Şükrü HÜSEYİNOĞLU

11 Aralık 2019

AFRİN İZLENİMLERİ

“Arap Baharı” sürecinin başta Tunus, Libya, Mısır ve Yemen olmak üzere bölgeyi etkisi altına aldığı bir dönemde, Suriye’de 2011 Mart’ında Der’a’da birkaç çocuğun duvarlara rejim karşıtı yazılar yazması sonrası gelişen kanlı süreç, giderek Baas diktasının yeni bir kitlesel katliam kampanyasına ve iç savaşa dönüşmüştü.

Ogün bugün 8 yıldır Suriye’de katliamlar sona ermedi, silahlar susmadı. Rejimin ve sonrasında ona destek amaçlı sürece dahil olan Rusya ve İran’ın kanlı bombardımanları, yanı sıra DAEŞ bahanesiyle Rakka ve Deyr’ez Zor gibi şehirleri içinde yaşayanlarla birlikte yerle bir eden ABD-NATO’nun saldırıları, halkın arasından çıkan ve İslami hassasiyetle ve bağımsız bir muhalefet hattı anlayışıyla hareket eden muhalif grupların yanı sıra, çeşitli güçlerce dizayn edilip sahaya sürülen DAEŞ, PYD-YPG ve eğit-donat programları içinde yer almış olan kimi muhalif unsurların varlığı ve giderek içinden çıkılmaz alan bir süreç…

Şu an Suriye coğrafyası tam anlamıyla herhangi bir bölgeyi bir şekilde kapan gücün elinde kaldığı, Cenevre’deki anayasa görüşmeleri sürecine rağmen sahadaki aktörlerin ortak bir noktada buluşmasının beklenen bir durum olmadığı bir parçalanmışlığı ifade ediyor.

Meselenin bu boyuta gelmiş olmasında dış güçler ve özellikle de Suriye sahasında etki ve etkinliğe sahip bölge ülkeleri olan Türkiye, İran ve Suud’un ilk baştan itibaren meseleyi bölge bazlı çözüme kavuşturmak yerine, Türkiye ve Suud’un ABD-NATO kampını, İran’ın ise Rusya-Çin kampını bu mesele üzerinden bölgeye taşıyan bir işbirlikçi tutum takınmasının rolü büyük olsa da, asıl sorumluluğun halkıyla uzlaşmak yerine, halktan yükselen en ufak taleplere bile acımasız bombardımanlarla karşılık veren Baas rejiminde olduğu kuşkusuzdur.

Türkiye’nin sorumluluğundan söz etmişken, adil şahitliğimizi yapmanın ve bir hakkı hakkı olana teslim etmenin bir gereği olarak şunu ifade etmeliyim ki, Türkiye, Baas diktası Der’a’da, Humus’ta, Hama’da, Halep’te meydanlarda barışçıl gösteriler yapan halka karşı katliam amaçlı bombardımanlara girişmeden önce diktanın elebaşı Esed’le görüşmeler yaparak bir uzlaşma ve sürecin suhuletle yönetilmesi çağrıları yapmış, ne var ki Baas diktasını bir uzlaşmaya ikna edememişti.

İlk başlardaki bu olumlu tutumuna rağmen Türkiye’nin, sürecin sonraki safhalarında süreci ABD ve “Suriye’nin Dostları” adı verilen NATO ülkeleriyle birlikte yönetmeye çalışması çok büyük bir yanlış olmuştur ve meselenin bugünkü boyuta gelmesinde payı olmuştur.

2016 yılına gelindiğinde Türkiye Suriye meselesine ABD-NATO cephesiyle birlikte müdahil olma tercihinin, özellikle de ABD’nin DAEŞ’i Irak’tan sonra Suriye’de de sahaya sürmesi ve PKK-PYD’yi DAEŞ’le mücadele adına meşru bir müttefik olarak konumlandırma çabası karşısında kendi güvenliği açısından da çok büyük bir tehlike haline geldiğini, ABD’nin Fırat’ın doğusundaki varlığının Türkiye’nin bütünlüğünü de hedef alacak bir mevzilenme arz ettiğini fark ederek Rusya ve İran’la yeni bir süreç başlattı.

