Şükrü HÜSEYİNOĞLU
AÇLIK SORUNU, İNSANİ YARDIM VE İSLAMİ MÜCADELE
Türkiye'de son yıllarda bir furya halini alan "İnsani Yardım" dernekçiliğinin yöneldiği, makro İslami mücadeleden bağımsız insani yardım anlayışını eleştirmek üzere 2007 yılında kaleme almış olduğum "İslami mücadeleden bağımsız 'insani yardım', sadra şifa değildir" başlıklı yazıyı, benzer bir tutumun, Doğu Afrika'da yeniden başgösteren açlık sorunu karşısında da belirginleşmesi üzerine farklı bir başlıkla yeniden yayınlamakta fayda addettim.
Yüce Allah'ın kullarına bahşettiği rızkı gasbedip tekelleştiren küresel sömürü çarklarına karşı yeryüzünde adaleti ikame edebilmenin yegâne imkânı olan İslami mücadeleden bağımsızlaştırılmış insani yardımların, geçici ve pansuman tedbirler olmaktan öteye geçemeyeceği, asıl olanın, tekelleşme ve sömürü yönünde döndürülen egemenlik çarklarının kırılarak adalet çarklarının ikamesi mücadelesi olduğunu ne zaman kavrayacağız?
İnsani yardım çabaları, ancak İslami mücadelenin bir cüzü olduğunda anlamlı ve işlevsel olabilecektir. Aksi halde, bugün yaygın şekilde yönelindiği gibi İslami adalet mücadelesinden bağımsızlaştırıldığında, pansuman tedbirler olmaktan ve vicdanalrı rahatlatmaktan çok çteye geçemeyecektir.
Bu düşüncelerle, "İslami mücadeleden bağımsız 'insani yardım', sadra şifa değildir" başlıklı yazıyı sizlerle yeniden paylaşıyorum:
İnsanlığa bildirilmiş son Rabbani reçete ve yürürlükteki yegane hak din olan İslam, batı pozitivizminin, ilgi alanı vicdanlar ve dar manada mabedlerle sınırlı olan religion (din) tanımında ifadesini bulan “kamusal alan dışı” bir din değildir. İslam, insanın olduğu her an ve alana ilişkin sözü olan, fert ve toplum hayatını alemlerin Rabbi yüce Allah’ın iradesi doğrultusunda inşa etmeyi hedefleyen ve bunun için de mikro ve makro tüm iktidar alanlarına müdahil olan bir ölçüler bütününün adıdır. O, insanlığa nasihat etmekle kalmayıp onlar için dünya ve ahiret saadetine kaynaklık eden somut ölçü ve ilkeler bildiren bir hayat nizamıdır. Bu din, insanlar arasında adaletin, doğruluğun, merhametin, paylaşımın hakim olmasını istediği gibi, bu hedefleri gerçekleştirmede insanlara rehberlik edecek ilke ve hükümleri de bildirmektedir.
İslam, muharref Hıristiyanlık gibi sevgi, iyilik, merhamet ve benzeri soyut kavramlarla sınırlı bir din değildir. İslam, insanların kalblerine, vicdanlarına, düşüncelerine hitap ettiği gibi insanlar arasındaki ictimai, siyasi, iktisadi işleyişe de hitap eder, yeryüzünde iyiliği, merhameti, sevgiyi hakim kılmanın olmazsa olmaz ölçülerini bildirir. Mikro ve makro tüm iktidar alanlarını Rabbani ölçülere tabi kılmayı gaye edinir ve dolayısıyla hayatın her an ve alanına müdahil olur.
Ayrıca İslam sadece fertleri muhatap alan ve insanların ferdi yaşantılarıyla ilgili ölçüler bildiren bir din de değildir. Alemlerin Rabbi yüce Allah, temel kaynağımız Kur’an-ı Kerim’de “Mümin”e değil, “Müminler”e hitap etmektedir. Bizlerden Kitabına topluca sarılmamızı istemektedir.
İslam’ın bir diğer temel özelliği de, bütüncül bir hayat tarzı oluşudur. Mesela, “İbadetlerimde İslam’a, ticaret hayatımda ise kapitalizme ya da sosyalizme tabi olayım” şeklinde bir yaklaşım İslam’a göre açık bir şirktir. Zira böyle bir yaklaşım egemenliği parçalamakta, yalnızca yüce Allah’a ait olan insan hayatına nizam verme, yol belirleme yetkisine ortaklar koşmaktadır. Müslümanın ibadeti de, ticareti de, siyaseti de İslami olmalı, Müslüman her şeyiyle İslam’a tabi olmalıdır.
