19-03-2023 23:40

Afetlere, ‘Tevekkül’ ve ‘Tedbir’ ekseninde İslâmî bakış

Ramazan Yazçiçek: “Her imtihan gibi depremlerin de, tasavvurdan taakkul ve tezekküre varıncaya dek, hakikat ekseninde değerlendirilecek yönleri vardır. Ve her yeni günün; yaşanan her musibet ve imtihanın yeni okuma ve tanımlamaya; hülasa fıkhedilmeye; tecdit bilinciyle değerlendirilmeye ihtiyacı vardır.”

Afetlere, ‘Tevekkül’ ve ‘Tedbir’ ekseninde İslâmî bakış

AFETLER, İLAHİ İRADEDEN BAĞIMSIZ TELAKKİLER VE İHMALLER

-‘Tevekkül’ ve ‘Tedbir’ Ekseninde İslâmî Bakış-

 Ramazan Yazçiçek / Umran (Mart 2023)

Bencilliğin, zulüm ve sömürünün yaygınlaştığı modern dünyayı dünyevileşme ve bireyselleşme gibi iki büyük tehlike kasıp kavurmaktadır. Bu iki fitnenin panzehri, yakînî ahiret inancının ikamesi ve ümmet bilincinin ihyasıdır.

Dünyevileşme, ahiret yokmuş gibi yaşamanın diğer adıdır. Dünyevileşme zilletinden kurtulmanın önemli bir imkânı, ‘ölüm’ üzerine tefekkür etmektir. Modern insan ölümden kaçıyor, ölüm gerçeğiyle yüzleşmek istemiyor. Ölüm duygusuyla barışık olmayan insan, aslında kendisinden; insan olma gerçeğinden yüz çeviriyor demektir. Ölüm üzerine tefekkür, içe (enfüs) dönük bir yolculuktur. Ölüm fikriyle barışık olma, huzurlu bir ömre, sağlam ve sağlıklı bir gelecek muhayyilesine sahip olmanın da imkânıdır. Anlam krizi yaşayan modern insan, hiççi (nihilist) psikoza esaretle insani fazilete geri dönmenin yol ayrımındadır.

Dünyevileşme, felsefi zeminde hangi teoriyle izah edilirse edilsin, özü itibarıyla Tanrı’yı dışarıda bırakma, hayatın dışına almadır. Sekülarizm de denilen dünyevileşmenin kodlarını Yunan-Batı aklında aramak gerekirse de aslında hastalığın kökeni çok daha eskilere, İblis’e kadar uzanır. Bu tespiti modern dönemden bakarak yapmak önemlidir. Keza şeytanın Âdem’e, “Ebedîlik ağacı ve sonu gelmez bir saltanat” vadinde bulunması ve “Yaratılış maddesi üzerinden üstünlük” taslaması, dünyevileşme, bireyselleşme gibi kavmiyetçiliğin de kodlarını kendinde barındırır.[1] İfsada davetkâr söylemlere, dün olduğu gibi bugün de hemen her hadisede rastlanmaktadır. Evvelemirde bütün kötülükler heva-hevesin ilah edinilmesinden sudûr eder. Dünyevileşme de özünde, hevanın ilah edilmesine dayalı bir sapma olup ölümü, ahireti unutmaya kuluçka vazifesi görür. Dolayısıyla, dünyacılaşan insanın amentüsü, ahirete yakînen inanmak olmalıdır.

Deprem, sel, çığ, kasırga ve korona gibi afetler toplumsal hayatın akışını değiştirme boyutunda yaşanmaktadır. Büyük felaketler karşısında, refah ve teknoloji sayesinde her şeye muktedir olduğunu düşünen toplum ve devletler dahi acziyet içinde kalmaktadır. Yaşamı ilahi iradeden/Kadir-i Mutlak olan Allah Teâlâ’ya imandan yoksun bir perspektifle ele alan yaklaşımlar, insanı, anlamsızlık, çaresizlik, hiçlik psikolojisine esaretle endişe ve korkuya sevk etmektedir. Diğer yandan, hakikat ekseninden uzak, muharref mantıkla malul okumalar da yapılmaktadır.

Yaratılış Hakikati ve İmtihan

İnsanoğlunun, yaratılışıyla birlikte başlayan imtihanı kıyametin kopuşuna dek devam edecektir. İmtihanın özü, yaratılışın gerekçesi olan Allah’a kulluktur.[2] Her birey ve toplum kendi zamanının imtihanına tabi tutulmuş ve tutulmaya devam etmektedir. Bu süreçte takınılan tavır, ebedî mutluluğa/huzura götüren doğru yol (Sırât-ı müstakîm) olabildiği gibi, azap üstüne azabı da getirebilir. Bu açıdan, geçmiş kavimlerin imtihan ve helak sebeplerini günümüz gerçekliğinden bakarak okumak son derece önemlidir.[3] Kur’ân’da, geçmiş toplumların haberleri, ibret alınması için bildirilmiştir.[4] Kur’ân’da, birey ve toplumların imtihanlarına dair çokça örnekler vardır. Bunlar, malla, canla sınanma, itham ve suçlamalara maruz kalma; zorluklara karşı sabretme şeklinde yaşanmıştır. Değişik afetlere maruz kalma şeklinde yaşanan imtihanlar[5], mümin, müşrik ayrımı olmaksızın herkesi kuşatacak şekilde tekrarlanmaktadır.

“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.”[6]

“Andolsun ki, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz… Eğer sabreder ve takva gösterirseniz, muhakkak ki bu, (yapılacak) işlerin en değerlisidir.”[7]

Kâinatta hiç bir şey gereksiz ve başıboş yaratılmamıştır. Bütün mahlûkat insanın emrine musahhar kılınmışken, insan ise Allah’a kullukla mükelleftir.