“Astana Süreci” adı verilen ve ABD eksenli “Cenevre Süreci”ne alternatif bir mahiyet arz eden bu Türkiye-Rusya-İran üçlüsünün görüşmeleri, çeşitli anlaşma ve mutabakatlarla bugüne kadar devam etti.

Türkiye, Suriye’nin kuzeyinde ABD ve kısmen Rusya’nın himayesinde oluşturulmakta olan PKK-PYD koridoruna karşı ilk olarak 2016’da “Fırat Kalkanı” harekatını, ardından “Zeytin Dalı” ve son olarak “Barış Pınarı” harekâtlarını yaparak bölgede oluşturulmak istenen  statükoyu değiştirdi ve Azez, Cerablus, Afrin, Rasulayn ve Telabyad gibi önemli merkezlerin kontrolünü muhaliflerin teşkil ettiği “Suriye Milli Ordusu”yla birlikte kontrol etmeye başladı.

Geçtiğimiz ay içinde, Türkiye ve muhaliflerin 2018 başındaki Zeytin Dalı harekâtıyla PKK-PYD’den kurtardığı Afrin’i ziyaret etme imkânımız oldu. Bir grup arkadaşla teşkil ettiğimiz “Muhacir-Ensar Kardeşliği Platformu”nun bölgedeki muhacir ve yoksullara yönelik gıda yardımlarının dağıtımı için, 13 Kasım günü Gaziantep’ten bir kardeşimizle birlikte, Kilis-Azez arasında bulunan Türkiye tarafındaki adıyla Öncü Pınar, Suriye tarafındaki adıyla Bab’us Selam sınır kapısından Valilik’ten alınmış izinlerimize istinaden giriş yaparak, Afrin’e doğru yola koyulduk.

Azez civarında ilk dikkatimi çeken, yolun sağ ve solunda kurulmuş derme-çatma çadır yerleşimler oldu. Aradan 8 yıl geçmiş olmasına rağmen gerek Suriye içinde muhacir durumuna düşmüş olan, gerekse Türkiye, Ürdün ve Lübnan gibi komşu ülkelere sığınan milyonlarca mazlum insanın önemli kısmı halen çadırlarda yaşamaya mahkûm durumda. Üstelik belli bir altyapısı ve düzeni bulunan çadırkentlerin yanı sıra, Azez’de gördüğümüz gibi hiçbir altyapısı bulunmayan derme-çatma çadırlarda yaşamaya çalışan çok sayıda muhacir söz konusu.

Azez’le Afrin arasındaki yol, Türkiye’deki herhangi bir köy yolundan da bozuk, arabalar toz-toprak içinde ilerlemeye çalışıyor. Gittiğimiz istikamette sol taraf boyunca insan boyu toprak yığımı yapılmış. Bunun sebebinin, sol tarafa düşen ve halen Rusya’nın himayesindeki PKK-PYD’nin kontrolünde bulunan Tel Rıfat bölgesinden kanas silahıyla atışların yapılması olduğunu öğreniyoruz.

Hayat her şeye rağmen devam ediyor, yolun son derece bozuk olmasına ve PKK-PYD tehdidine rağmen Azez-Afrin arasında canlı bir trafik var. Eski ve basit model motorsikletlerin çokluğu göze çarpıyor. Yolda kimi araçların arkalarındaki görseller ve yazılar dikkatimi çekiyor. Arapça “Ya Allah” yazısı ve kelime-i şehadet yaygın. Bunun yanında bir kontrol noktasında, bir aracın arka camına yapıştırılmış Saddam Hüseyin fotoğrafına gözüm ilişiyor. Kontrol noktaları, Suriye Milli Ordusu’nu teşkil eden farklı muhalif gruplar tarafından yönetiliyor. Demek ki buradaki grup, Arap kavmiyetçiliği öne çıkan bir ekip. “Sultan Murat Tugayı” gibi Türkmenlerin oluşturduğu grubun bir anlamda Arap versiyonu gibi görünüyor. İslami görünürlülüğü ve Ümmet hassasiyeti önde olan grupların yanı sıra bu tür bölge ve kavim hassasiyeti öne çıkan gruplar da var.

