmiş olmaz" (Buhârî, “Îmân”, 7) buyurarak bu sevgi ile kâmil iman arasında sıkı bir bağ bulunduğuna işaret etmiştir. İslâm, müminleri sevgi ve dostluk bağlarıyla birbirine bağlamış, kaynaştırmış ve böylece fertleri birbirine kenetlenmiş bir toplum meydana getirmiştir. Sevgi bağı hem müslümanları Allah'a ve Resulü'ne, hem de birbirlerine bağlar. Müslümanlar iyi ve kötü günlerde, mutlu ve sıkıntılı zamanlarda daima bir arada olurlar. Hz. Peygamber, "Kişi sevdiğiyle beraberdir" buyurmuştur (Buhârî, “Edeb”, 69; Müslim, “Birr”, 165). Bir müslüman Allah'ın gazabına uğramamak ve cehennem azabından kurtulmak için yaratıcısına ibadet eder. Bu amaçla ibadet etmek câizdir. Genellikle halk, özellikle zâhidler ve âbidler bu maksatla ibadet ederler. Cennete girmek ve oradaki nimetlerden yararlanmak için Allah'a ibadet ise evvelkine göre bir derece daha üstündür. Fakat sırf Allah'ın emrine uymak, rızâsını kazanmak için Allah'a ibadet etmek daha üstün bir mertebedir. Bu ibadet sevgi temeline dayanır. Sevenin sevgilisine itaat etmesi türünden bir boyun eğme ve emredileni gönül hoşluğu ile yerine getirme halidir. Peygamberlerin, sağ iken cennetle müjdelenen on sahâbenin, velîlerin ve âriflerin ibadetleri böyledir. Râbia el-Adeviyye'nin dediği gibi onlar cehennem ve cennet olmasa da Allah'a ibadet eder, ona itaati canlarına minnet bilirler. Nitekim bu konudaki hadislerden birinde, "Suhayb, Allah'ın ne hoş bir kuludur ki ondan korkusu olmasa bile günah işlemez", diğerinde, "Ebû Huzeyfe'nin âzatlası Sâlim, Allah'a âşık olduğundan O’ndan korkmasa bile günah işlemez" (Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, II, 323) buyurulmuştur. Tasavvufta hedef bir müslümanın gönüllü olarak ve seve seve Allah'a ibadet etmesini sağlamaktır. Bu mertebede ibadet insana zor gelmez, tersine ona haz ve huzur verir. İbadet halinde olmaması ise onu rahatsız eder. Hz. Peygamber zamanında var olan bu anlayış ondan sonra gelişerek devam etmiştir. Bu hareketin en önemli temsilcisi hicrî II. (VIII.) asrın ikinci yarısında yetişmiş olan ünlü sûfî Râbia el-Adeviyye'dir (ö. 185/801). Bu tarihten sonra bu anlayışın yaygınlaşarak ve gelişerek devam etmesi tasavvufun İslâmî bir hareket olarak ortaya çıkmasına sebep olan faktörlerin başında gelir. Zühd ile tasavvuf arasındaki en önemli fark zühdde korku, tasavvufta sevgi unsurunun ağır basmasıdır. Zühd hareketinde korku sevgiyi, tasavvuf hareketinde ise sevgi korkuyu kapsar. Zühd âhirette kurtuluşu amaçlayan nisbeten özel bir mânevî hal, tasavvuf ise bu hayata dayanan ama daha çok Allah'ın rızâsını ve sevgisini kazanmayı amaçlayan daha kapsamlı mânevî hayattır. Tasavvufta Allah sevgisinin ne kadar önemli olduğunu göstermek için sûfîlerin üzerinde özenle durdukları ve önemle açıkladıkları şu hadîs-i şerife bakmak yeterlidir. Kutsî hadiste şöyle buyurulmuştur: "Kulum farz ibadetlerle yaklaştığı kadar başka hiçbir şeyle bana yaklaşamaz. Nâfile ibadetlerle de bana yaklaşır. O kadar çok yaklaşır ki ben onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Artık o benimle görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür. Böyle bir kul bana sığınırsa onu korurum, benden bir şey isterse dileğini yerine getiririm" (Buhârî, “Rikak”, 38). Tasavvuf kulun Allah'a yaklaşması ve O’nunla böyle bir mânevî ilişki kurmasıdır. Allah kuluna şah damarından daha yakındır (Kaf 50/16). Allah'ın bir ismi “el-karîb”dir. Yani o her zaman herkese yakındır. Fakat sevdiği kullarına özel bir anlamda yakındır. Allah'ın yakınlığını kazanan insanlara mukarreb denir (el-Vâkıa 56/88-89). Müslümanların iman ve ibadet itibariyle çeşitli dereceleri vardır. Bir hadiste imanın altı, İslâm'ın beş şartı sayıldıktan sonra en büyük mertebe olan ihsan şöyle tarif edilmiştir: "İhsan, Allah'a, onu görüyormuşsun gibi ibadet etmektir, her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görmektedir" (Buhârî, “Îmân”, 37; Müslim, “Îmân”, 57). Kur'ân-ı Kerîm'de, "İhsan üzerine olunuz, Allah ihsan üzere olanları sever" (el-Bakara 2/195; el-Mâide 93) buyurulmuştur. Mutasavvıflar bu hadisten İslâm'ın üç mertebesi olduğu sonucunu çıkarmışlardır. Bunlar sırasıyla İslâm, iman ve ihsan mertebeleridir. İslâm zâhir, iman zâhir ve bâtındır. İhsan ise zâhir ve bâtının hakikatidir. İslâm'da bilgi amelle, amel ihlâsla, ihlâs da Allah'ın rızâsını taleple kemale erer. Bilgi, ihlâs ve rızâ bu üç mertebenin başka bir ifadesidir. Müminler ilim, amel ve mertebe itibariyle birbirinden farklıdırlar. Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulur: "Kendilerine ilim verilenler dere-ce derecedir". "Amel edenlerin de mertebeleri vardır". "Bakın nasıl bazısını diğer bazılarına üstün kıldık" (el-Mücâdele 58/11; el-Ahkaf 46/19; el-İsrâ 17/21). BİRDE LİNK VEREYİM İSTEYEN BAKSIN http://sorusor.diyanet.gov.tr
-
Şükrü Hüseyinoğlu 09-06-2008 15:56
Bülent kardeşim, yazıyorsun yazmasına da, söylediklerinin gerçekle örtüşmesine de dikkat göstersen iyi olacak. İslamoğlu'nun eleşitirilen yönü sadece yöntemi değil ki. Bir makas değişiminden söz ediyoruz ve bunu da örneklendiriyoruz. Bu konuda bir tepki hattı oluşturup İslamoğlu'nu bu yanlış yoldan alıkoymaya çalışıyoruz. Bunu da öncelikle İslamoğlu için yapıyoruz. Çünkü İslamoğlu'nu seviyoruz, değerli birikimini önemsiyoruz. Bir kardeşimizin makas değiştirmesine, Kur'an dışı anlayışlar karşısındaki duruşunu yitirme trendi göstermesine engel olmaya çalışıyoruz. İslamoğlu'nun dostları olarak yapıyoruz bunu, ki dost gerektiğinde acı söyler. Sadece şu iki soruya cevap istiyorum senden: 1- İslamoğlu'nun oy kullanmakla ilgili soruya "Oy vermeyelim de koy mu verelim" şeklindeki cevabı diplomatik bir üslup mudur, yoksa oy vermeyi cahili sistemin işleyişine katılmak olarak görüp reddeden Müslümanlara yönelik bir itham ve hatta alaycılık mıdır? 2- İslamoğlu'nun Said Nursi'yi savunayım derken Ebced hesabıyla gayb avcılığı yapılmasını dahi meşrulaştırmaya çalışmasını, bunu sıradan, normal bir yönelim olarak göstermeye çalışmasını ve son olarak da torpil/iltimas manasında bir şefaat anlayışına kapı aralamasını (yukarıdaki yorumlarımda ayrıntıları var) nasıl değerlendiriyorsun? Bunlar üslup ve metod meselesi midir?