“Düzenli seyreden güneşi ve ayı size faydalı kıldı; geceyi ve gündüzü de istifadenize verdi.”[8]

Göklerin ve yerin mülkü kendisine ait olan Allah, diriltir ve öldürür. O, her şeye gücü yetendir; yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. Allah, her nerede olunursa olunsun her şeyden haberdardır.[9] Bizler, hayatı ve ölümü, yaratılan her şeyi bu zeminde anlamlandırma ve öylece kıymetlendirme sorumluluğuna sahibiz. “Hayat, bu dünya hayatından ibarettir.” gafletinde olanlara gelince, yaşanılan hiçbir hadise onları kendilerine getirmez. Onlar, gaflet perdesi aralanmadıkça imtihandan geçirilmekte olduklarını kabullenmez; müstağnilik dehlizlerinde debelenip dururlar. Ne zaman ki hesap günü gelir çatar, herkes kendi gerçeğini eksiksiz söyleyen kitabıyla karşılaşır; işte o gün suçlular, “Vay hâlimize!” derler.[10]

Toplumsal Değişimle Kavimlerin Helaki Münasebeti

Türkiye yeni bir deprem felaketiyle karşı karşıyadır. Deprem, ‘Allah’ın intikamı mıdır?’, depremler, sıradan bir ‘doğa olayı mı?’, ‘İlahi bir ikaz mı?’, ‘toplumlara isabet eden Allah’ın bir azabı mıdır?’ Konu, şu âna kadar teknik, sosyal vs. yönleriyle çokça tartışıldı. Ancak yaşananlara, öncelikle ‘Allah’a kulluk; yaratılış hakikati’ cihetiyle bakılması gerektiği kanaatindeyim. Bu durumda konu, Müslüman muhayyilede nasıl bir karşılık bulmalıdır?

Kur’ân’da helak/sosyal çöküş olgusu, farklı kültür ve medeniyetlere sahip toplumların kendi ifsadi tercihlerinin sonucunda karşı karşıya kaldıkları bir ceza olarak değerlendirilmiştir. Helak, insanların hür iradeleri ile işledikleri günahların kaçınılmaz bir sonucu olarak görülmüştür. Bir toplumda itikadi, amelî ve ahlaki sapma, yozlaşma ve bozulmalar varsa bu durumun o toplumu adım adım çözülme, çöküş ve yok oluşa sürükleyeceği ifade edilmiştir.[11] Bizler, geçmiş kavimlerin ilahi gazaba uğramasını, helak edilmesini, sebepleriyle birlikte ancak vahiy ile öğreniyoruz.[12]

Bugün farklı inançlardan insanların maruz kaldığı afetleri âdeta helak anlamında, ‘Allah’ın intikamı’ diye değerlendirmek doğru değildir. Konuya, ‘İlahi ikaz deprem’ veya ‘Allah’ın intikamı/gazabı’ tanımları üzerinden bakılması, öncelikle anlayış problemini mahfuzdur. Keza Allah öç almaya muhtaç değildir. Helak olmayı/cezalandırılmayı hak etme anlamında günümüz toplumlarının durumu gayb mahallindedir ve bu yönde bir yargıda bulunulamaz. Dolayısıyla bu anlayış, dinden yana delilden yoksundur; İslâmî bir değeri yoktur ve tekzip edilmesi gerekir. ‘İlahi ikaz deprem’ ifadesi ise salt negatif anlam yüklenmesi durumunda yine izaha muhtaçtır. Bizler zaten her ân her şeyle ‘İlahi ikaza’ muhatabız. Ancak bu uyarılar, negatif ceza yüklü olabileceği gibi pozitif rahmet/mükâfat potansiyeline de sahiptirler. Konunun bu fasit daireye hapsedilmeden değerlendirilmesi gerekir.

Kur’ân’da bir sureye isim ve konu olan deprem, nefislerin mustarip olması, büyük bir sarsıntıya duçar olma anlamında herkes için bir imtihan olarak yer almaktadır. Deprem, “Şiddetli bir şekilde sarsılmak”, “Yeryüzünün kendine has bir sarsıntıya uğraması” (zizâl) diye tasvir edilmektedir.[13] Bu tasvir, Kur’ân’dan habersiz olduğu hâlde depremi yaşayanların yaptığı ortak tasvir olarak da manidardır. İlgili ayetlerin ardından, yaratılan hiçbir şeyin; yer, gökler ve içindekilerin başıboş olmadığından ve kendi lisanlarıyla ‘o gün’ şahitlik edeceklerinden, insanın, “Ne oluyor?” diye şaşkınlığından bahsedilmektedir. Ve yine o gün için insan, zerre kadar hayrın ve zerre kadar şerrin karşılıksız kalmayacağı bilgisiyle uyarılmaktadır. Surede, yaşanan her şeyin bir sebebe dayandığı, buradan ibret alınması ve imtihan olarak değerlendirilmesi gerektiği son derece çarpıcı tasvirlerle anlatılmaktadır. Günün sonunda kalıcı ve anlamlı olanın, iman üzere; hayır ve şer namına yapılanlar olduğu bildirilmektedir.

Yaşanan her hadisede olduğu gibi deprem de kulluk bilinciyle karşılanmalıdır. Vaktin bir imtihanı olarak bilinmesi gereken deprem ayeti, Allah’a tevekkül vesilesi kılınmalıdır. Ne isyana dönüştürülmeli ve ne de İslâm ahlakıyla örtüşmeyen uçuk-kaçık anlamlar yüklenmelidir. Her imtihan gibi deprem de yeniden kendine gelme, Allah’ı tekrarla anma; ömrü, takvayla kazanıma çevirme çabası içinde değerlendirilmelidir. Deprem ayetinin en can alıcı noktası, insani sınırlarımızı tereddüde mahal bırakmayacak şekilde hatırlatıcı olmasıdır.

Mahlûkata tefekkürden mahrum bir yavanlıkla bakanlar, İlahi kudreti ‘doğa yasaları’ olarak addeder ve/veya ölçü tartıyı tam tutmamakla Allah’a isyan ederler. İslâm inancında hiçbir şey yoktur ki, ‘İlahi iradeden bağımsız’ değerlendirilebilsin. Ancak ‘İlahi iradeyle açıklama’ söylemi, şayet İslâmî/insani sorumlulukları erteleyen bir bahaneye dönüşüyorsa, kuşkusuz bunun da İslâm’la alakası yoktur. Meseleleri ‘İlahi iradeyle açıklama’ bölünmüş bir bilinçle değil, bütüncül bir İslâm okumasıyla yapılmalıdır. Afetler, insanların istemesiyle oluşmadığı gibi insanların dilemesiyle de sonlanmazlar. Yaşanan her imtihan, müminlerin imanını, münkirlerinse küfrünü ziyadeleştirir. Bu gerçekten hareketle şunu öğreniyoruz: Hiçbir afet, mutlak manada bir ikram/rahmet olmadığı gibi, ceza/azap da değildir.