Söz konusu fotoğrafı gördüğümde, o kontrol noktasını yöneten grubun içine düştüğü, Suriye Baası’na ve onun diktasına/zulmüne karşı çıkarken Irak Baası’nın liderini bayraklaştırma çelişkisini düşünüyorum ve “İnsanlar niçin genelde bir bâtıldan ve zâlimden kaçarken bir başkasına meftun olurlar?” sorusunu soruyorum kendi kendime.

Yol boyunca 5-6 yerde beton bariyerlerle yolun akışının kesildiği ve kontrollü geçişin sağlandığı kontrol noktaları var ve bunun sebebi de PKK-PYD’nin Afrin’de bomba yüklü araçlarla sivillerin kalabalık olarak bulunduğu alanlarda gerçekleştirdiği kanlı saldırılar. Şüphelenilen araçlar kontrol noktalarında aramaya tâbi tutuluyor. Bizim gitmemizden bir hafta önce de sebze satışı yapılan bir alana yönelik bombalı araç saldırısında 13 sivil katledilmişti. Yardım dağıtımı için şehri gezerken o saldırının yaşandığı mahalden de geçtik, patlamanın etkisiyle etraf yanmış durumdaydı.

Bir Sofra Etrafında İslam’ın Dört Oğlu

Geceyi, gıda dağıtımını birlikte yaptığımız Türkiye menşeli partner yardım derneğinin merkezinde geçirdik. Dernek çalışanları Suriyelilerden oluşuyor. İlk ikramları kahve oldu. Ardından akşam yemeği olarak Suriyelilere has olduğu anlaşılan ve derneğin mutfağında hazırlanmış olan bir pide çeşidi, çayla eşliğinde ikram edildi. Tanışma faslından sonra Suriye’deki gelişmeler hakkında sohbet ediyoruz. Her birimizin söylemlerimizde İslami hassasiyetlere vurgu yapmamız birbirimize ısınmamızı sağlıyor, sohbeti epey koyulaştırıyoruz.  

Sofra başında dört kişiyiz. Biri derneğin çalışanı Suriyeli bir Arap, diğeri Suriyeli bir Türkmen ve yardım çalışması için Afrin’e birlikte gittiğimiz Gaziantepli bir Kürt ve ben, Gümüşhaneli bir Türk. Sohbetin bir aşamasında bu duruma dikkat çekiyorum, bizleri bu şekilde bir araya getirip kaynaştıran İslam’ın güzelliğinden söz ediyoruz hep birlikte. Birimiz Hucûrat 13. ayeti okuyor, birimiz “Hepiniz Adem’densizniz, Adem ise topraktandır…” hadisini dile getiriyor, Sad b. Ebi Vakkas ve birkaç arkadaşı ile Selman Farisi arasında Mescid-i Nebevi’de cereyan eden ve sonrasında Ömer b. Hattab’ın da dahil olduğu, Selman Farisi’nin “Ene Selman, ibn’ul İslam / Ben Selman’ım, İslam’ın oğluyum” cevabıyla ölümsüzleşen anları hatırlatıyorum ben de. Adeta o anları yeniden yaşıyoruz, Ümmetin farklı kökenden ve coğrafyalardan dört evladı olarak.

Arap olanı İdlib, Türkmen olanı Halep kökenli olan Suriyeli o kişi kardeşimizin içtenlikleri, sevecenlikleri, kardeşlikleri hakikaten hiç unutulacak gibi değildi. İdlibli olan kardeşimiz svaşta iki kardeşini kaybetmiş. Kendisi de ailecek muhacir olarak Afrin’e gelmişler. Halepli kardeşimize yaşını soruyorum, “Tahmin et” diyor, “32” diyorum. Yaşı 35’miş, evli olup olmadığını sorduğumda aldığım cevap, “Evliyim, beş çocuğum var” şeklinde oluyor. Oysa Türkiye’de 35 yaş, neredeyse ortalama evlenme yaşı olma yolunda. Demek ki evlilik ve aile kurumuna karşı son derece sinsi ve kapsamlı bir kampanya yürüten modern tuğyan, Suriye coğrafyasına Türkiye’deki kadar nüfuz edememiş.