-
Bülent Şahin Erdeğer 09-06-2008 14:31
Bu üslupla hiçbir yere varılamaz. Bu üslup ıslah edici, onarıcı, kardeşçe ve sıcak bir üslup değil. Kur'an merkezli Müslümanlar birbirlerini "böyle" eleştirmemeli. Eğer siz en yakınınızdakine böyle bir dil kullanıyorsanız diğer insanlara karşı nasıl bir dil kullanacaksınız onu kestirmek zor değil. Ben İslamoğlu tekfir ediliyor demedim. İslamoğlunun da ifade ettiği ve benim de katıldığım üzere kendine sufi diyen ama Kur'an ve Sünnete muhalif olmayan kişi ya da düşünceler sırf adından ve tarzlarından dolayı tekfir edilemezler bunu dedim. Buna da örnekler verdim. Senusiyye gibi... Bu arada modernist, sapık, mezhepsiz, şii, vahhabi filan denmişti de ilk defa postmodern dendi onu da ithamlar listemizdeki güzide yerine koyuyorum Postmodern de olduk Burada sorun şu. Tüm Müslüman öncülerin aynı şekilde düşünmeleri ya da aynı yönteme tabi olmaları gerekir mi? Aramızdaki farklılıklar temel konularda ifrat ve tefrite kaçmadığı sürece müsamaha gösterilecek farklılıklar olmalı. En azından ben böyle düşünüyorum. Postmodernistlikle itham edilmeyi göze alarak Mustafa İslamoğlu 80ve 90lardan bu yana Türkiye'de Kur'an merkezli bilinçlenmenin yaygınlaşması için çaba göstermiş emek sarfetmiş bir öncü. Türkiye'li Müslümanlar'ın bir "değeri" İslamoğlu kendi durduğu yerde Akabe camiası bünyesinde kendine özgü bir söylem ve metoda sahip. Dolayısıyla bizim itirazımız böyle emektar bir öncünün ve onun şahsında bir camianın kolay biçimde "Kur'an-dışılık" "ilkesizlik" "hurafelere tavizcilik" gibi ithamlarla hem de en yakınındaki kardeşlerince maruz bırakılmasına yöneliktir. Bu kodar kolay ve sert olmamalı.... O tarihte Muhammed Abduh'un izlediği yöntemi tercih ediyor. Siyasete aktif katılım yapmadan ama siyasi duruşunu ifade ederek ve daha çok eğitim faaliyetine yoğunlaşarak bir ıslah faaliyeti... Özellikle 28 Şubat sonrası Akabe Vakfı şubelerinin kapatılmasının ardından hem İslamoğlu hoca hem de arkadaşları "örgütsüz", halka açık tebliğ ve irşad faaliyetlerini (tefsir dersi, cuma hutbesi vb.) metod olarak benimsediler. Muhatabını belli bir disiplin içine almayan ve sadece mesajı ulaştıran bir tarzdı bu. İslamoğlu hocanın söyleminde ise bu açık eğitim yöntemi Diğer İslami camiaları doğrudan hedef almayan, eleştiriyi açıkça ve itham edici şekilde ifade etmeyen deyim yerindeyse daha "diplomatik" bir dil kullanarak yapıyordu. Yani yanlış gördüğünü doğrudan ve öncelikli olarak söylemek yerine doğru bildiğini ifade etmek, düzeltmeye yönelik samimi bir diyalog kurmak... Bu "dil" elbette Ahmet Örs abimiz gibi farklı bir söylem ve metot belirlemiş müslümanlarca kabul edilmedi ve eleştirildi. "Eleştirilecek noktaları da vardı." Ama herşeyden önce bunun bir metot farklılığı olduğu konuşulmalı. Onun için İslamoğlu doğrudan Tasavvufa saldırı okları fırlatmıyor ama öncelikli doğru gördüğü nefs tezkiyesini anlatıyor doğrusunu ifade ettikten sonra tasavvuftaki probşemli noktaları tasavvurları masaya yatırarak inceliyor. Kararı da okuyucuya bırakıyor. Muhatabına sonuçları dikte ettirmek yerine onu sonuçlara götüren bir yol çiziyor. Söylemindeki "diplomatik uslup" ise başka kardeşlerimizin aciliyetle ifade edilmesi gerekir dediği bazı konuları zamana yaymayı beraberinde getiriyor. Eğer konuşulacaksa ya da eleştirilecekse bu metodun faydaları ve zararları bizzat metodun uygulayıcısyla bir kardeş sohbetinde dile getirilmeli. Selam ve Dua ile. Kur'an Nesli Dergisi Edİtörü Bülent Şahin Erdeğer
-
Tasavvuf ve İslam kitabından 05-06-2008 18:19
Arapça suf, yunanca sophia (hikmet) veya Ashabı Soffaya izafeten verildiği söylenen bu isim aslını nereden alırsa alsın, çıktığından, kullanılmaya başlanıldığından bu yana bilhassa müslümanlıkta önem kazanmış, yayılmış ve nerede ise asıl İslam veya İslam’ın aslı sayılagelmiştir. Araştırmacılar tasavvufun en erken hicrı ikinci asırda çıktığını söylüyorlarsa da, daha sonra yapılan araştırmalar bu sanının yanlışlığını ortaya çıkarmış, başlangıcının miladı sekizinci yüzyıl sonu ve dokuzuncu yüzyıl başları olduğunu ortaya koymuşlardır. Tasavvufun her ne kadar başlangıcını Peygamber'in şahsına, onun en yakın arkadaşlarından Ebu Bekir ve Ali’ye ve daha sonra başkalarına dayamak isterlerse de gerek Kur'an'ı ahlak edinen Peygamber'de, gerekse kendilerini ona benzetmeye çalışan arkadaşlarında ve tabii en temelde Kur'an'da tasavvufla ilgili açık ve anlaşılır motiflere rastlamak mümkün değildir. Her ne kadar peygamberin bazı arkadaşlarında tasavvufu çağrıştıracak bazı temayüller görülmüşse de buna muttali olan Peygamberin bu yönelişleri hemen önlemeye çalışması da göstermektedir ki sufiliğin İslamla alakası bulunmamaktadır. Hatırlayacağınız gibi Peygamber'in arkadaşlarından bazılarının günlerce belki aylarca kimseden habersiz ve kendi kendilerine mütemadiyen akşama kadar oruç tuttukları ve sabaha kadar da nafile namaz kıldıkları, hanımları tarafından kendisine aktarılınca Peygamber'in: "Size ne oluyor? Ben size gönderilmiş Allah'ın elçisi değil miyim? Ben oruç da tutuyorum, yemek de yiyorum. Namaz da kılıyorum, hanımlarımla da yatıyorum" dediğini kaynaklar aktarıyor. Bize gelen rivayetlerde böyle davranan sahabeden bazılarının, bu ibadetleri süresince hanımlarıyla da temasta bulunmadıklarından Peygamber, bu hanımların şikayetleri vesilesi ile haberdar olmuştur. Cevabı sözlerinden de rahatlıkla anlaşılmaktadır durumun böyle olduğu. İslam "Lailahe illallah" (Allah'tan başka ilah yoktur) esasını getirmiş ve insanlar arasında bunu yerleştirmeyi hedef almıştır. Tasavvuf ise bu esasla bağdaşması mümkün olmayan "La mevcude illallah" (Allah'tan başka mevcud yoktur) akidesinin sahibi olmuştur. Ki bunun meşhur adı "VAHDETİ VÜCUD" (Vücud Birliğidir) Allah Kur'an'da: "Allah, yarattıklarından hiçbirine benzemez." (42/11) buyurduğu halde, tasavvuf, yaratılanların tümünün Allah'ın benzeri olduğu inancındadır. Bu kanaatte oluşu nedeni ile de tasavvufun meşhur isimlerinden ve ona şeklini verenlerden Muhyiddini Arabı FüsüsulHikeminde: "Hakikat budur ki Halik, Mahluk, Halik'tir. Bunların hepsi tek bir varlıktandır. Hayır, belki O, tek varlıktır. Ve yine O, çokluk halinde olan varlıktır" (s. 78-79) diyor. Ve aynı akidenin bir tezahürü olarak devamla kitabında: "Şu halde Firavnun iddia ettiği "Ben sizin yüce Rabbınızım sözü gerçekleşti. Çünkü her ne kadar o iktidar Hakk'ın aynı ise de Firavnun suretinde tecelli etmiştir." diye sürdürmektedir inançlarını açıklamayı. Bu açıklamaları sürdürmek ve çoğaltmak kolay ve mümkündür. Yalnızca akide konusunda vermeye çalıştığımız bu görüşler İslam’ın ayrı bir din, tasavvufun ayrı bir din olduğunu akidelerinin benzemezliği bakımından ortaya koymaktadır. Konuya mukayeseli olarak bakıldığında görülmektedir ki gerçekten İslam bir ayrı din, tasavvuf da bir ayrı dindirler. Birinci olarak bu ayrı dinlerin akideleri birbirine hiç benzememekte, biri diğerinin aynısı olarak değil, ayrısı olarak görünmektedir. İslam akidesinde Allah; varlığı ezeli ve ebedi olan, eşi, ortağı ve benzeri