`Zulümle uzlaşanlar, herkes uzlaşsın istiyor`
Dinlerarası diyalog girişimleri hakkında görüştüğümüz İktibas Dergisi yazarı M. Kürşad Atalar, `Kendileri zaten zulümle uzlaşmış olanlar, zulme karşı duranların bu duruşundan hoşlanmazlar` dedi ve ekledi: `Zulümle uzlaşanlar, herkes uzlaşsın istiyor.`
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından düzenlenen Hz. İbrahim Sempozyumu'yla ilgili tartışmalar sürerken en çok üzerinde durulan husus, mevcut dinlerarası diyalog girişimlerinin, uluslararası güç odaklarının stratejileriyle uyum arzettiği ve bu yöndeki girişimlerin emperyalist güç odaklarınca teşvik edilip yönlendirildiği doğrultusunda. Bu tür organizasyonların, Yeni Dünya Düzeni politikaları çerçevesinde emperyalizmin ve yerel uzantılarının İslam'ı düşman konseptinin en üst basamağına yerleştirmesi sonrasına rastlaması da, üzerinde durulması gereken önemli bir husus olarak öne çıkıyor. 'Düşüncede Devrim' adlı kitabında siyaset ve kavramlar dünyasına ilgi çekici yorumlar getiren İktibas Dergisi Yazarı M. Kürşad Atalar, "'Diyalog' çağrısının, genellikle, Müslüman toplumların 'baskı' altında tutulduğu dönemlerde gündeme getirildiği görülür. Çünkü baskı altında bulunanın, taviz verme ihtimali daha fazladır" sözleriyle bu duruma açıklık getiriyor.
"Kendileri zaten zulümle uzlaşmış olanlar, zulme karşı duranların bu duruşundan hoşlanmazlar" diyen Yazar Kürşad Atalar:
Zulümle uzlaşanlar, herkes uzlaşsın istiyor
Röportaj: Şükrü Hüseyinoğlu
Son zamanlarda "dinlerarası diyalog" kavramı ve bu çerçevedeki bir takım girişimler yoğun olarak gündeme geliyor. Dinlerarası diyalog tabirini kavramsal boyutta nasıl değerlendiriyorsunuz?
"Dinlerarası diyalog" ifadesinde üzerinde yoğunlaşılması gereken terim, 'diyalog'dur. Ancak, hemen ifade edeyim ki, ben bu terimin 'aşılayıcı' bir mahiyeti olduğunu düşünmüyorum. Yani terim, aslında, özü itibarıyla, 'nötr' bir mahiyet taşımakta ve insanların birbirlerini sahici bir biçimde anlamaları ameliyesini tarif etmek için kullanılmaktadır. Ancak terimin yaygın kullanımında, daima 'uzlaşı' ve 'taviz' unsurunun öne çıkarılması, istilahi anlamda terimi şaibeli bir konuma getirmektir. Çoğunlukla da insanlar, kendi fikirlerini başkalarına
Neden?
Nedeni çok basittir: adı geçen dinler, yani İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik zaten 'bilinen' dinlerdir; ve bu dinlerin mensupların 'ihtilaf ettikleri hususlar' da herkesin malumudur. Malumu ilan etmeye ise, elbette abesle iştigal denir. Özetle şunu söylemek istiyorum: Müslüman bir şahsiyet, herkesin bildiği bir şekilde, Hıristiyan ve Yahudileri, örneğin "Hz. İsa'yı ve Hz. Üzeyr'i, Allah'ın oğlu olarak
Bu açıdan bakıldığında Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından düzenlenen Hz. İbrahim Sempozyumu'nu nasıl değerlendirmek gerekir? Sempozyum'a gösterdikleri ilgi gözönüne alınırsa, sizce küresel güçlerin ve yerel uzantılarının bu tür sempozyumlarla elde etmek istedikleri sonuçlar nelerdir?
Bu vakıf tarafından daha önce düzenlenen Abant Toplantıları'nın amacı ne ise, bu sempozyumun amacı da odur. Bu gayet açık. Her iki teşebbüsün sonuç bildirgelerine bakıldığında, yapılmak istenen şey, fazla yorum gerektirmeyecek ölçüde net ifadelendiriliyor. Bu toplantıları kotaranlar, İslam'ı, sevgi, barış ve hoşgörü dini olarak lanse ederek, 'uzlaşma' çağrıları yapıyorlar. Aslında, toplantıları düzenleyenlerin, yeni bir uzlaşma çağrısında bulunmaları anlamsız, zira kendileri ötedenberi statüko ile uzlaşı içindedirler. O halde yapılan çağrının, statükonun temsilcilerini değil, statükoya muhalif olanları hedef aldığını düşünmek daha doğru olur kanaatindeyim. Hal böyle olunca, buradaki çağrıda radikal İslam'a yönelik rafine bir 'tehdit' unsuru bulunduğu gözlerden kaçırılmamalıdır. Kendileri zaten zulümle uzlaşmış olanlar, zulme karşı duranların bu duruşundan hoşlanmazlar, zira o zaman kendi defoları ortaya çıkacaktır. Nasıl ki hırsızlar, içlerinde en ufak bir 'dürüstlük' emaresini dahi görmek istemezlerse, 'hoşgörü' sözünü İslam'ın yerine kullananlar da, 'radikal' sözcüğünden aynı şekilde ürkmektedirler. Küresel güçler ise, bu insanların bu özelliğini iyi bildiği için, kendi amaçları yönünde bu kesimleri kullanmaktadırlar.