Saat 23.00 civarı elektriklerin kesildiği ve bu sebeple yatmak için hazırlığımızı yapmamız gerektiği hatırlatılıyor. Elektrik bu şekildeyken binalara suyun da tankerlerle verildiğini görüyoruz. Şehrin tamamında su şebekesi kesik ve tankerlerle mi veriliyor yoksa lokal bir durum mu onu öğrenmedim. Sabah namazından sonra birkaç saat daha uyuduktan sonra, kaldığımız binanın üzerinde bulunduğu ana caddeden seyyar satıcıların sesleri gelmeye başlıyor. “Halib, Halib!” Sütçüler, patateşçiler, karnıbaharcılar…

Genellikle böyle tek çeşit ürünle doldurulmuş, yanında bir tartıyla seyyar satıcı arabalarının sabah erken saatte caddelerde, sokaklarda gezinmeye başladığını görüyoruz. Saat 08.30 civarı caddeye baktığımda çok canlı bir hayatın Afrin’de başladığına tanıklık ediyorum. Tabir yerindeyse vızır vızır işleyen arabalar, erkenden açılıp müşterisini bekleyen dükkanlar, yine vızır vızır işleyen motorsikletler…

Afrin, Halep iline bağlı bir ilçe. Savaş öncesi merkezinin nüfusu 120 bin civarında imiş. Şimdilerde Hama’dan,Humus’tan, Halep’ten, İdlib’den, Doğu Guta’dan vs gelen muhacirlerle nüfusun birkaç kat arttığı söyleniyor. Aynı durum Türkiye’nin Suriye’ye komşu Kilis ve Reyhanlı gibi yerleşi,m yerleri için de geçerli bilindiği gibi.

Afrin’e girerken ve şehirde dolaştığımızda dikkatimi çeken bir husus da, bombalanmış ve dolaysıyla yıkılmış bir binaya rastlamamış olmamız. Oysa Azez’de Esed ve müttefiklerince bombalanarak yerle bir edilmiş ve halen enkazı kaldırılmamış birçok binaya rastlıyorsunuz. Bu farkın sebebi, Esed diktasının muhalefete karşı izlediği şeytani bir taktik. Muhalefeti bölmek, karşı kendisi dışında bir rakip çıkarmak ve muhalefetin Türkiye ile irtibatını koparmak amacıyla Afrin, Ayn El Arab (Kobani), Kamışlı gibi Kürtlerin yoğun yaşadığı yerleşim yerlerini PKK-PYD’ye çatışmasız olarak teslim ediyor. Bu sebeple de savaş boyunca ABD ve Rusya’nın da himayesiyle “kendi adamlarının” (PKK-PYD) elinde kalan bu bölgeleri bombalamıyor. Nihayet Türkiye burada meydana getirilmeye çalışılan oluşumun kendi güvenliğine de ciddi bir tehdit olduğuna kararverince üç harekâtla bölgeye müdahale ediyor, ki Türkiye’nin, bu müdahalelerinde sivil yerleşim yerlerinin bombalanmaması hassasiyeti biliniyor. Dolayısıyla Afrin bu anlamda bir savaştan çıktığının ilk anda anlaşılması mümkün olan bir yer değil. Ancak caddelerinin-sokaklarının bakımsızlığı, aşırı kalabalık, yardım kuyrukları, kenar mahallelerindeki maalesef ancak ahır olarak kullanılabilecek muhacir barınakları vs size savaşı hatırlatıyor.