bulunmayan Yaratıcıdır. Kendisi var iken, başka hiçbir şey yok idi: Ve Allah, yarattıklarından hiçbirine benzememektedir. Tasavvufta ise Allah ve yarattıklarının tümü bir varlıktır. Vücud Birliği (Vahdeti Vücud) Yaratanla yaratılanın aynı olduğu görüşüdür. İslam akidesi ile taban tabana zıt olan bu görüşü akide edinen tasavvuf, saliklerini İslam’dan uzaklaştırmıştır. Esas sapma da bu akide sapmasından kaynaklanmaktadır. İslam dininde kainat yoktan yaratılmıştır; gelip geçicidir. Yalnız onu yaratan, yoktan vareden Allah kalıcıdır. Kainat ile Allah arasında öz bakımından ayrılık vardır. Tasavvuf bu görüşü benimsemez. Tasavvufa göre kalıcı (ezeli ve ebedi) olan Allah tarafından yaratılmış ne varsa onunla eş niteliktedir. Çünkü yaratılan, yaratanın bütün özelliklerini yansıtır. Yaratılan, yaratanın görüş alanına çıkmasından başka birşey olmadığı için, ikisi arasında öz ayrılığı yoktur. Öyleyse yaratılanla, yaratan eş varlık düzeyindedir, birbirinin iki ayrı görünüş türüdür. Yaratılan kainat, yaratan Allah'ta vardır (vahdeti vücud). Yaratılma olayı Allah'ın özünden gelen, dışa vuran bir fışkırmadır; yoktan varediş değildir. Vahdeti Vücud anlayışı, Anadoluda gelişen ilk çağ felsefesinin temel ilkelerinden birisidir. Tanrı ile kainat arasında birlik olduğunu ilk ileri sürenler Herakleites ile Parmenides'tir. Bu görüşü daha sonraki çağlarda Yunan filozofu Eflatun yeniden ele alarak geliştirdi; ondan sonra gelen ve Eflatun'un izinden yürüyen Platines de ayrı bir açıdan yorumladı. İslam dininin doğuşundan sonra özellikle ilk çağ felsefesine bağlı kalan filozoflar ve mutasavvıflar bu görüşün etkisi altında kalarak onu İslam dini ilkeleriyle bağdaştırmaya çalıştılar. Bu bağdaştırmayı yaparken eski İran ve Hint kültüründen, özellikle dini inançlarından yararlandılar. Mansür, Senai, Zunnün-u Mısrı, Şeyh Attar, Şebüsteri, Celaleddini Rumi, Muhyiddini Arabı, Nesimi gibi filozof ve şairler başta gelir. Özellikle Muhyiddini Arabi bütün düşüncelerini Varlık Birliği (Vahdeti Vücud) üzerinde toplayarak bu görüşlere bir düzenlilik kazandırdı. Vahdeti Vücud anlayışının en çok tutunduğu ve yayıldığı yer İran'dır. Gerek nitelikleri, gerekse ihtiva ettiği düşünceler bakımından Vahdeti Vücud anlayışı İslam’ın şeriat ilkelerine karşıttır, onlarla bağdaşamaz. Çünkü İslam dininin temel ilkesi kainatın yoktan, Allah tarafından yaratıldığı inancına dayanır. Kainat ile Allah (Yaratılanla, Yaratan) arasında öz (zat) değil, görünüş bakımından bile en küçük bir benzerlik, yakınlık yoktur. Kur'an, Allah insanın düşüncesinin, aklının sınırlarını aşan bir yüce varlıktır; O, insanın düşünebildiklerinin hiçbirine benzemez, eşi ve benzeri yoktur. Bu bakımdan Allah ile Kainatı, bir sayan Vahdeti Vücud anlayışını reddeder. Bugün hemen bütün müslümanlar arasında derece derece var olan Vahdeti Vücud anlayışı tasavvufun vaktiyle İran'da tutunmakla kalmadığını, bugün müslümanların ezici çoğunluğunu oluşturan İslam’a sonradan giren ve ana dili arabça olmayan müslüman topluluklar arasında yayıldığını göstermektedir. Başlangıcı itibariyle ilk yıllarını takiben diğer din salikleriyle karşılaşan ve onların müslüman olmalarıyla da girdikleri İslam’a getirdikleri eski dinlerinin kalıntılarının oluşturduğu tasavvuf zamanla dallanıp budaklanmış ve yayılmıştır. Kaynakların belirttiğine göre müslümanların tarihinde ilk tekkenin açılışı şöyle olmuştur: Suriye'nin Ürdün'e yakın bölgelerinde daha yoğun bir hıristiyan kitle ile birarada yaşayan müslümanların bazılarının komşusu hıristiyanlardan: "Sizin dininizde daha dindar olmak için ne yapılır" sorusuna aldıkları "Kendini dine adayan kişi bir lokma bir hırka ile bir manastıra kapanır ve orada kendini Allah'a adar" cevabı, soru sahiplerine ilk tekkeyi açmak (kurmak) için yol gösterici olmuştur. Peygamber "Kitab nedir, iman nedir bilmezken" (42/52) çeşitli yerlere gittiği gibi mağaralara da gidiyor ve yalnız kalarak düşünüyordu. Lakin kendisine Rabbi Allah tarafından "Ne yapacağını bilmez iken bulunup doğru yol gösterildikten" (93/7) sonra ömründe (hicreti sırasında yalnızca düşmanlardan gizlenmek için saklanması hariç) hiç mağaraya yani inzivaya, yalnızlığa çekilmezken ve takvayı insanların arasında yaşayarak, hayatının vasfı haline getirmeye çalışırken tasavvuf ehli bunun tam tersini ahlak edinmişlerdir. İnziva; bir köşeye çekilme ve çekilip hiçbir işe karışmama, dünya işlerinden vazgeçme manasındadır. İs1am'da ise insan için en olmadık şey, olmayacak şey inzivadır. Hem şahsı açısından, hem aile efradı açısından, hem konu komşusu ve akrabaları açısından, hem de toplum açısından bir müslümanın hiçbir sebeble kendini tecrid etmesi düşünülemez. Hele kendisine tebliğ görevi yüklenmiş biri olarak müslümanın böylesi bir dünyadan eletek çekmesi üzerindeki farzları yerine getirmekten vazgeçmesi demektir ki hiç bir surette böylesi bir işe yol bulabilmesi mümkün değildir müslüman olarak. İslam’da sevap böyle dünyadan eletek çekerek değil, insanların içinde, toplum halinde yaşayarak ve normal bir hayat sürdürerek Allah'ı razı etmekle kazanılır. İslam böylesi bir davranışa, kişinin kendini toplumdan soyutlamasına izin vermediği gibi, kendi kendine böylesi bir izni almış gibi davrananı da cezalandırır. Zira bu kişi nefsini, Allah'ın emrettiği şeylerden uzak tutmaktadır. Bu sebebledirki Peygamberin gününde inzivaya çekilen yoktur. Bu husustaki haberler de uydurmadır. Riyazete gelince; nefsi kırma, dünya lezzetlerinden ve rahatından sakınma, kanaatla yaşama, perhize girme demektir. Bu suretle nefsini terbiye etmeye çalışma tasavvufun İslam’a soktuğu İslam dışı bir davranıştır. Zira Allah Kur'an'da bir çok kere "Yiyiniz, içiniz!..." buyurmaktadır. Olduğu halde yememek, içmemek açıkça nefse eza vermektir ki İslam’da nefse eza vermek de zulüm olarak tanımlanmıştır. Zulmün her türlüsü de haram kılınmıştır. Mesela oruç bir ay boyunca müslümanlara, daha öncekilerde olduğu gibi farz kılınmış, lakin güneş battıktan sonra da yiyip, içmek de (yani dünya nimetlerinden yararlanmak da) gerekmektedir. Oruç tutmak farz olduğu gibi iftar etmek de farz kılınmıştır. Tam gün oruç tutmak haramdır. Kişinin nefsini nasıl terbiye edeceğine de terbiyecisi edindiği Rabbi Allah karar vermekte, işi kişinin kendine bırakmamaktadır. Halbuki riyazet; olduğu, bulunduğu halde kişinin nefsini terbiye edeceğim diye, var olan dünya nimetlerinden kendini mahrum bırakmasıdır. Bu mahrum bırakma o derecede uygulanmaktadır ki takva uğruna vücudlar halsiz ve takatsız bırakılmakta, hatta kendilerinin hanımları üzerindeki haklarına riayetten onları alıkoyduğu gibi, hanımlarının de kendileri üzerindeki haklarını onlara vermelerinden bunları alıkoymaktadır. Yani haksızlık etmeyi takva yolu kabul etmektedirler. Kimisi takvasından ve hayası nedeni ile yıllardır hanımı ile ünsiyet etmemesiyle övünebilmektedir. Kişiyi tamamen bir rahib hayatına sevkeden (budist rahibi veya hırıstiyan keşişi olsun) bu tür davranışların bir benzerini Peygamber'in hayatında görmek mümkün olmadığı gibi