Tabiat Bilimlerini Tebcil Etme/Ululama

‘Tabiat bilimlerini tebcil etme’, yaşananları ‘doğa olayı’ diye açıklama, İlahi iradeden bağımsız ‘nokta koyucu düşünme’ biçimi, günümüz insanının temel zaafıdır. Bu bakış, tevhid açısından sorunlu olduğu gibi ‘bilim’ denilen disiplin açısından da yanlıştır. Keza iman, bilimin değil inancın konusudur. Bilim ise, nesnel dolayımında her ân yenilenmektedir. Bilim bize tedbiri telkin ederken iman, varlık-bilgi bütünlüğünde tedbiri de içeren hakikati emreder.

Malumunuz sekülarizm, amelde, itikatta bilinçte bozulma; dünyevileşme yönünde değişim, hayatın her alanında dinsel düşünmeyi devre dışı bırakma, dinî sembolleri anlamsızlaştırma ve dini ancak vicdanî tahayyül olarak konumlandırmadır. Her şeye matematiksel bakışı öngören sekülarizm, hiçbir işinde Allah’ı hesaba katmaz. Oysa eşyanın işleyişinde, fıtrat kodlarıyla sebepleri de yaratan Allah’tır. Sadece sebepleri konuşup Müsebbibi unutmak, Allah’ı unutmaktır. Bu okuma, varlık-bilgi (ontik-episteme) bütünselliğinde sorunludur ve insanı yanlış sonuçlara götürür. Olması gereken, sünnetullahı anlamaya çalışmak, sınırlı olanı sınırsız olan Allah’ın emir ve yasaklarıyla birlikte değerlendirmek; meselelere, Allah’ın bak dediği yerden bakmaktır.

Dine ve dindarlara nefret yüklü sorunlu seküler bakış, Japonya depremini, ‘bağcıyı dövme’ kabilinde emsal gösterir. Oysa ed-din olan İslâm, ifsadı; ölçü-tartıda hileyi, küfürde ileri gitmek olarak mahkûm eder. Doğru bir değerlendirmeyle ders çıkartılması gereken depremler, ideolojik okumaların aracına dönüştürüldü. Ancak Allah’ın hesabı Allah’ı yok sayanları fena çarptı. ‘Şöyle sağlam, böyle sağlam; şu şiddetteki zelzelede bile yıkılmayan evler’ vurgusunu harlayan akıl kutsayıcıları, 2011 Tōhoku depremi ve tsunamisi karşısında şaşkına uğradılar. Sağlam denilen evler, ummadıkları bir şekilde zeminiyle birlikte sürüklenip çerçöp yığınına döndü. Binalar yürütüldü, yangınlar çıktı, nükleer tehdit yaşandı… Dalgalara set olsun diye yapılan duvarların sağlamlığı, setleri aşan dalgaların geri çekilmesini engelleyince, birçok insanın ölümü de o şekilde gerçekleşti.

Hırçın dalgaların Rabbi olan Allah’ın karaların da Rabbi olduğu unutulmamalıdır. Hırçın dalgalara kapılıp batmaktan kurtulunca Allah’ı tekrardan yok saymak ve “Bu sonuç zaten elimizin, aklımızın emeğiydi, hak edişimizdi” putçu söylemi, Allah’tan müstağni olmaktır.[14] Oysa Allah dilediği takdirde insanı ve sahip olduğunu zannettiklerini karalarda da yere batırıverir. Geçmiş kavimlerin helak sebepleri bu açıdan düşünülmeli; insanı müstağni kılacak bir gücünün olmadığı itiraf edilmelidir.

Yaratılmışlar arasında hiçbir şey yoktur ki varlığı/hayatiyeti birtakım sebepler çerçevesinde devam etmemiş olsun. Sünnetullahı anlamaya/tefekkür etmeye çalışmak yani varlığın işleyiş yasasını bilmek gerekir. Sorun, Allah’ın eşyaya yüklediği fıtrat kodlarını (sebepleri) bizatihi müsebbip kabul ederek yaratıcı gibi mutlak addetmektir. Aslında bu, yaratılmış olan eşyayı ve sebepleri ait olmadığı yere koymak (zulüm), yerinden etmektir. Şirk de zaten budur. Nasıl ki İsa (a.s.) kendine rağmen ilahlaştırılıp put hâline getirildiyse, sebepler de birileri tarafından putlaştırılabiliyor. Oysa sebepler de kendi lisân-ı hâlleriyle ancak yaratanını zikreden ayetlerdir. Bu cürümle kendisine kutsallık atfedilen, yüceltilerek merkeze konulan aslında insanın aklı yani kendisidir! Bugün modern bilimin nokta koyucu edasıyla serdettiği çoğu şey, bir odada bulunan atomlara kıyasla toz zerreciğinin oranı gibidir. Nitekim Allah her ân yaratma hâlindedir ve eşyaya yüklediği işleyiş sebeplerini her ân yeniden yaratma ve yarattığı sebepleri de değiştirme irade ve kudretine sahiptir.[15] Ateşi yakma istidadında yaratan Allah, “Ey ateş! İbrahim için serinlik ve esenlik ol!”[16] emriyle ateşe verdiği yakma özelliğini dilediğinde değiştirir. Farklı bir örnekte, “Attığın zamanda sen atmadın, fakat Allah attı (onu)”[17] buyururken, sebepleri inşa edenin de Zât-ı Zülcelâl olduğunu bildirir.

Tevhid inancından uzak değerlendirmeler, münhasıran seküler okumaya mahkûmdur. Her olay gibi depreme de Kur’ânî bir tefekkürle bakmalı, ibret alıp ders çıkarmalıyız. Musa (a.s.)’ın farkındalığıyla, “Ey Rabbim! Bana lütfedeceğin her türlü hayra muhtacım!”[18] diye niyazda bulunmalıyız. Ne hazindir ki, depremin ardından yaşadığımız toplumsal ahlaki ve imani çöküntülerden bahsedilmezken herkes işin teknik ve araçsal boyutuna kilitlenmiştir!