Bu izahlardan sonra, özellikle de 28 Şubat müdahalesinden sonra Müslümanlar arasında tam bir furya halini alan insani yardım kuruluşları ve bu kuruluşların çalışmaları üzerine tahliller yapmaya başlayabiliriz.
28 Şubat milad oldu
Müslümanların teşkil ettiği bazı oluşumların, 28 Şubat zorbalığı karşısında İslami sorumlulukları daha sıkıca kavramak ve omuzlamak yerine, kendilerini egemen sistemle karşı karşıya getirmeyecek yeni uğraş alanları arayışı içerisine girdiği bir gerçek. Böylece hem kendilerince bir şeyler yapmaya devam etmiş olacaklar, hem de zorbaların hiddeti karşısında kendilerini emniyette hissedebileceklerdi.
“Fitnenin ortadan kaldırılıp, yeryüzüne Allah’ın dinini hakim kılma” mücadelesinden bağımsızlaştırılmış bir sivil toplum uğraşısı olarak yardım faaliyetleri, kişisel gelişim çalışmaları, varıyla yoğuyla iş dünyasına yönelerek ekonomik güç olma çabası İslami yükümlülüklerin yerini almaya başlayan söz konusu uğraş alanlarının başında geliyordu.
Bazı İslami kuruluşlar, 28 Şubat’la birlikte makas değişimine giderek kişisel gelişim eksenli konferans ve seminerler düzenlemeye başladılar. Bazıları da, İslami mücadeleden bağımsız bir toplumsal yardımlaşma kurumu niteliğine büründüler. Ancak ve ancak İslami bir toplumsal dönüşüm mücadelesi bünyesinde anlamlı olabilecek eğitim ve yardımlaşma çabaları, ne yazık ki İslami mücadeleden kaçıp sığınılan bir liman işlevini görmeye başladı.
Tabii ki, bu kaçış hikayesi büyük bir yanılgının eseriydi. İslami mücadeleden bağımsız ne vardı ki anlamlı olan, kişisel gelişim ya da yardım organizasyonu da anlamlı olsun? Oysa salt toplumsal yardım çabalarıyla adil bir bölüşüm ne kadar tesis edilebilirdi ki? Genelde yeryüzünde ve özelde ise yaşadığımız topraklarda kurulu mevcut kapitalist-sömürü düzenleri yaşadığı müddetçe yalnızca toplumsal yardımlaşma organizasyonları marifetiyle toplumsal adaletin sağlanması mümkün müydü?
Makro adaletsizlik, mikro alanlardaki çabalarla giderilemez
Tabii ki, yardımlaşma organizasyonları önemlidir ve takdire şayandır, fakat İslami mücadeleden bağımsızlaştırılan bu tür organizasyonlar, taşıma suyla değirmen döndürme gibi bir beyhude çabanın içine düşmenin yanı sıra, bu işe çaba harcayan Müslümanların enerji ve imkanlarının da önemli ölçüde heder edilmesi anlamına gelir.
İslam evet toplumsal yardımlaşmayı, infakı, sadakayı emretmiştir bunda şüphe yok. Dolayısıyla Müslümanlar yardım kuruluşları kurup fakir fukaraya yardım çabası içerisine gireceklerdir, girmelidirler. Fakat, tüm bunlar “yeryüzünde fitnenin (Allah’ın nizamından başka nizamların etkinliğinin) ortadan kaldırılıp Allah’ın hükümlerinin hakim kılınması” doğrultusundaki İslami mücadelenin bünyesinde olduğunda bir anlam ifade eder. İslami mücadeleden bağımsızlaştırılmış, salt bir sivil toplum faaliyetine indirgenmiş bir insani yardım faaliyeti asla sadra şifa olamaz. Zira, yüce Allah tüm canlılara rızıklarını tastamam bahşetmektedir. Yeryüzünde, canlılar için gerekli olan yiyecek, içecek, barınak, ısınma ve diğer ihtiyaçlar anlamında asla bir kaynak sıkıntısı bulunmamaktadır. Ne var ki, zulüm ve sömürü üzerine kurulu ideoloji ve sistemler yüce Allah’ın canlılara bahşettiği kaynakları talan etmekte, Necip Fazıl’ın “Allah'ın on pulunu bekleye dursun on kul; Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul” dizileriyle ifade ettiği gibi yeryüzünün kaynaklarını tekellerde toplayıp adaletsiz bir gelir dağılımına yol açmakta, tefecilik ve tefeciliğin modern tarzı olan faiz çarkıyla zengini daha zengin, fakiri daha fakir hale getirmektedir. Bunun sonucunda da bir kıtada yılda köpek ve kedi maması için 10 milyar euro harcanırken, bir başka kıtada milyonlar açlıkla boğuşur duruma düşmüş bulunmaktadır.