Kur'an'dan da buna yol bulabilmek kabil değildir. Kişiyi ruhbanlığa götürecek bu yollar İslam ile kapatılmıştır. Zira ruhbanlık yasaklanmış ve Peygamber dahil kimseden böylesi davranışlar istenmemiş, aksine var olan dünya nimetlerinden onlara esir olmadan kabil olduğunca yararlanılması ve bunun için Allaha çokça şükredilmesi istenilmiştir. Allah'a teslim olmamış insan elbetteki yürümesi gereken doğru yolu bulamamakta, yolun dışına çıkmaktadır. Allah buna "Fahşa-aşırılık" diyor. Ve insanları aşırılıktan sakınmaya çağırıyor. Doğruyu tesbit insanın kendine kalınca her önüne gelene doğru demesinin önüne geçilememektedir. Yukarıda anlatmaya çalıştıklarımız da yani inziva ve riyazet de kişinin hevasına uyarak kurduklarını doğru kabul etmesi sonucu ortaya çıkarılmış şeylerdir. Rabbi olan Allah'a teslim olanın ise bu gibi kulluk yollarından uzak durmaları gerekir. Zira insanlara doğru yolu bildiren gerçekten Allah’tır. Tasavvufun bir yandan İran eski dini ile Hind dinlerinden etkilenerek ortaya çıktığı, diğer yandan hıristiyanlarla temas neticesi onlarda bulunan stoacı ve hermesci düşüncelerden etkilenerek şekillendiğini yukarıda anlatmaya çalıştık. Şimdi İslam ve tasavvuf arasındaki karşılaştırmalara devam edelim. Yukarıda bu iki dinin akidelerini karşılaştırmış ve birbirinden ne denli uzak esasları akide edindiklerini göstermiştik. Şimdi başka hususlarda karşılaştırmalar yapalım. İslam'da zahire göre hüküm verilir. Zahir, insanlar arasındaki ilişkilerde esastır. Buna göre muhakeme olunurlar. Olaylar ve davranışlar buna göre değerlendirilir ve kabul veya reddedilir. Örneğin İslamın kerih gördüğü bir davranış göründüğünde bu reddedilir. Maruf, münker açıktır. Maruf yapılması gereken şeyler iken, münker kaçınılması gereken şeylerdir. Tasavvufta ise asıl olan zahir değil, batındır. Batın; gizli, görünmeyen, bilinmeyen demektir. Buna göre görünmeyen, bilinmeyene göre hareket etmeyi esas almaktadırlar. Bu düşüncelerinin sonucu da görüntüde haram olan bir işi rahatlıkla yapabilmekte ve sonucunda "Bu görünen size öyle görünmektedir. Zahirde böyledir. Lakin batınında iş sizin bildiğiniz gibi değildir ve şöyle şöyledir" demektedirler. Bu cümleden olarak birçoğunuzun bu ve benzerlerini hemen hatırlayıvereceği gibi mesela "mürid şeyhini, önünde rakı sofrası ve yanında fahişelerle bile görse kalbini bozmamalı ve bana görünen (zahir) böyle, kimbilir mübarek zat batında ne haldedir. Benim olayı böyle görmem bendendir demeli ve şeyhi hakkındaki kanaatında hiçbir değişiklik yapmamalıdır. Hatta böyle gördükçe şeyhi hakkındaki imanı daha da artmalıdır." Bu ve benzeri düşüncelerin inançlaşması, zahiri ölçü edinmeyip, ne olduğu bilinmeyen, gizli olan batını ölçü edinmekten kaynaklanmaktadır. Durum böyle olunca da yeryüzü ifsad olmakta, bütün doğrular eğrilmekte, bütün eğriler rahatlıkla doğrulaşmaktadır. Bir diğer konuda yapacağımız mukayese de dikkatleri çekecektir. İslamda insan kullukta ilerledikçe sakındığı şeyler çoğalır, sakındığı şeyler çoğaldıkça kullukta ilerlerken, tasavvufta mertebe kat ettikçe mükellefiyetler azalmakta, hatta tümüyle kalkmaktadır. Akidevi bakımdan mübtedi bir mutasavvıf "Ben Hakk'ım" diyemezken, seyri sülukta ilerledikçe "Ben Allahım" diyebilmektedir. Bayezidi Bistami "Kendimi tesbih ederim. Benim şanım ne yücedir." derken, İbni Arabi "Yaratılan, yaratılmış olandır. Ben O ,ve O benim" diyebilmekte, buna paralel olarak da, Yunus "Bir ben vardır, bende, benden içeru..." diye sürdürmektedir. Ve giderek namazı, niyazı küçük gören, cenneti istiskal edip istemediğini söyleyen ve isteyenlere verilmesini söyleyerek "Bana seni, gerek Seni..." diyenler de bunlardır. Ve yukarıdaki sözlerimizi doğrulayan tasavvufi tezahhürlerdir. Akidevi açıdan işi o denli ileri götürürler ki "Hatta 'Füsüs ve Fütühatı Mekkiyye' isimli eserlerin sahibi Muhyiddini Arabi "hırıstiyanlar tanrılığı sadece İsa ve annesine hasretmelerinde yanıldılar"(1) demektedir. Diğer yandan aynı düşünce Molla Cami'de "Bunlar abdal tabakasına girmeden önce nikahlanırlar... Fakat abdal tabakasına girdikten sonra o işi terketmişlerdir. Artık ona bir daha dönemezler. Zevceleri ile sohbetten ve çocuklarından ayrılırlar. Bir daha zevceleri ve çocukları ile sohbet edemezler ki bu onların malumu olsun. Onlar sünnete riayet etmede, nikah hususunda mübalağa ederler. Hatta öyle ki, bir yabancı kimse evlerine geldiği zaman, bir gün veya bir hafta kalsın ve o hanımı ile nikahlanarak onun hakkını versin isterlerdi. Daha sonra o adam o kadını bıraksın ve kadın da onun kim olduğunu bilmesin"(2). Tasavvufla ilgili ne kadar önem atfedilen eser var ise bunların tümünde yukarıda anlatmaya çalıştığımız hususlarla ilgili yüzlerce örnek bulmamız mümkündür (3). Akidesi, kabul ettiği ana ölçüleri, ana kavramları ile birbirinden gerçekten farklı iki din; İslam ve tasavvufun görünürdeki bazı benzerlikleri, kendini meselenin dışında tutanlar için aldatıcı olmakta, yanılmalarına sebeb olmaktadır. Biri, diğerinin yerine ikame edilmek istenilen şeylerin herşeyden çok birbirine benzemeye ihtiyaçları vardır. Hiç değilse görünürde sağlanacak bu benzerlikler, düşünce seviyesi düşük olanları kolay kandırabilmektedir. Allah katında kabul görmeyecek nice sapık dinde de bazı doğruların bulunduğu bilinen bir husustur. Zira herşeyiyle sapık olanların tefriki kolay olması, tefriki güçleştiren unsurlara ihtiyaç duyulmamaktadır. Mesela bugün demokrasinin ve hatta laikliğin islamlaştırılması, İslamın tümüyle reddedilmediğindendir. Madem ki bu başarılamamaktadır o takdirde demokratik İslamdan ya da laik islamdan bahsetmek gündeme getirilmekte, demokratik ve laik kavramlar İslam'da yaşatılmaya çalışılmaktadır. Kaldı ki ne demokrasi, ne de laiklik uzaktan yakından İslam’la ilglidir. Hiç bir surette birbirine yakınlığı bulunmayan bu kavramlar tamamıyla reddedilemeyen, insanların akıl ve kalplerinden çıkarılmayan İslama sokulmaya, orada yaşatılmaya çalışılmaktadır. Kadir olsa idiler mutlaka İslam'ı tümüyle, ismi dahil ortadan kaldırmayı ve yerine kendi dinlerini ikame etmeyi isterlerdi. İstemişlerdir de. (1) Bkz. İktibas Dergisi, 104. sayı, 26. Sayfa, 1. sütunda Şeyhülislam Mustafa Sabri'nin Vahdeti Vücud isimli makalesi. (2) Nefahafül Üns; Molla Cami, Osmanlıcaya çeviren: Bedir Yayınevi, Yayıncısı: Mehmed Şevket Eygi, 1. baskı, 1971, İstanbul, Sayfa: 42. (3) Bkz. Nefahat’ül Üns (Ercümend Özkan, Tasavvuf ve İslam adlı kitaptan)
-
ehliislam 05-06-2008 17:17
"Vahyi hakikatleri bir kenarda tutarak her tarafı kucaklamak, Müslümanlar arasında zaten düzeltilmesi gereken bir temel hastalık olarak orta yerde duruyorken, bir üstad ağırlığıyla bu hastalığı keskinleştirmek, bütün tevhidi süreçlere indirilmiş ağır bir darbeden başka bir şey değildir ve asla tevili mümkün olamaz."
-
Mustafa 05-06-2008 14:50
mustafa islamoğlunu ya da bir başkasının eleştirilmesine karşı çıkanler müslümanların koyunlaşmasını mı istiyor.. niçin eleştirilmeyecekmiş islamoğlu ya da bir başkası, ekleştirilir. eleştiri hakzızsa bu ortaya konur.