Apoizmin Laikleştirme Misyonu

Afrin Kürtlerin çoğunlukta olduğu bir şehir. Savaş süreciyle bombardımanlardan uzak kalabilmiş az sayıdaki şehirlerden biri olarak, acımasız bombardımanlara maruz kalan bölgelerden çok sayıda muhacirin gelmesiyle şehir Suriye’nin tüm renklerinin bir arada kardeşçe yaşadığı bir mahal görünümünde. Caddelerde, çarşı-pazarda Kürtler ve Arapları giyim-kuşam biçimleriyle kolayca ayırt edebiliyorsunuz. Afrin’de dolaşırken, caddedeki Kürt-Türkmen-Arap kalabalığın görüntüsü eşliğinde hemen oracıkta telefona kısa bir video şeklinde bir yorum yaptım, “Bu Ümmetin unsurlar (anasır-ı İslam) halklar bazında aralarında sorunsuz olarak yaşamayı geçmişten bugüne gayet iyi bildiler, fakat ne zamanki  batı menşeli bâtıl ideolojiler, bu ideolojilere dayalı rejimler ve örgütler bu coğrafyada etkili olmaya başladı, bu kardeşliğin sakatlanması süreci de öylece başlamış oldu. Bugün yaşadığımız sorunların temelinde hep bu var, çözüm de belli dolayısıyla. Yeniden Ümmet bilinci ve kimliği altında gerçek anlamda kardeşler olmayı başarmak.”

Gaziantepli Kürt kardeşimiz, Afrinle ve Afrinlilerle ilgili ilginç bilgiler verdi. PKK’nın on yıllar boyunca bu bölgede Kürtleri İslamsızlaştırma propaganda ve dayatması içinde olduğunu ve bunda da belli bir mesafe kat ettiğini, Suriye coğrafyasında giyim-kuşam, ibadet ve gündelik hayatla ilgili muamelat konusunda İslami hayat biçiminde en uzak halk kesiminin, PKK’nın çabaları neticesinde Afrin Kürtleri olduğunu acı bir tesbit olarak dile getirdi. Son dönemde Hama, Humus, Halep ve İdlib’den gelen muhacir nüfusla birlikte Afrin’de gündelik hayat içindeki İslami görünürlüğün arttığını kaydetti.

Kısacası, Osmanlı bakiyesi Türk toplumu üzerinde Kemalizmin belli oranda meydana getirdiği İslamsızlaştırma/laikleştirme ameliyesinin aynısını, gerek Türkiye’deki Kürtler gerekse Suriye’deki Kürtler üzerinde Apoizm tuğyanının yerine getirdiği gerçeğini teyid eden tesbitlerdi bunlar. Zaten PKK-PYD’liler batılı efendilerine Kürtleri laikleştirme misyonları üzerinden göz kırpıyor değiller mi? İlginçtir, tüm Afrin turumuz boyunca yalnızca bir başı açık kadına rastladık, o da dış mahallelerde yoksul Kürt ailelere götürdüğümüz yardım için adres ararken karşılaştığımız bir Kürt kadınıydı.

Afrin’de dikkatimi çeken bir husus, Türkiye’nin kontrolünde PKK-PYD’nin Esed’i aratmayan diktacı-dayatmacı uygulamalarının izleri silinirken, bir noktada önemli bir yanlışa imza atıldığı yönünde oldu. O da, açılan hastane, gücenlik kurmları gibi resmi binaların girişine asılan tabelalarda Türkçe ve Arapça’ya yer verilirken, Kürtçe’ye yer verilmemiş olmasıydı. Kürtlerin çoğunlukta olduğu Afrin’de Kürtçe’ye tabelalarda yer vermemek doğru bir tercih olmasa gerektir.

Muhacir Ailelerin İçler Acısı Hali

Afrin’deki yardımlarımız üç bölgeden ibaret oldu. Biri Afrin’in Türkiye tarafına bakan tepe bölgesindeki varoşlardaki metruk barakalara yerleşen Humuslu, Halepli, İdlibli vs muhacir ailelere, diğeri bir başka tepenin varoşunda yaşayan Afrin’in yerlisi yoksul Kürt aileler, bir diğeri de Afrin’in köylerindeki yoksul aileler.