Seküler dil köksüzdür lakin etkilidir. Sadece sebepleri konuşup müsebbibi unutan anlayış; Allah’ı hesap dışı bırakan düşüncelere fidelik vazifesi görür. Bu şekilde bir okuma eksiktir ve insanı yanlış sonuçlara götürür. Olması gereken, sünnetullahı anlamaya çalışmak; olanı, Allah’ın takdiriyle birlikte değerlendirerek dersler çıkartmaktır.

İhmaller, Ölçü ve Tartıda Hile

Deprem gerçeğini anlamaya çalışırken, Kur’ân’ın, “Ölçü ve tartıyı tam yapın” emri üzerinde mutlaka durulmalıdır. Şuayb (a.s.)’ın Medyen’e uyarısı aslında her peygamberin kavmine uyarısıdır. Yapılan uyarı, “Allah’a kulluk edin!” emri ve “Kuşatıcı bir günün azabından korkutma” ikazıyla birlikte zikredilmektedir.

“Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a kulluk edin! Sizin için O’ndan başka tanrı yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Zira ben sizi hayır (ve bolluk) içinde görüyorum. Ve ben, gerçekten sizin için kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum.”[19]

Ayetteki emir, bulgurun, mercimeğin, soğanın vs. tartılmasındaki hassasiyete münhasır değildir kuşkusuz. Bu uyarı, hayatın içinde yer alan her bir iş için dikkate alınmalıdır. Beton kalitesinde C 25 kullanılması gereken yerde C 20 kullanmak, ölçüyü ve tartıyı eksik yapmaktır. Zemin etüdünde, statik konusunda gerekeni yapmamak Allah’ın emrine muhalif olup ölçüyü ve tartıyı eksik yapmaktır. Bu örnekleri çoğaltabiliriz… Herkes mükellef olduğu şeyin ölçü ve tartısını düşünmelidir! Bir denge üzere yaratılan kâinatın işleyişine dönük ifsat edici her müdahale, ölçü ve tartıda eksik yapmadır. Âlemler üzerinde hiçbir şey başıboş olmadığı gibi gereksiz ve de ölçüsüz değildir. Nitekim Rabbimiz, “Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.”[20] “Göğü Allah yükseltti ve mizanı (dengeyi) O koydu.”[21] diye buyurmaktadır. Mizan, düşüncede/tavırda istikamettir. Dengeyi bozucu ihmaller, fesada sebeptir. Adalete (denge/mizan) muhalif davrananlar, akıllarını kullanmayan; ‘akletme’ sorumluluğunu yerine getirmeyenlerdir.

“O (Allah), akıllarını kullanmayanları murdar (inkârcı) kılar.”[22]

“Ve: Şayet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, (şimdi) şu alevli cehennemin mahkûmları arasında olmazdık!”[23]

Kur’ân, insanı, ısrarla aklını kullanıp düşünmeye sevk eder. “Aklınızı kullanmıyor musunuz?”, “Bunları düşünemiyor musunuz?”, “Düşünüp hakikati anlayasınız…”[24]

Tevekkül gibi tedbir de zorunlu ibadettir. Bütün sebep ve tedbirlerin üzerinde nihai takdirin Allah’a ait olduğu inancı, sorumluluğu ihmale, kâinatın işleyiş yasalarını inkâra cevaz vermez. İhmalkârlık, sebeplerin manasız yere yaratıldığı fikrini doğuracağı için reddedilmiştir. Tevekkül akleden kalbin, tedbir ise cehdeden bedenin ibadetidir. “Korunma tedbirlerinizi alın”[25] diye emreden Rabbimiz, kulun tevhid ve tesbihini, “Hastalandığım zaman bana şifa veren odur.”[26] diye inşai haberle bildirmektedir. Rasûlullah (s.)’ın, “Ey Allah’ın kulları! Tedavi olunuz! Muhakkak ki Cenab-ı Hak hem hastalığı hem de devayı yaratmıştır.”[27] buyurması ise, tedavi ve tedbire kayıtsız kalınamayacağının beyandır.

Tedbir ve tevekkül bilinci, Yûsuf Suresi’nde bütüncül olarak verilmiştir. Hz. Yakub oğullarına, “Ey oğullarım! (Şehre) hepiniz bir tek kapıdan girmeyiniz, ayrı ayrı kapılardan giriniz. Gerçi ben Allah’ın takdir ettiği bir şeyi sizden savamam. Hüküm yalnız Allah’ındır. Ben yalnız ona dayandım. Tevekkül sahipleri de ona güvenip dayansın!”[28] söylerken, ‘Tedbirinizi alın ve fakat Allah’ın takdirini de unutmayın!’ telkininde bulunuyordu.

Yaşanan ifsat sadece binaların beton vs. kalitesinden ibaret değildir kuşkusuz. Bozulma, çevrenin korunmasından fikrî kirliliklere varıncaya dek hemen her alanda yaygındır. Emperyal güçler tarafından de­falarca tekrarlanan nükleer denemeler, çevreye zarar veren kimyasal atıklar, dengeyi bozucu unsurlar olarak varlık âlemine müdahaledir. Dünyanın dört bir yanında sürekli felâketler yaşanmaktadır. Bugün ifsat, GDO’lu gıdalardan ilaç sektörüne varıncaya dek birçok alanda sürmektedir. Kur’ân’ın tanımı ile bu, neslin ve ekinin ifsadıdır. Allah’ın yarattığı denge ve ölçünün dışına çıkıldıkça; varlığın yaratılış fıtratına müdahale olundukça, yaratılan her şey, bir biçimde tepki verecektir. Şer’î ayetlere müdahale gibi kevni ayetlere müdahale de küfürde ileri gitmektir. Kur’ân ayetleri üzerinde tahrif ne ise, neslin ve ekinin ifsadı da aynıdır. Bu yönde müdahale, fıtrata müdahale olup Allah’ın yaratmadaki yasasından hoşnut olmamaktır.