Bu girişimlerin teorik arka planında ne gibi yaklaşımlar bulunuyor?
Bildiğiniz gibi, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra,
Ne tür stratejiler sözkonusu?
Malum olduğu üzere, "İslamizasyon" politikaları, bütün İslam ülkelerinde, İslam'ı 'kuşatmak' amacıyla yürürlüğe konulmuş ve bunda önemli ölçüde başarı da elde edilmiştir. Ancak son dönemde daha net bir şekilde ortaya çıkan 'diyalog' çağrılarında başka bir hususiyet vardır. İslamizasyon politikası, bilindiği gibi, görüntüsel düzeyde İslami sembollerin toplumda yaygınlaşması şeklinde tezahür ederken, 'diyalog' çağrıları, gizli bir 'tehdit' altında gündeme getirilmektedir. Yani: "
Yine bu çerçevede gündeme gelen "İbrahimi
Dinler" tabirini nasıl değerlendiriyorsunuz? muharref Hıristiyanlık ve Muharref Yahudilik "İbrahimi Din" olarak değerlendirilebilir mi?
Zaten İbrahimi Dinler tabiri kendi içinde çelişkilidir. Kur'an-ı Kerim, bize, Hz. İbrahim'in hanif olduğunu ve asla şirke bulaşmadığını açık bir şekilde beyan ediyor. O halde Hz. İbrahim'in dini, hiç şüphesiz İslam'dır. Dolayısıyla sadece bir tane İbrahimi Din vardır. Burada çoğul kullanım kendi içinde çelişki taşır. Hıristiyanlık ve Yahudilik ise, İbrahimi Din olamaz. Zira bugünkü haliyle her iki din de, İslamlık özelliklerini yitirmişlerdir.
Sizce Hz. Musa ve Hz. İsa bugün yaşasaydı bu tartışmalar karşısında nasıl bir tavır takınırlardı?
Hz. İsa ve Hz. Musa, bugün yaşamış olsaydı, kendilerini hıristiyan (Isevi) ve Yahudi (Musevi) olarak tanımlayanları İslam'a çağırır, yani onlara 'hidayet çağrısı'nda bulunurlardı. Toplantıda 'ortak atamız' diye ilan edilen Hz. İbrahim bugün yaşasaydı, toplantıya katılanlara herhalde Mümtehime Suresi'nin 4. ayetiyle cevap verirdi. Ne demişti Hz. İbrahim o günün müşrik toplumuna: "Sizinle bizim aramızda, ta ki Allah'ı birleyene kadar, onulmaz bir kin vardır". Sempozyumu düzenleyenler, bu ayeti hiç okumamışlar herhalde ki, Hz. İbrahim'i sevgi ve barış havarisi olarak tanıtmaya kalkıyorlar! Bence Hz. İbrahim bugün yaşasaydı, putları kırdığı baltayı, bu kez bu toplantıya önayak olanlara karşı kullanırdı!
Dinlerarası diyalog çabaları çoğulcu toplum ve sivil toplumculuk yaklaşımlarıyla da irtibatlandırılıyor. Bu yaklaşımların ortak yönleri nelerdir?
Bu tür bir irtibatlandırmada ben bir aşırılık görmüyorum. Doğru bir yaklaşım bana göre de. Çünkü sivil toplumcuların yapmak istediği şeyle, diyalogcuların yapmak istedikleri şey çok örtüşüyor. Belki "sivil toplumculuğun bir popülaritesi kalmadığı için, bayrak yarışında şimdi diyalogcular öne geçti" demek daha doğru bir yaklaşım olur. Bir kez de 'diyalog'u denesinler, bakalım ne elde edecekler?!! Ama bilen bilir, İslam'ın temel kaynağı tahrif edilemediği için, bu tür çabalar akim kalmaya mahkumdur. Belli bir dönem etkili olabilirler, kimi insanları kandırabilirler, ama dinini gerçek anlamıyla yaşamak isteyenler var oldukça ve Mushaf elimizde bulundukça, 'sulandırma' çabaları sonuçsuz kalacaktır. Bu yapılanları ben, Kur'an'ın ifadesiyle "ayetleri eğip-bükme çabası" olarak değerlendiriyorum. Sivil toplumcular, 'hilafet', 'devlet' kavramlarına karşı çıkarak, tarihteki yanlışlıkların arkasına sığınırak, İslam'ın iktidar talebi olmadığını söylerken nasıl Kur'an'ın bu konudaki ayetlerini eğip-bükme tavrını göstermişlerse, bugün 'eli baltalı' Hz. İbrahim'i, 'hoşgörü dini'nin peygamberi olarak göstermeye çalışanlar da aynı şeyi yapıyorlar. Allah acısın ne diyelim...
(Not: Bu röportaj miladi 2000 yılında gerçekleştirilmiş ve Selam gazetesinde yayınlanmıştır.)