-
TEVHİDE DOGRU 05-06-2008 12:46
sitemize göndermiş olduğunuz yorumunuza cevaben : ortaya koymuş olduğunuz davranış nedeniyle iyi ettiğinize inanıyorsanız ki, öyle söylemişsiniz, bunun doğal sonuçlarına da katlanacaksınız. feryadı figan etmeye gerek yok. siz birilerini ıslah edeceksiniz, peki sizi kim ıslah edecek ? müslümanların düşünce dünyalarına ipotek koymak da neyin nesidir ? altını çizerek bir daha söylüyoruz ki, herkes sizin gibi düşünmek zorunda değildir ve siz kendiniz gibi düşünmeyen, olaylara sizin bakış açınızla bakmayan diğer müslümanları hizaya getirme ya da ıslah etme hakkına sahip değilsiniz. eğer eleştiriler sağlam dayanaklar içeriyorsa eleştiri vasfı kazanırlar, aksi halde yapılan saldırı ve dil uzatmaktan öte bir şey değildir. evet, islamoğlu'na saldırılmıştır, hatta bunun da ötesinde bir grup insanın görüşlerini paylaşmayan diğer tüm müslümanların düşünce dünyalarına da hücum edilmiştir. bir başka ifadeyle ahmet bey adına yaraşır bir biçimde İslamoğlu'nu ve onun şahsında sizler gibi düşünmeyen diğer tüm müslümanları örselemiştir. kendisine bu yolda başarılar dileriz. ayrıca bizim sorunumuz şu veya bu site ile değil, müslümanların düşünce dünyalarında tekel oluşturmaya çalışan zihniyetin mensubları iledir. hakkınızı helal etmeme meselesine gelince, ister edersiniz ister etmezsiniz, biz size hakkımızı helal eder miyiz acaba, önce bunu bir düşünün. zira Allah, sadece sizin Allah'ınız değil, ahiret de yalnızca sizin hak talep edebileceğiniz bir hesaplaşma meydanı değildir. her şey karşılıklıdır. bunun yanı sıra müslümanlıktan ve insanlıktan bahsedenler sadece söz konusu habere değil, diğer makalelere de zaman zaman göndermiş olduğumuz, hakaret ve tehdit içermeyen ancak kendi işlerine gelmediği için yayınlamadıkları yorumlarımızdan haber versinler. tencere dibin kara seninki benden kara. Ankara valisi nevzat tandoğan örneğini vermezden önce, sizin, bir okurumuzun yorumunda kendisinden bahsettiği geçmiş cumhurbaşkanlarından biriyle aynı çizgiye gelmiş olmanız söz konusudur. tek tip insan, herkes böyle bakacak efendiler, herkes böyle düşünecek, yoksa... yoksa batıldır, hükümsüzdür, geçersizdir... ayrıca islamoğlu'na gelinceye kadar eleştirilecek o kadar çok insan var ki, ahlaksızlar, uzlaşanlar, dünyalık menfaat için ahireti satanlar... neler var neler.. hasıl-ı kelam, önce kendi yürüyüşünüzü düzeltmelisiniz. başkalarına verip veriştirmeden önce kendi özeleştirinizi yapamalısınız. bizim çizgimiz bellidir, yaptıklarımız, yazdıklarımız, çizdiklerimiz ortadadır. her hal ve şartta değer üretenlere sahip çıkmak ise ayrıca boynumuzun borcudur. selam olsun hidayete tabi olanlara...
-
taha 04-06-2008 17:34
Buraya yorum yazan insanlar tasavvufa karşı neden bu kadar kinli.Sizler İslamı ruhsuz bir din mi zannetdiniz.Tasavvuf aleyhine konuşabilen kaç tane alim sayabilirsiniz. İlmi aklını geçen İbn Teymiye ve onun talebeleri dışında.Bir de hukuk fakültesi mezunu hiç bir islami altyapısı olmayan Ercüment Özkan. Yüzyıllardır binlerce mutasavvıf yanılmış şirke düşmüş de bu üç beş kişi doğruyu kavramış ha! Aklınıza yazık ! Allah(cc) islah etsin. Cibril hadisi 3 şeyden bahseder. Tıpkı İslam gibi. İtikad, ibadat,ahlak.Tasavvufda ahlakla alakalı olan konulardır.Sonradan bazı tarikatlere bidatlar bulaşmış oalbilir, bu doğrudur. Bu bozuk olanlara herkes karşıdır. Amma tümüne karşı olmak müslümanca bir tavır değildir, olmamalıdır.Bu yanlış fikirlerinizden rücu etmeniz dileğiyle....
-
Ebubekir AKTAŞ 04-06-2008 10:53
YAZIYA GELEN YORUMLARI OKUDUM. GÜLÜYORUM MÜSLÜMANLARIN HALİNE YAHU SİZE NE OLUYOR BIRAKIN MUHATAP KENDİNİ SAVUNSUN SİZMİSİNİZ AVUKATIDA HOCAYI SAVUNUYORSUNUZ DİĞER TARİKATLARDAN FARK KALMIYOR BENCE YAZAR HOCANIN FİKRİNE KATILMAMIS VE YAZAR OLMASI SEBEBİYLE DE BUNU YAZMIS NE VAR BUNDA ALLAHTAN SİZLER SAHABE TOPLUMUNDA YAŞAMADINIZ VALLA HALİNİZ HARAPTI. BIRAKIN İSLAMOĞLU KONUSSUN TABİ KONUSURSA SİZİ ADAM YERİNE KOYUP!SÖZÜM HOCAYI SAVUNANLARA MANGALDA KÜL BIRAKMAYANLARA SİZ NE BİÇİM MÜSLÜMANSINIZ SANKİ YAZAR TEKFİR ETMİŞ DİN DISINA ATMIS YAHU KARGALAR GÜLER SİZE NEDEN ELEŞTİRİLEMEZ Mİ İSLAMOĞLU YOKSA ŞEYH Mİ KUTSALINIZ MI VALLA ÖYLEYSE HALİNİZ HARAP!
-
mustafa çavdar 04-06-2008 10:02
tasavvuf ve tarikatların şu durumdaki durumları kurnan-ı kerim ve islamiyetin önündeki en büyük engel islamı yaşamak isteyenler bu tarikat ve cemaatlara yem oluyorlar sonra da bu insanlar bunları islam dini zannediyorlar gidin görün rezilliği kuranı kerimin anlaşılmaması için ne kadar çaba sarfettiklerini kimisi kuranı kerim meali yerine mektubat okutuyorlar kimisi de risalei nur okuyor, buna da kuranı kerimin tefsiri diyorlar bunları ALLAH emrediyor mu Peygamberimiz örnek olarak yaşamış mı kuranı kerimden var mı delilleri bu ayetleri nasıl anlayacağız 6/159. Dinlerini parça parça edip, gruplara ayrılanlar ile senin bir ilgin yoktur. 30/32. Dinlerini parçalayan ve kendileri de grup grup olanlardan. olmayın Her gurup kendi yanında olanlarla sevinir. 50/45 Kur’an ile öğüt ver. bunlar ŞİRK yuvaları kimsenin bunları din adına güzel göstermeye hakkı yok bunlar ALLAH ile aldatıyorlar ALLAHA emanet olalım
-
Ahmed Yıldız 04-06-2008 01:23
bu haberi okuyunca aklıma 1 veya 1.5 yıl önce haksöz sitesinde camilere bayrak asma konusunda münib engin noyan'a haksöz tarafından getirilen eleştirinin nasıl sami hocaoğlu tarafından küfür olarak algılanıp haksözdeki kardeşlere demediğini bırakmadığı makalesi geldi. Bu nedenle bence eleştirileri küfür olarak algılayan ve sadece başkasını rahat eleştirirken kendisini eleştirilmez gören insanları eleştiren haberler yapmayın yine kötü olan altta kalan siz olursunuz.