Yapı elemanları ve teknolojileri konusunda bunca ilerlemenin neticesinde yaşanan sonuç, eşyayla kurulan münasebet mantığının sorunlu olduğunu gösteriyor. Sağlık, konut, şehirleşme vb. konularda üretilen her bir ürün, yapılan her bir araştırma insan haysiyet ve onuru düşünülmeden geliştiriliyorsa, burada cevap bulması gereken temel soru atlanıyor demektir. Kendi refahının devamını, başka toplumlara barbar saldırganlıkla temine çalışan; açgözlülüğü hümanizm teraneleriyle perdeleyen modern dünya, ileri teknolojisini gelecek kuşaklara hangi ahlaki temeller üzerinde izah edecektir? Yaşanan her felaket bize bir kez daha, milletlerin parasızlıktan, imkânsızlıktan değil, ahlaksızlıktan çökeceği gerçeğini gösteriyor. Yaşanan paylaşım çabası, merhamet gözyaşlarıysa umudumuzu besliyor. Bu gerçek, her durumda yitik halkayı; anlam ve hakikatin temini mesuliyetini hatırlatıyor.

Çok değil on-on beş yıl öncesinin teknolojisi ile üç ayda yapılan bir çalışma günümüz teknolojisi ile sadece on-on beş dakikada yapılabiliyor. Baş döndürücü hızda bir gelişme! Merak ediyorum: On beş dakikadan arta kalan üç ay nasıl değerlendiriliyor? Teknolojinin sağladığı bunca imkân daha çok kan, gözyaşı işgal ve katliamlara sebeple mucitlerin barbarlaşmasını sağlıyorsa şayet, gelişme, ilerleme denilen ölüm makinaları daha sofistike işliyor demektir.

Burada Müslüman muhayyile, değişimi ve yönünü doğru okumalıdır.[29] Anlamaya çalışmak, girişilen ifsadı affetmek değildir! Yaşanan ifsadın farkında olup müdahale etmek ve müfsitlerin yaptıklarına mukabil Musa (a.s.)’nın diliyle şöyle demek gerekir: “Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce helak ederdin. İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah) yüzünden hepimizi helak edecek misin? Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin!”[30]

Ölçü ve tartıyı eksik tutmak bir ifsat ameliyesidir. Allah’ı unutup yaşananları salt sebeplere indirgeme ve o sebepleri de bizatihi yaratan İlâh gibi kabul etmek ise daha büyük bir ifsattır. Çünkü Allah’ı unutmak, ölçü-tartıyı doğru tutmama ifsadının da sebebidir.

Afetlere Dair İslâmî Bakış

Kâinatta her şey bir nizama tabi olup yaradılış (fıtrat) yasası üzeredir. Fıtrî zemindeki ahenk, düşüncedeki istikâmet ve tutarlılığın imkân ve sebebidir. Kevni ayetler, tabiattaki yerleşik olan hâkim yasalardır. Âlemler, en küçük organizmadan galaksilere ve nihâyet evrenin tamamına varıncaya dek, Rabbimizin birer ayeti olup tam bir düzen içinde hareket etmektedir. Allah (c.c.)’ın “Âlemlerin Rabbi” olması, durumu tanımlayıcı veciz bir ifadedir.

İslâm düşüncesinde tabiat, köleleştirilip egemenliğe alınacak; kendisine işkence edilerek sırları öğrenilecek, işgalle fethedilecek varlık olarak görülmez. Allah, tabiatı kevni boyun eğdirmeyle insanın emrine vermiştir. Münzel okumanın mesuliyetiyle de tabiat insana emanet edilmiştir. İslâm inancında tabiat, kendisiyle savaşılması gereken karşı bir güç olarak değil, insan ile aynı yasaya tâbi olan birbirinin müşfik yardımcıları olarak görülür.

İslâm inancında hiçbir şey yoktur ki, ‘İlahi iradeden bağımsız’ değerlendirilebilsin. Meseleleri, ‘İlahi iradeyle açıklama’ya gelince, şayet bu söylem, insani sorumlulukları erteleyen/örten bir bahaneye dönüşüyorsa, kuşkusuz bunun da İslâm’la alakası yoktur. Ancak meseleler, bölünmüş bir bilinçten ziyade bütüncül bir Kur’ân okumasıyla değerlendirildiğinde gerçek çözüme varılır. Seküler bakışın, dinî ilimler dünyevi ilimler ayrımlı fasit okuması, her meseleyi sorunlu okumaya dönüşmüştür. Oysa İslâm bütüncül okumayı emreder. Din ile hayatın bağını doğru kurmayı emreden İslâm, sorumlulukların, din işleri-dünya işleri diye cüzlere/parçalara ayırılmasını kabul etmez. Nitekim din ile siyaset ayrımı dahi bu bozuk anlayışın neticesidir. Dinî-dünyevi ayrım yaklaşımı, sebepleri, yaratıcıdan ayrı düşünmeye sevk etmiştir. İslâm, beşerî sorumlulukların yerine getirilmesini ertelenemez bir kulluk vazifesi olarak görürken, hiçbir şeyin meydana gelmesini de İlahi iradeye rağmen mümkün görmez.

Kur’ân’da ortaya konulan “El-hayâtü’t-dünyâ” tasavvuru, “Ed-dârul-âhire”den kopuk değildir. Birçok alandaki yanlış tasavvur, modern bakışın sonucudur ve bölünmüş bilince işaret eder. Bunun da İslâm’la alakası yoktur. Burada, ‘doğal afetler!’ ifadesi dahi aktüelde, âdeta kendiliğinden oluşan/kendinde müessir manasında kullanılmaktadır. İslâm itikadında Allah’tan bağımsız, sıradan bir ‘doğa olayı’ diye bir şey yoktur. Her bir iş Allah’ın iradesi/takdiri dâhilindedir. Ancak altı çizilmesi gereken bir nokta, ‘Allah’ın bilmesi’ demek, kulların sorumluluğunun, suçunun ortadan kalkması demek değildir. El-Âlim olan ‘Allah’ın bilmesi’, ‘mesul olması’ demek de değildir. Allah’ın bilmesi rahmetiyledir ve hayrın ta kendisidir. “Şüphesiz ki Allah, Vâsi’dir (rahmeti ve kudreti geniştir), Alîm’dir.”, “Yaratan bilmez olur mu? O, Latîf ve Habîr’dir.”[31] Rabbimiz hiç kimseye zulmedici, haksızlıkla helak edici de değildir.[32] Beşerin sorumsuzluğunu İlahi iradeye fatura etmesi; insanın sorumluluğunu (kulluk) yerine getirmemesi; yanlışını (günah), ‘İlahi takdir’ diye perdelemesi, dini doğru anlamamaktır ve de İslâm’a göre boş, fasit bir anlayıştır.