Afrin’in yerlisi yoksul ailelerin yaşadığı bölge tıpkı İstanbul’un herhangi bir varoş semti gibi. Fakat neticede başlarını sokacakları evleri, düzenli bir sokakları, komşuları vs var. Aynı şey köylü fakirler için de geçerli. Gıda ve giyim konusunda yardıma ihtiyaçları var ve partner kuruluş da bu işi son derece dikkatli ve düzenli yapıyor, notlar alınıyor, adresler tesbit ediliyor, dağıtım süreci ve sonrasında da hangi aileye ne kadar yardımın yapıldığına dair gerekli bilgiler tutularak yardımların yerli yerince yapılması temin edilmeye çalışılıyor.

Ne var ki yoksul muhacir ailelerin yaşadığı bölge ve yaşadıkları barakalar tam anlamıyla içler acısı. Sokak diye bir şey yok zaten. Arabayı belli bir yere park edip yardım malzemesini oradan taşımak gerekiyordu. Daha da vahimi evlerin foseptiği patlayan borular sebebiyle ancak yaya olarak kat edilebilen “sokak”lara taşmış durumdaydı. Kokular ve taşan foseptik suları arasında yürüyerek ailelere ulaşmaya çalışıyorduk.

Barakaların kapıları açıldığında ise asıl içler acısı durumla karşılaşıyorduk. Köylerde ancak ahır yapılabilecek barakalarda, yerlerde halı veya bir başka serginin olmadığı, tuvaletle yaşanan alanın iç içe olduğu, ayakları yalınayak çocuklarıyla yaşama mücadelesi veren, çoğu da baba savaşta hayatını kaybetmiş, anne ve çocuklardan müteşekkil muhacir aileleri… Türkiye’den birlikte gittiğimiz ve bölgede düzenli olarak yardım çalışmalarına katılan kardeşimizle, bu muhacir ailelerine düzenli olarak yardımcı olma noktasında kardeş aile formatında bir çalışma yapma konusunda bir değerlendirmemiz oldu, bakalım bunu başarabilir miyiz.

Afrin’e yakın bir köye yardım götürmek için yola çıktığımızda arabada Afrin Radyosu çalıyordu. Zeytin Dalı harekâtından sonra Türkiye’nin kontrolünde bu radyo kurulmuş ve Mustafa Müslim’in yönetiminde yayın yapmakta imiş. Arapça birkaç kaside ve Kürtçe mevlid yayını vardı, biz yol alırken. Köye doğru giderken Afrin çıkışında Afrin mezarlığının yanından geçtik. Afrin’de mezar taşları, Osmanlı mezar taşlarını andıran bir tarza sahip. Taş işlemeli ve dar ve fakat uzunca mezar taşları konulmuş. Ankebut Sûresi 57. ayet ve Tekâsur Sûresi geldi aklıma ve arabadakilerle paylaştım, insanların dünya hırsları ve ölüme dair kısa bir sohbette bulunduk bu vesileyle.

İkinci günün sonunda, Bab’us Selam kapısından Türkiye’ye dönüş yaptım. Kampanya kapsamında topladığımız bağışlardan alınan gıda malzemelerini kardeşlerimiz dağıtmaya devam ettiler. Hani bir söz vardır ya, “kalbimin yarısı orada kaldı” diye. Hakikaten kalbimin yarısı Afrin’de kaldı. Şayet muhacir ailelere yönelik “kardeş aile” düşüncemi Rabbimin inayetiyle kuvveden fiile dönüştürme imkânı oluşursa, Ümmet coğrafyasının bu güzel şehrine yine gitmeyi, Arap, Kürt, Türkmen kardeşlerimle yeniden kucaklaşmayı, muhacir yavrularımızın başlarını okşamayı, onlara sahipsiz olmadıklarını hissettirebilmeyi çok isterim.

(Not: Bu makale, İktibas Dergisi'nin Aralık 2019 sayısında yayınlanmıştır.)