-
Batnai 04-06-2008 00:36
Anadolu coğrafyası nedense modernlik öncesi ve modernlik sonrası dönemlerde dahil olmak üzere ilmin, belkide bazı şartlardan dolayı seçkin insanların arasında kaldığı vakıasına binaen; kitabi bir kültürden ziyade, 'gayr-ı kitabi' yani efsane ve hurafe türü nev'işahsına münhasır bir sözel kültüre dayandığı söz konusudur. Gerçi sözel kültür, her zaman bir temelsizlik üzerine mi kuruludur. Tabii ki hayır! Ama, yüzlerce yıllık bir zaman dilimini baz alır isek, sonuca hayır diyemeyiz. Bir defa ilim, en başta kendine özgü bir yerliliği, yerleşikliği, şehir olgusundan neş'et eden -kaynaklanan- bir medeniliği gerektirir.Yüz yıllar önce bu ülkenin Müslüman olmuş yerli halkları -Ermeniler, Rumlar vs.- Asyatik şirk hallerini bir miras olarak taşımadıklarından olsa gerek, büyük bir ihtimalle Anadoluluktan kaynaklanan yanlışları kendilerine bir samimiyet içerisinde sunulduğuna inandığımız tevhidi özü barındıran İslam inancı ve o inancın samimi erlerinin samimiyetlerine binaen müslüman olmuşlar ve İslam'ıda son tahlilde bir mediniyet durumu içerisinde yaşamışlardır. Beri yanda Asya'dan kopup gelen ve aynı zamanda da tevhidi mesaja şeklen sahip olan göçebe topluluklar ise, yerlilerin aksine İslam'ı hareket halinde olan, geçtiği yerlerde iz bırakan, ama kalıcı olmayan/olamayan bir yapı arzettiler. Bu görüntü İslam'ın anlaşılmaması pahasına asırlar sonra, kendine bu topraklarda yer buldu. Binaenaley, bu süreç, sancılı bir süreç olarak uzunca bir zamandır devam etmektedir. Soralım; ilk Türkçe Kur'an mealleri hangi zaman diliminde oluşturulmaya çalışıldı. Tabii ki, son bir iki asır içerisinde! Temel kaynak olan Kur'an'ın bizleri 'biz' kılan mesajı bile, taş çatlasın 40-50 yıllık bir sürecin ürünü olarak bizlere umut vermektedir. Daha önceleri ne hakimdi; Seçkinci alimlerin ilmi adeta kendilerine saklamaları, halkı devletin insafına terketmeleri vs. vs. İlimsizliğin açtığı boşluğu kim, kimler ve neler dolduruyordu. Özetlemek gerekirse; Efsane, hurafe ve 'içsel bir arınma kandırmacasıyla' tasavvuf türü 'din' halleri! Sosyolojik bir tesbit olarak söylersek zaten din olgusu, saltanatın mantığına uygun olarak var olan sistemin yaşatılması uğruna baskı altındaydı! Buna rağmen olumlu çabalar ve o çabaların sonucu olan durumlarda olmamış mıydı? Tabii ki olmuştu olmasına ama, tabiaitı gereği hep az ola gelmişti. Zira suyun başı tutulmuş, kurtlar, suyu bulandırıyo bahanesiyle koyunları gözlerine kestirmişlerdi. Aynen bugün küreselleşme uğruna İslam'ın düşman bellenmesi ve yapısına aykırı içerse de emperyalist güçler tarafından zoraki ılımlı hale getirilmesi misali! Demek ki, toplumsal olarak çürümemiz, yeni bir olgu olmayıp, bir ilimsizliğin sonucunda bizlerin kurtuluş umuduyla sarıldığımız tasavvuf gibi fıkhi çabaları gerektirmeyen, insanları coşturan, ama beri yanda da atıl kılan 'dinsel durumlar'ın birer sonucuydu! Bu sonucu, hasbelkader Kur'an'la az çok muhatap olan bir insan biliyorda Mustafa İslamoğlu mu bilmiyor. Kimi kandırıyoruz? Yorumculardan Şükrü Hüseyinoğlu'nun da belirtiği gibi "Mustafa İslamoğlu gayet net!" Net olmayan/lar galiba, durumu iyi okuyamayan kardeşlerimiz. İnanınız ki, İslam'ın bir bütün olarak yok edilmek istendiği ve bu uğurda küresel projelerin yoğunluklu olarak İslam dünyasına empoze ettirildiği, şekli olarak ta elimizde kalsa ümmet yapısının çatırdatılıp, yerine ulusaklcılığın/milliyetçiliğin ikame edilmek istendiği bunun yanında ezici bir çoğunluğun yerel bazdan tutunda küresel baza kadar bir Amerikancılık uğruna çözüldüğü bir zaman diliminde bir avuç insanın mücadele vee direniş hattını görmezden gelip, sürekli kulvar değiştirip, zihinsel bulanıklık yaşamak, nasıl bir ruh haline tekabül eder; merak edilir işin doğrusu?! Evet, hak yemeyelim, burada bir ilmilik var ama; usulilik nedense yok! Usulilik olmadığından dolayıda derme çatma -çoğuda tatmine yönelik- dinleyici kitlesi var oluyor ve sonuçta da kim, kimi hangi tarafa çekerse bir tiyatro hali sür git devam edip gidiyor. Anlayacağımız, bize özgü bir tarzla 'kervan, yolda diziliyor! Halbuki kervan, ilk acımdan önce dizilmeli ki, bir anlamı olsun, işe yarasın, bir hedefi olsun. Hedefi gelip sonradan da belirleyebiliresiniz; bazı haller buna izin de verebilir, ama; 'hedef, hedefe varmadan yok olup gidibilir de! Galiba, bizlerin 'hal-i pür melali de' aynı minval üzre devam ediyordur. İşimiz hakikaten zor; Rabbim yardımcımız olsun. Amin. "HİDAYET, HAKK'A TABİ OLANLARADIR MUTLAKA!"
-
cengiz sırtıkara 03-06-2008 22:20
Vahyin penceresinden, vahyi bulanıklaştıracak yorumların çıkması üzücü. Bülent kardeşin dediğine göre İslamoğlu Hoca tasavvufun sonradan bozulduğu kanaatine sahip olanlardanmış. Rasulullah ( s.a.v.) ve sahabe döneminde vahyin ortaya koyduğu bir tasavvuf da göremedim ben. Rasulullah 'ın( s.a.v.) sofrasında da sadece Kur'an olduğu için sofraları süssüz kalmış her halde. İslamoğlu Hocamız da inşallah bu orta yolcu yaklaşımlardan uzak olur. Kur'an, sapkın olana müsamaha göstermez, orta yolda buluşalım demez. Kur'an sadece kendi yoluna davet eder.
-
Şükrü Hüseyinoğlu 03-06-2008 17:09
Bülent kardeşim, haklısın İslamoğlu çok net.. Seçimlerden önce kendisine oy kullanma konusunda sorulan bir soruya cevaben, demokrasi tiyatrosuna katılmayı reddeden Müslümanlarla alay edercesine "Oy vermeyelim de, koy mu verelim" derken de gayet netti... Yüzde yüz helal olacağını ilan ettiği televizyon kanalı çığrından çıkmaya başlayınca tepkilerini dile getiren Müslümanlara "Kanalı sıkboğaz etmeyin, insanları Kur'an'la buluşturuyor" derken de netti... Onca ayete rağmen "Şayet bir şehidin yakınlarından yetmiş kişiye şefaat edeceği rivayeti doğruysa, Filistinlilerle yakınlık kurmak lazım" derken ve böylece sanki Kur'an'ın ölçüleri belirsizmiş, şefaat gibi temel itikadi bir konuda bile İslam'ın sabit bir ölçüsü yokmuş gibi konuştuğunda da gayet netti... Evet, İslamoğlu tercihini net olarak yapmış, lakin o tercih Kur'ani bir tercih değil maalesef. Bülent kardeşim, senden İslamoğlu'nun Said Nursi'nin ebced hesaplarıyla yaptığı gayb avcılığını savunmaya yeltenmesini de savunmanı beklerdim. Zira İslamoğlu orda da çok net! Bak değerli kardeşim, İslamoğlu'nu burada kimsenin tekfir ettiği filan yok. Bunu nereden çıkardın anlayamadım. Aksine şunu çok iyi biliyorum ki, haberi yazan Ahmet Örs kardeşimiz de, bu habere yorum yapan ben de İslamoğlu'na değer veren, onun birikiminden faydalanan, onu aslen seven insanlarız. Şahsen İslamoğlu'nun kitaplarını tavsiye eden biriyim. Lakin İslamoğlu'nun son yıllarda, daha önce kitaplarında ortaya koyduğu birçok doğruyu tekzib edercesine çıkışlar yapması karşısında yaşadığımız hayal kırıklığını dile getirmemizden daha doğal ne olabilir? Şahsen son olarak, birkaç cuma öncesinde İslamoğlu'nun cuma hutbesinde dillendirdiği ve yukarıda sözünü ettiğim şefaat konusundaki maalesef ilmi olmaktan yoksun yaklaşımından sonra İslamoğlu'nun makas değiştirdiğine kanaat getirdim. Ebced meselesi, koyverme meselesi (ki bu konuda "Oy vermemek koy vermek midir?" başlıklı bir cevabi yazı hakkımı saklı tuttuğumu belirteyim) ve daha nice -bazılarını e-posyatla tarafına da ilettiğim- konulardaki doğru olmayan yaklaşımlarına rağmen İslamoğlu'nu Kur'ani düşünce kapsamında mütalaa etmeyi sürdürdüm. Fakat şefaat konuusndaki o sözlerinden sonra artık İslamoğlu'nun Kur'ani duyarlılığını yitirdiğine kani oldum. Bu arada, yukarıdaki haberde herhangi bir hakaret söz konusu değil. Bir durum tesbiti, eleştiri ve uyarı var. Eleştirinin dozunun ağır olduğu doğru, fakat bazen hastayı iyileştirmek için ağır doz ilaç da gerekebilmektedir. Senin nezaketsizlik olarak nitelediğin ifadeler, ne yazık ki fiilen yaşanmakta olan ve giderek derinleşen bir yaklaşımı tasvir etmekte. Şu cümlen ise, her şeyin görece olduğu iddiasına dayalı ve "hakikatin çokluğu" anlayışını temel kabul eden postmodernizme meyleden bir yaklaşım olmuş: "Tasavvuf eleştirilebilir ama eleştiri noktaları ve tarzı illa da benimki gibi olacak deme hakkına sahip miyiz? Tasavvuf'un baştan bu yana bir sapma olduğunu savunan yaklaşımar olduğu gibi Tasavvuf'un sonradan bozulduğu yönünde yaklaşımlar da var. İslamoğlu hoca ikinci tarza sahip." Ölçüler bu kadar mı belirsiz? Bu mantıkla her şey meşrulaştırılabilir. Nitekim bak, ebcedle gayb avcılığı bile meşrulaştırılabiliyor istenince!