Rabbimizin depremle neyi murat ettiğini bilmiyoruz. Durum sadece yer sarsıntısı gibi gözükmesiyle birlikte çok farklı sonuçları beraberinde getirmektedir. Her hayat; vefat veya canlı, bir başka hayata/hayatlara maya olmaktadır… Olayı salt sarsıntıdan ibaret görmek, kendi merkezinden “Âlemleri keşfettim!” demek kadar abestir. Aslında bu tespit, yaşanan her olay için düşünülmelidir. Allah’ın afetle neyi murat ettiği tefekkür edilmelidir. Depremle harita üzerinde değişikliğe varıncaya dek coğrafî farklılaşmalar olmaktadır. Akıl almaz oranda göçlerle nüfus yapısı, ekonomik dengeler, sosyal doku değişimi, kültürlerin transferi ve daha başka değişimler yaşanmaktadır. Depremi yaşayanlar acı ve ıstırap içindeyken, şahitler ise körelen ibret alma ve merhamet duygularıyla yeniden canlanma fırsatı bulmaktadır.

Afet neticesinde psiko-sosyal açıdan değerlendirmeye konu çok önemli durumlar ortaya çıkmaktadır. Onlarca evi apartmanı olan zengin birisi, bir ânda, barakamsı barınağın sahibine gıptayla bakacak duruma geliveriyor… Mal-mülk sahibi olduğunu düşünen biri, evine giremez bir vaziyette, hasretle uzaktan seyrediyor. Derme-çatma barakamsı yaşamı, gıptayla seyredip, ideal sığınak olarak görebilme duygusu yaşıyor aynı insan. Mülkün sahibinin gerçekte Allah mı yoksa kendisi mi olduğunun farkına varıyor aslında. ‘Melik’ olmayanın ‘Malik’ olduğu iddiasının gerçekte ne kadar da boş olduğunu düşünüyor… Hülasa bunlar, teorinin öngörüleri değil, deprem gerçeğiyle bizatihi yaşayanların tecrübeleridir.[33]

Yalnızca Allah’ı Tevhid Etmek

Afet anında insanlar, ölümün soğuk yüzünü yakinen yaşarlar. Bu gerçek, insanın fıtrat zeminine dönüp yaklaştığı ândır. Bu şartlarda insan, Allah’a koştuğu ortakların hiçbir şeye yaramadığını; o âna kadar güç ve kuvvet atfettiklerinin de çaresiz ve yardıma muhtaç olduğunu görür ve tekrarla Allah’a yönelir. Kur’ân’da buna dair çokça misal vardır. Tarihçiler, Fil Vakası neticesinde Kâbe’yi Rabbinin koruması ve Ebrehe’nin ordusunun helak olmasının akabinde, müşriklerin birkaç yıl putlara tapmaksızın Allah’a yöneldiklerini bildirirler. Bütün bunlar, ölüm gerçeğiyle karşılaşan insanın, sadece Rabbine yöneldiğine dairdir. Bu durum süreklilik arz ettiği takdirde imtihan kazanılmış, zaaflı inançlara dönüldüğünde ise kaybedilmiş demektir.

Her tarafta ve sadece Allah’ın anıldığı ve yüceltilerek tevhid edildiği bir ortam… Mal-mülk, makam, ev, araba, eşya anlamsızlaşır o ân. Afet dönemleri insanların fıtrat zeminine dönüp yaklaştığı ânlardır. Dünyalık hiçbir şeyin işe yaramadığı, enkazdan iniltilerin geldiği ânlar, verenin de alanın da Allah olduğu tespihi etrafta tekrarla duyulur… İşte o ân, insanın fıtrat üzere olduğu ândır. Kur’ân’daki kıyamet sahnesi yaşanır âdeta.

“Yerküre kendine has sarsıntısıyla sallandığı” “Toprak ağırlıklarını dışarı çıkardığı” “Ve insan “Ne oluyor buna!” dediği vakit”[34] İlgili ayetlerinin ardından verilmek istenen mesaj geliyor aklımıza: “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür.”, “Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.”[35]

Peygamberimiz (s.), yağmur, fırtına gibi birtakım olaylar karşısında tedirginlik duyar ve ardından, “Geçmiş kavimlerin de böylesi vakıalarla helak edildiklerini; onları helak eden Allah’ın kendilerini de helak etmeye muktedir olduğunu” hatırlatırdı. Nitekim rahmet yüklü bulutlar helak sebebi de olabilir! Rasûlullah (s.)’ın yaşanan afetler karşısında Allah’a sığınması, imtihanın nirengi noktasıdır. Bu vesileyle ölümü hatırlama, müstağni olmama; Allah’ı tevhid ve tenzih etme uyarısı yapılmaktadır.

“Onlar, her yıl bir veya iki kez (çeşitli belalarla) imtihan edildiklerini görmüyorlar mı? Sonra da ne tevbe ediyorlar ne de ibret alıyorlar.”[36] Zulmedenlere erişmekle kalmayacak fitneden sakınmak, beyinsizlerin yüzünden helak olmaktan Allah’a sığınmak, Müslümanın duyarlılık alanıdır.

Yaşadığımız her ibretlik imtihan, “Dünyaya sarılmanın, düşmekte olan uçaktaki yolcunun koltuğuna sıkı sıkıya sarılması gibi” beyhude bir çaba olduğunu gösterir. Evi-barkı yıkılan; dünyada sahip olduğu her şeyi toprak altında kalanların durumu, “Bir varmış bir yokmuş…” masal tekerlemesini hatırlatır insana. Yaşanan imtihanlar, yaşamı bir yolcu gibi görenlerin ve evini sırtında taşıyanların gerçek zenginler olduğunu bir kez daha hatırlatır… Allah için yaşanmamış hayat, boşa geçirilmiş bir hayattır. Anlamlı olan, İslâmî bakışın öngördüğü bu zemindeki tefekkürdür.