Şimdi, yeryüzünde yüce Allah’ın canlılara bahşettiği kaynakların talan edilmesine, gelir adaletsizliğin tam anlamıyla bir uçuruma dönüşmesine yol açan makro iktidar ilişkilerini inkılaba uğratıp, İslam’ın, tekelciliğe, faizciliğe kökten karşı olan ve “…Ta ki o mallar, sizden yalnız zenginler arasında el değiştiren bir servet haline gelmesin…” (Haşr 59/7) ayet-i kerimesinde de ifade buyurulduğu gibi yeryüzündeki kaynakların tabana yayılmasını öngören nizamını tesis etmeyi amaçlayan İslami mücadelenin bir parçası olmadıkça yardım faaliyetleri lokal iyileştirme dışında ne anlam ifade eder ki? Böyle bir yardım faaliyeti bir anlamda taşıma suyla değirmen döndürmeye çalışmak değil midir?
Ne yazık ki bugün yaşadığımız topraklarda insani yardım adına yapılan faaliyetlerin büyük çoğunluğunun, yeryüzünde zulüm, sömürü ve adaletsizliği ortadan kaldırıp haksızlığın, sömürünün, zulmün olmadığı bir dünya kurmayı hedefleyen İslami mücadeleden bağımsız, hatta ondan kaçışın ürünü olarak işi sadece yardım faaliyetleri olan profesyonel bir sivil toplum faaliyetinden ibaret olduğunu söylemeliyiz.
Patates, kömür dağıtarak sosyal adalet gerçekleştirilmez
Meselenin bir diğer boyutu da, kendileri ısrarla reddetse de bazı çevreler tarafından ısrarla “İslamcı” vurgusuyla ifade edilen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Hükümetinin sosyal adalet deyince bundan kömür ve patates dağıtmayı anlaması ve bu alanda yaptıklarıyla övünüyor olmasıdır. Muhakkak ki halkın kaynaklarının en azından bir bölümünün yardım adı altında da olsa halka geri verilmesi olumlu bir gelişmedir. Fakat, insani yardımı İslam’ın makro iktidar mücadelesinden bağımsız olarak ele alıp yürüten yardım kuruluşları gibi mevcut hükümetin de bu konuda tabir caizse topu taca atan bir yaklaşım içerisinde olduğunu belirtmemiz gerekmektedir. Zira, bir tarafta elinde bulundurduğu iktisadi işleyişle halkın kaynaklarının faiz çarkını işleten rantiyeciler tarafından talan edilmesine, parayla para kazanılması sonucu fakirin iyice fakirleşip, zenginin daha da zengişleşmesi ve böylece gelir adaletsizliğinin her geçen gün daha da artmasına aracı olan hükümet, patates, soğan ve kömür dağıtarak nasıl bir sosyal adalet gerçekleştirebilecektir? Bu, kendi kontrolünde bulunan dereyi değirmene yönlendirip değirmenin çarklarını kalıcı olarak döndürmek yerine, derenin talancıların tarafına akmasına göz yumup değirmeni taşıma suyla döndürmeye çalışmak değilse nedir?
Makro sömürü çarkları dönmeye devam ederken, salt mikro bir çaba olan sosyal yardımlarla sosyal adaleti gerçekleştirmeye çalışmak ve bunu da başardığı zehabına kapılmak büyük bir yanılgıdır.
Esaslı ve kalıcı sosyal adalet ancak, yeryüzünün kaynaklarını talan edip tekelleştiren küresel ve yerel kapitalist sömürü çarklarını kırma potansiyeline sahip yegane güç olan İslam’ın makro iktidar mücadelesine omuz vermekle gerçekleşebilir. İnsani yardım çabaları bu mukaddes davanın bir parçası olduğu sürece gerçekçi bir anlam ifade ederler. Aksi halde Müslümanların imkanlarını ve enerjilerini heba eden birer taşıma suyla değirmen döndürme çabası olmaktan ileri gitmeleri mümkün olmaz.