-
Bülent Şahin Erdeğer 03-06-2008 14:38
Ahmet Örs Ağabey (ve onun gibi düşünen/konuşan tüm kardeşlerim) Selam ve Salat üzerimize olsun, Hilal TV'de yayınlanan program gayet netti. Mustafa Hoca da gayet net. Net olmadığını iddia ediyorsak Üç Muhammed ve Yahudileşme Temayülü eserlerine göz atmamız yeterli olacaktır. Orada Felsefi tasavvufu nasıl incelemiş? Tasavvuf tarihsel bir kurum/düşünce/hayat tarzı. Bu tarz diğer tarzlar gibi İslam'ın genel ölçülerine uyduğu müddetçe makbul uymadığı müddetçe gayrimakbuldür. Tasavvuf'u Kur'an'a uygun bir nefs tezkiyesi yolu olarak görenleri tekfir etme hakkı kimsede olmamalıdır. Nefs tezkiyesi ve manevi olgunlaşma yolunda oluşan içtihadi bir farklılıktır. Bu sebepten dolayı İbn-i Kayyım'ın Medaricus Salikin eseri örnek verilebilir ya da Senusiyye tarikatının teori ve pratiği... Mutezile okulunun pek çok üyesinin zühd ve takva yaşantısı da buna bir örnektir. Örneğin Amr b. Ubeyd (rh.a)'ın sireti... Ama Kur'ani ilkelere ters varlık tasavvurları ve uygulamalar elbette eleştirilmeli ve reddedilmelidir. Neo-Platonist vahdeti vücutçu nur-i muhammedici Felsefi tasavvuf akımının irdelenmesi bunun için önemlidir. Tasavvuf eleştirilebilir ama eleştiri noktaları ve tarzı illa da benimki gibi olacak deme hakkına sahip miyiz? Tasavvuf'un baştan bu yana bir sapma olduğunu savunan yaklaşımar olduğu gibi Tasavvuf'un sonradan bozulduğu yönünde yaklaşımlar da var. İslamoğlu hoca ikinci tarza sahip. "İslamoğlu’nu bir süredir bu tür bir söyleme, yani Kur’an düşüncesiyle tarihsel süreçte vücut bulmuş kültürel anlayışları uzlaştırma söylemine yakın durduğunu, ne şiş yansın ne kebap mantığına savrulduğu" gibi bir itham Kur'an merkezli olduğunu ifade eden bir Müslümandan yine aynı iddiaya sahip başka bir müslüman'a yönelik en azından "nezaketsiz" bir itham olmuş. Bir kişiyi değerlendireceksek- hele ki bu kişi birikimiyle müslümanlara önemli katkılar sağlıyorsa- onu bütüncül bir şekilde değerlendirir sonra da adaletten ayrılmadan ve yapıcı bir uslupla dostça kardeşçe eleştirimizi sunarız. Eğer kardeşinize bu denli hoyratça "uzlaşmacı" "ne şiş yansın ne kebapçı" derseniz hata olarak gördüğünüz şeyi onarmak, ıslah etmek yerine sadece kalp kırmış olursunuz. Bir kardeşiniz olarak başka bir kardeşinize yönelik takındığınız üslubun ıslaha yönelik nazik, kardeşçe bir uyarı üslubu olmadığını ifade etmek zorundayım... Selam ve Salat üzerimize olsun Bülent Şahin Erdeğer
-
Ahmet Örs 03-06-2008 11:32
fatih bey kardeşime: biz ne zaman akp'nin yanında yer almışız anlayamadım. despotizme tavır almaksa hem sözlü hem fiili bu orta yerde duruyor. bunları saymaktan hicap duyarım. akp'nin kapatılmasına eğer derneğimiz olarak karşı çıktığımızı söylüyorsan oradaki kapatma illeti olan başörtüsü yasakçılığına yaptığımız vurguyu göz ardı etmen tam bir talihsizlik olmuş. ayrıca elbette herkes kur'an'da anlatılan dinde buluşmalıdır.
-
mustafa çavdar 03-06-2008 11:17
selamünaleyküm bu yazıyı yazarken içimin çok dolu olduğunu belirtmek isterim islamoğlu hocamın bu konuları çok iyi bildiğini biliyorum çünkü derslerine katılıyorum izlenimim şudur: tarikat ve cemaat müritlerinin darılmaması için azami çaba sarfettiğini biliyorum şirkle ilgili ayetler geldiğinde örneklendirmekten kaçındığınıda biliyorum tarikatların rabıtasının bir şirk olduğunu bir türlü söyleyemiyor ALLAH İLE KENDİ ARALARINA bir şahsın nasıl aracılık yapabileceğini eleştirdiğini bir türlü duyamadım ALLAH dan istenmesi gereken yardımın bir üstad , efendi sayın sayabildiğiniz kadar işte bunun şirk olduğunu öğretmedi bakara suresi2/42: Hakka batılı karıştırmayın, bile bile hakkı gizlemeyin. hocam kusura bakma ama gerçek bu ALLAHA emanet olalım
-
Şükrü Hüseyinoğlu 03-06-2008 11:08
Mustafa İslamoğlu son dönemde ne yazık ki önceden ne söylediyse onun aksini söyleyen, kitaplarında ifade ettiği doğrularla sistematik olarak çelişkiye düşen bir yaklaşım içerisine girmiş bulunuyor. Şimdi bazı kardeşlerimiz, efendim İslamoğlu sufilerin tasavvuf anlayışını savunmadı, diyor. Yok bir de onu savunsaydı! Mesele şudur, yıllarca Kur'an'a yönelmekten söz edip, Yahudileşme temayülünden bahis açıp da şimdilerde çeşitli geleneksel cemaat ve tarikatlarla girdiği ittifakların gereği olarak onların yanlış yönelimlerini temelden redde yönelmek yerine güya onların yanlışlarını ıslah adına önce onların yanlış konumlarını meşru gören/gösteren bir yaklaşım sergiliyor. Böyle bir orta bulucu mantıkla da yanlış yaklaşımları Kur'an'la uzlaştırma çabası içinde girmiş bulunuyor. Tasavvufla ilgili yaptığı da bu. Örneğin bir Ercümend Özkan gibi açık olarak reddedemediği için (çünkü şu ya da bu şekilde kitleselleşme, herkesle iyi geçinme gibi, bir Müslümanın uzak durması gereken kaygıları var) kalkıp bu defa tasavvufu meşru kabul edip Kur'ani bir çizgiye çekme gibi beyhude ve batıl bir çabaya girişiyor. Geçen yıldı sanırım. Cuma hutbesinde, Said Nursi'nin "Kur'an'ın 33 ayeti Risale-i Nurları haber veriyor" şeklindeki iddialarını (Allah affetsin) bile masum göstermeye çalışmıştı, aynen şöyle diyerek: ""Ne olacak, bu nereden baktığınıza bağlı. Ben sizin isminizi de ebced hesabına göre Kur'an'da bulabilirim." O zaman ben kendisine bir e-posta göndermiş ve şunu söylemiştim: "Sayın İslamoğlu, bugüne kadar taşla pirinci birbirinden ayırmak gerektiğini, içinde taş var diye pirinci çöpe atmanın doğru olmadığınıu söylüyordunuz. Şimdi ise aslında taşın da pirinç olabileceğini söylüyorsunuz. Gaybın anahtarları ancak alemlerin Rabbi Allah'ın elindedir. Ebced ve cifir hesaplarıyla gaybı taşlayan ve kendisinin eserlerini haşa Kur'an'a onaylatma peşine düşen yanlış anlayışları meşrulaştırmanın ağır sorumluluğunu ne sayın siz ne de başka biri kaldırabilir. Gaybın anahtarları ancak alemlerin Rabbi Allah'ın elindedir. Ebced ve cifir hesaplarıyla gaybı taşlayan ve kendisinin eserlerini haşa Kur'an'a onaylatma peşine düşen yanlış anlayışları meşrulaştırmanın ağır sorumluluğunu ne siz ne de başka biri kaldırabilir." Tabii İslamoğlu cevap verme gereği bile duymamıştı, onun yerine yardımcıları cevap vermişti: "Hocamızı yanlış anladınız" filan diye. İslamoğlu'nunki bir sürç-i lisan, sıradan bir hata değil malesef. Bilinçli bir tercih. Onu da Ahmet kardeşimiz iyi tesbit etmiş: "Vahyi hakikatleri bir kenarda tutarak her tarafı kucaklamak, Müslümanlar arasında zaten düzeltilmesi gereken bir temel hastalık olarak orta yerde duruyorken, bir üstad ağırlığıyla bu hastalığı keskinleştirmek, bütün tevhidi süreçlere indirilmiş ağır bir darbeden başka bir şey değildir ve asla tevili mümkün olamaz."