Ölüm Gerçeği ve İmtihan

Bu tür felâketlerde iki kavram öne çıkıyor: Ölüm ve imtihan… Ölüm ve imtihan gerçeği nasıl bir anlam yüküne sahip, nasıl bir derinlik kazanıyor böyle zamanlarda? Yaşanan her felâket, insani sınırlarımızı bize hatırlatıyor. Keza insan, ‘sorumlu’, ‘sınırlı’; ‘malum’ ve ‘mesul’ bir varlıktır.

Depremle insan, geride kalanların, vefat edenlerden ölüme daha uzak/emniyette olmadığı gerçeğini bizatihi yaşar. Bütün yaratılmışların faniliği hiç kuşkusuz insanoğlu için de geçerlidir. Tüm beklentilerini dünya yaşamına bağlayan insan için ölüm, bir felakettir. Ahiret inancından uzak olan insanın ölüm üzerine düşünmesi; kendisine ölümden bahsedilmesi, ölümden beter korku sebebidir. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan ve sınırsız hazza talip olan insanın durumu, yemek için bala dalan, sonra da çıkamayıp ölen karıncaya benzer.

İslâmî muhayyilede ölüm yok oluş değil, en büyük rahmet ve lütuf hanesine geçişin kapısıdır. Ölüm, ebedî hayat için diriliştir bir anlamda. Ölüm gerçeğinin nasıl bir anlam yüküne sahip olduğunu, yanı başınızdaki birini kaybedince daha iyi anlarsınız. O ân, ölüm ile yaşam arasındaki karmaşık duyguyu; kelimelerin kifayetsizliğini yaşarsınız. Ve öğrenirsiniz neticede, “Yaşamak, ölmektir günü geldiğinde!”

“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.”[37]

“Hiçbir kimse yok ki, ölümü Allah’ın iznine bağlı olmasın. (Ölüm), belli bir süreye göre yazılmıştır.”[38]

Uzağımızda sandığımız, hele kendimize hiç yakıştırmadığımız gerçek, ölüm gerçeğidir. Yakınlığıyla sıcak, etkisiyle soğuk yüzünü gösteren ölüm, körelmiş kalplerin harekete geçmesi için çağrıdır insanoğluna. Ölümü unutan insan, Allah’ı hesaba katmadan yaşamaya başlamış demektir. Ölümü unutmak, Allah’ı unutmaktır.

Ölüm, ölüm bilincine sahip olanları hayattan koparmaz. Mümin de ölüm korkusuyla yaşamaz. Müminin korkusu, psikolojik olarak ölmekten değil, ebedî hayata, hesap gününe hazır olup-olmama sebebiyledir. Korku ve umut… Bunu kişide sağlayan inanç tevhid akidesidir. Kişinin tek başına kaldığı zamanki hâli, onun gerçek hâlidir. Ölümün fıtri zeminde düşünüleceği ân, kişiliğin dolayısıyla kişi ahlâkının gerçek boyutuna ışık tutar. Bu ân, ölüm üzerine tefekkür açısından son derece değerlidir. İnsan, tek başına olduğu zaman ve mekânlarda nasıl davranıyorsa hakikatte ‘o’dur. Ahiret-tevhid ilişkisinin can alıcı noktası da burasıdır. İnsanların görmediğini, duymadığını Allah görür, duyar ve bilir! İşte bu, kimliğin gerçek zamanlı yaşandığı ândır ve ölüm hakikatini sahici bir zeminde tefekkür etmenin bulunmaz imkânıdır.

İnsan, ölümle yaşamını kaybeder ancak hayatını kaybetmez. Dünya yaşamının sona ermesi ebedî hayatın sona ermesi demek değildir. Bu açıdan ölüm, beşerin, ebedî hayata açılan anlam kapısıdır. “Her canlı ölümü tadacaktır.”[39] Hiçbir insanın istisna edilmediği bir hakikat yüzümüze haykırılıyor. Ey insanlar! Aranızdan peygamberlerin de istisna edilmediği her canlı ölümü tadacaktır! Varoluşun kendisi kadar önemli bir gerçeğin altı çiziliyor burada. İlahi adalete işaret eden bir başka ayet içimizi ferahlatıyor:

“Kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir… Bu dünya hayatı ise aldatma metaından başka bir şey değildir.”[40] Ayetin telkin ettiği mesaj, kaygıyla beraber umudumuzu besliyor.

“Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!”[41]

“Biz, toprağın onlardan neleri eksilttiğini kesinlikle bilmekteyiz. Yanımızda o bilgileri koruyan bir kitap vardır.”[42]

“Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et!”[43]

Ölüm, hiçlik, yok oluş değildir. Ölümün sırrı, var olmanın sırrıyla aynıdır. Ölümü, gerçekte hayatı anlayanlar anlayabilir. Ölüm yokmuş gibi yaşamak, Allah’ı unutmaktır. Allah’ı unutmak, anlamsızlaşmak; yeniden dirilmeyi, hesabı, ceza ve mükâfatı düşünmeden yaşama gafletidir. Öte kaygısı olanlar için asıl önemli olan ne zaman ölündüğü değil, hangi hâl üzere ölündüğüdür. Ölümün bizi nerede beklediği belli olmadığına göre, bizim ölümü her yerde beklememiz gerekir. Ölümü beklemek, ölüm sonrası için hazırlıklı olmayı gerektirir.

Peygamberimiz (s.)’in, “Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız.”[44] emri, kalpleri harekete geçiren bir uyarıdır. “Bize nasihat et ey Allah’ın Rasûlü” diyen Hz. Ömer’e hitaben Peygamberimiz (s.): “Nasihat olarak ölüm sana yeter ey Ömer!” diye cevap veriyordu. Hz. Ömer’in, unutmak istemediği bu ifadeyi, evrak mühürlediği yüzüğünün üstüne yazdığı rivayet olunur. Eğer ki bir insan ölümden ibret ve nasihat almıyorsa; bil ki, başka hiçbir şeyden ibret ve nasihat almaz.[45]

Sonuç

Tevhid, Kur’ân’ın ana mesajı; bütün meseleleri doğru anlamanın mihveridir. Tevhid, eşyayı ait olduğu yere koyma, şirk ise eşyayı yerinden etme yani Allah’ı hakkıyla takdir etmemedir. Meselelere sağlam bir inanç ekseninde bakma, afetlerin doğru okunması için de geçerlidir. Zira kulluğu Allah’a has kılmanın ertelendiği her iş fasittir. Bu kaygıyı erteleyecek hiçbir çaba şer’ân hüsn-i kabul görmez. Yaşanılan her mesele akidevi olmayabilir ancak hiçbir mesele yoktur ki, akideyle münasebeti koparılarak ele alınabilsin.