-
Fahrettin Mert 03-06-2008 11:01
Mustafa İslamoğlunu kınıyorum.Tasavvufa kılıf bulmak da ne oluyor. Rahmetli Ercüment Özkandan birazcık ders alsa fena olmaz yani. Tamamen şirk ile malül olan tasavvufun neresi acaba İslamla bağdaşıyor.
-
fatih 03-06-2008 08:35
kusura bakmayın ama körler sağırlar birbirini ağırlar durumu var biraz. tanıdık isimler biraraya gelip vurun abalıya türünden yorumlar yapmışlar. bu tür yaklaşımlardan bir şey çıkmaz, olumlu bir sonuç hasıl olmaz. önce bunun bilinmesi gerekiyor. islamoğlu'na kitleleri kucaklamak adına yanlış yapıyor derken, ahmet bey ve onun gibi düşünenlerin oligarşik despotizme, militarizme vs. karşı çıkmak adına kapatma sürecinde hatta öncesinde de akp'ye destek içeren tutumları titizlikle irdelenmelidir. tencere dibin kara senin ki benden kara . yani tam anlamıyla bir çelişki. ayrıca herkes sizin sahip olduğunuz islam algısına sahip olacak diye bir şey yok, siz haksınız diğerleri batıl diye bir şey de yok, bu hezeyanların bugüne kadar ümmete ne kazandırdığı ortadadır. önce islamoğlu kadar hayatlarınızı kur'an'a vakfedip ondan sonra konuşmanız daha tutarlı olacaktır sanırım. vesselam
-
ishak erdem şekerci 03-06-2008 08:08
Hiç yakıştımı ?? Kocaman bir molla olan m islamoğluna böyle bir saçmalığa ortak olmak ? Acaba yörüngesimi değişti ? Yoksa hep değişikmiydi de şimdi mi bu kadar açıkça beyan ediyor ? Kuranın son inen ayeti ' Bu gün dininizi kemale erdirdim, size din olarak islamı seçtim, size müslim ismini verdim.' ayeti kerimesidir. Acaba allah dinimizi tamamlamadı da mı bu tasavvuf saçmalığı bu dine ilave ediliyor.? ALLAH hak yoldan kaydırmasın
-
Barış Sürer 02-06-2008 23:04
Sadece kendini değil kendine gönül veren insanları da olumsuz etkiliyor İslamoğlu. tasavvufun tevhidi zedeleyen karakterini göstereceği yerde Fethullah Gülen gibi kitleye oynamak rolüne tabi olmuş görünüyor. Allah ıslah etsin.
-
Sait Alioğlu 02-06-2008 22:54
Başta Tevhidi mesaj'ın taşradaki önemli seslerinden olma yolunda ilkeli ve kararlı mücadele vermeye çalışan 'Tasfiye Dergisi'nin mümin kalemlerinden Ahmet Örs'e bu yazısında dile getirdiği konudan dolayı teşekkürlerimi sunarım. Konuya dönersek; 10-15 yıldır geniş bir kitlenin Kur'an'la muhatap olma, sünneti en iyi şekilde anlama uğraşısına katkı sunduğu düşünülen Mustafa İslamoğlu'nun 'iyiler, kötüler; güzellikler, çirkinlikler ve yanlışlar, doğrular' ikileminde bu sapmacı duruşu aslında yeni dönem/ler/le ilgili olmayıp; kendisini takip edip ve o anlatılanlardan dolayı tatmin olup, bir mesrurlukla köşesine çekilen 'avami' denilebilecek bir tutum sergileyen kitlenin de az çok aşina olduğu bir konudur. Bizler onu ve kadrosunu - o da var ise!- kendimiz gibi bilip, tevhidi mücadeleye katkılar sunan bir tonda görmeye çalıştık, çabaladık! Ama, heyhat; hep yanıldık diyebiliriz olan bitene bugünden bir baktığımızda! Örnek olarak; özel bir konudur ama; daha 90'lı yıllarda itibar ettikleri ve 'bu kitap, bana yazdırıldı!' türden, haddi aşan laflar etmeyi adet haline getirmiş, Kur'ani anlamda bir tevhidi düşünceyi içselleştiremememiş bir zatın kitaplarına mutali olan 'şakirtlerle' İstanbul'un çeşitli yerlerinde 'kuru bir vahdet ve adı konulmamış, mahiyeti bizce belirsiz bir menfaat uğruna' çalşmalar yapıldığı söz konusudur. Bu tür grupları oluşturan insanlarla yapılması onlarca elzem olan çalışmaları bir an kabul edelim. Ama bu kadar da iş çığırından çıkarılmamıştı! İşte o da oldu! Adı konulmamış, ama kendisi belirgin menfafatların gözü aydın! Bu üzerinde durulması gereken bir vakadır! Öyle ki, sıradan bir vaka değildir; insanı çelişkiye düşüren, onu üzen, üzdüğü kadar da anlam dünyasını yok eden, dumura uğratan telifi imkansız bir vakadır. Bazı insanlar, kalkıp hergün kulvar değiştirebilirler ve onu izleyen insanlarda o değişimi kanıksayıp, pusuya yatabilirler. Nihayetinde, öte dünyada hesaplarını kendileri verecekler, yada veremeyecekler. Kendileri bilir. Ama bunun yanında, sanal alemde beyazcamın karşısına geçip, haftada hiç olmasa sadece birgün, bir-iki saat; diğer Müslüman kanallara(!) inat! 'vahyin Penceresinden' payına düşebilecek bilgi kırıntılarını almak için didinen ve her şeyin laçkalaştığı, anlayışların profanlaştığı bir ortamda 'arınma ve ıslah' çabası içerisinde olmaya çalışan 'kadın/erkek' aile fertlerinin bir sükut-u hayale uğraması nasıl izah edilebilir. Unutmaylım ki, o anne ve babalar, ev ortamında bulunulduğundan dolayı kendileriyle birlikte ekran karşısında izledikleri 'hocaefendi ve sessiz taifesininin' 'zıp çıktı' hallerini çocuklarına nasıl izah edecekler, hiç kimse düşündü mü?! Çocuklarımıza karşı hiç sorumluluğumuz yok mu? Varsa; bu çelişkiyi nasıl izah edeceğiz, yoksa zaten yoktur deyip, işimize bakacağız! Hocaefendi neye oynuyor? Bilmek isteriz; zamanımızı bizlere "Kur'an'ın aydınlığından bir şeyler sunmaya çalışarak' işgal eden, bir güçten hesap sorma hakkımız vardır mutlaka! Anladık, hocaefendi 'tek adam!' Bu durumu kınamıyoruz; demek ki vakıa öyle! Ama, bu tek adamlık olgusu bir vakıa olarak sorgulanabilmeli değil mi; yoksa, haksızlık mı yapıyoruz?! Hilal Tv ekranlarında bizlere 'Vahyin Penceresinden' sunulan, aynı zamanda Kur'an dışı bir anlayış ve açıkçası bir din olan 'tasavvuf'la ilgili olarak ileri sürülen yeni düşünceler, bizlere bu işin burada durmayacağının işaretini de veriyor aynı zamanda! Allah sonumuzu hayr'etsin!
-
esra saraç 02-06-2008 22:02
Keşke programda İslamoğlu'nun kullandığı ifadeleri-cümleleri tek tek ele alıp eleştirseydiniz çok daha faydalı olurdu.
-
Yıldırım BULUT 02-06-2008 21:41
Ahmet örs kardeşimizden Rabbim razı olsun. Programı izledik. Şu bir gerçek ki hiç bir gücün Kuran düşüncesiyle batıl kavramları buluşturması mumkun değildir.Bu vesile ile Örs kardeşimizi bu cesurca ve Kuran merkezli çalışması için tebrik ediyorum.