Her imtihan gibi depremlerin de, tasavvurdan taakkul ve tezekküre varıncaya dek, hakikat ekseninde değerlendirilecek yönleri vardır. Ve her yeni günün; yaşanan her musibet ve imtihanın yeni okuma ve tanımlamaya; hülasa fıkhedilmeye; tecdit bilinciyle değerlendirilmeye ihtiyacı vardır.

Deprem gerçeğinden hareketle, yaşanan hiçbir afet, özü itibarıyla ikram/rahmet olmadığı gibi azap, cezalandırma da değildir. Allah’ın kevni ayetleriyle farklı imtihanları yaşayan insan, depremi de bir imtihan olarak yaşar. ‘Tevekkül’ ve ‘Tedbir’ ekseninde anlayış farkı, yaşananı ikram/rahmet kılabileceği gibi ceza ve azaba da dönüştürebilir. Yaşadığımız imtihanları biz belirlemiyoruz ancak imtihan karşısındaki tavrımız bizim kulluğumuzdur.

Teolojisini hurafeden, ideolojisini sekülarizmden alan iki cehenneme davetkâr söylemler kuşatmasında insan, anlam ve hakikat arayışındadır. Seküler okuma ile muharref mantığın ifsat ediciliğine mukabil İslâmî bakış, afetlerin, ilahi iradeden bağımsız telakkisi gibi ölçü ve tartının ihmalini de reddeder. İslâmî bakış, insanı bir kez daha anlam ve hakikate davet eder.

Dipnotlar

[1]  Bk. Tâ-Hâ, 20/120-121; A’râf, 7/12; Sâd, 38/75-76.

[2] “Ben, cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56).

[3] İleri okumalar için bk. Ramazan Yazçiçek, “Ekinin ve Neslin İfsâdı Bağlamında Ekolojik Dengede Bozulma ve Kültürel Yozlaşma” İLKAV, panel, Ankara 6 Nisan 2008.

[4] Yûsuf, 12/3; Tâ-Hâ, 20/99, 128;  A’râf,7/101; Zâriyat, 51/52-53; Fâtır, 35/42-43; Bakara, 2/118; Âl-i İmrân, 3/137-140; Kasas, 28/83.

[5] Bk. Enfâl, 8/28; Kehf, 18/7; En’âm, 6/53; Tegâbün, 64/15; Bakara, 2/155; A’râf, 7/ 94-95; Âl-i İmrân, 3/179, 186.

[6] Mülk, 67/2; Bk. Ankebût, 29/2.

[7] Âl-i İmrân, 3/186.

[8] İbrahim, 14/33.

[9] Hadîd, 57/2-4.

[10] Bk. Câsiye, 45/29; Kehf, 18/49.

[11] Bk. https://doi.org/10.5281/zenodo.4399131 (Erişim: 20.02.2023).

[12] Bk. Nisâ, 4/93; Enfâl, 8/16; Fetih, 48/6; Nahl, 16/106; Bakara, 2/57-61, 88-92; A‘râf, 7/152; Tâ-Hâ, 20/80-90 (İlyas Üzüm, “Gazap” , TDV İslâm Ansiklopedisi, (I-XLIV), İstanbul, 1996, cilt: 13, s. 434-435).

[13] Bk. Ahzâb, 33/11; Zilzâl, 99/1-5.

[14] “Sizi karada ve denizde gezdiren O’dur. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, o gemiler de içindekileri tatlı bir rüzgârla alıp götürdükleri ve (yolcular) bu yüzden neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara dalgalar hücum eder ve onlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da dini yalnız Allah’a halis kılarak: “Andolsun eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden olacağız” diye Allah’a yalvarırlar.” (Yûnus, 10/22).

[15] Rahmân, 55/29.

[16] Enbiyâ, 21/69.

[17] Enfâl, 8/17.

[18] Kasas, 28/24.

[19] Hûd, 11/84.

[20] Kamer, 54/49.

[21] Rahmân, 55/7.

[22] Yûnus, 10/100; “Şüphesiz Allah katında hayvanların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfâl, 8/22).

[23] Mülk, 67/10.

[24] Bakara, 2/44, 76, 242; bk. Hûd, 11/51; Kasas, 28/60; Yûsuf, 12/109; Mü’min, 40/67.

[25] Nisâ, 4/102.

[26] Şu’arâ, 26/80.

[27] Ebu Dâvûd; Tirmizi; İbn-i Mace; (Hadislerle İslâm, Heyet, (I-VII), DİB, İstanbul, 2017, cilt: 1, s. 671).

[28] Yûsuf, 12/67.

[29] Bk. Ramazan Yazçiçek, “Değişim Gerçeği ve İslâmî Bakış”, Soruşturma: Koronavirüs ve İnsanın Anlam Arayışı, Haksöz, 2020, sayı: 349-350, s. 9-12.

[30] A’râf, 7/155.

[31] Bakara, 2/115; Mülk, 67/14.

[32] Bk. Kehf, 18/49; Bk. Hûd, 11/117.

[33] Ramazan Yazçiçek, “Van Depremi, İlâhî İradeden Bağımsız Telakkiler ve İhmaller”, röportaj: Fatih Bütün”, Nida, 2012, sayı: 151, s. 41-50.

[34] Zilzâl, 99/1-4.

[35] Zilzâl, 99/7-8; Bk. Câsiye, 45/15; A’râf, 7/8; Bakara, 2/81.

[36] Tevbe, 9/126.

[37] Mülk, 67/2.

[38] Âl-i İmrân, 3/145.

[39] Âl-i İmrân, 3/185.

[40] Âl-i İmrân, 3/185.

[41] Nisâ, 4/78.

[42] Kaf, 50/4.

[43] Hicr, 15/99.

[44] Tirmizî.

[45] Bk. Ramazan Yazçiçek, “Ölüm Üzerine Tefekkür”, Nida, 2022, sayı: 211, s. 4-12.

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !