Ahmed Kılıçkaya: Kur’an, düşüncenin konusu değil kaynağı olmak için gelmiştir
İslam’ın anlaşılıp yaşanmasında Usulün/Yöntemin önemi konusundaki makale ve kitap çalışmalarıyla tanıdığımız yazar Ahmed Kılıçkaya, Kur’an’ın düşüncenin kaynağı olmak yerine konusu haline getirilmesi sorununa değinerek “Yöntemsizlik ya da Kur`an’ın anlama yöntemine riayetsizlik, Kur`an’ı düşüncenin konusu yapar. Halbuki Kur`an, çeşitli bakış açılarına göre ele alınıp değerlendirilen, anlamlandırılan, yorumlanan bir kitap değildir. Bilâkis her şey, Kur`an’a göre ele alınıp değerlendirilir, tanımlanır, yorumlanır” vurgusu yaptı.
İslam’ın anlaşılıp yaşanmasında Usulün/Yöntemin önemi konusundaki makale ve kitap çalışmalarıyla tanıdığımız yazar Ahmed Kılıçkaya ile bu hususta bir söyleşi gerçekleştirdik. Kılıçkaya, Müslümanların fikir, çözüm, kaynak, ilim, servet, ilaç yokluğu gibi sorunu olmadığını vurguluyor ve ekliyor: “Sorun yöntem sorunudur. Bütün bu hayat, çözüm, şifa kaynağını anlama, kullanma, uygulama yöntemini hakkıyla kavramama sorunudur.”
Kur’an’ın düşüncenin kaynağı olmak yerine konusu haline getirilmesi sorununa da değinen Kılıçkaya,“Yöntemsizlik ya da Kur'an’ın anlama yöntemine riayetsizlik, Kur'an’ı düşüncenin konusu yapar. Halbuki Kur'an, çeşitli bakış açılarına göre ele alınıp değerlendirilen, anlamlandırılan, yorumlanan bir kitap değildir. Bilâkis her şey, Kur'an’a göre ele alınıp değerlendirilir, tanımlanır, yorumlanır.”
Söyleşi: Şükrü Hüseyinoğlu / İktibas Dergisi
Ahmed Kılıçkaya: Kur’an, düşüncenin konusu değil kaynağı olmak için gelmiştir
“Vusulsüzlük usulsüzlüktendir” sözü ilim geleneğimizde önemli bir yere sahiptir. “Usul esasa mukaddemdir” ilkesi de aynı şekilde. Sizin çalışmalarınızın da “yöntem” konusunda yoğunlaştığını görüyoruz. Yöntemin / usulün önemi konusunda neler söylersiniz?”
Sayısız nimetleri ile bizi nimetlendirmesinin yanı sıra, nimetlerin en büyüğü iman ve İslâm nimeti ile şereflendiren, risaletinde bize Şeriat ve Minhac / Yöntem vererek yolumuzu müstakim kılan Alemlerin Rabbi Yüce Allah’a hamdu senâlar olsun. Müslümanlara hayat kaynağı olarak İslâm’ı getiren Allah’ın Resulü Muhammed (a.s.)’a, âline, ashabına ve onlara ihsan ile tâbi olan tüm Mü’minlere salât ve selâm olsun...
Kitabı Keriminde Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:“Ey iman edenler! Sizi, size hayat verene çağırdığında Allah ve Resulüne tâbi olun.” (Enfal, 24)
Bilindiği gibi Allah ve Resulünün iman edenleri hatta tüm insanları çağırdığı şey bir bütün olarak İslâm’dır. Allahu Teâlâ bu ayeti kerimede, İslâm’ı Mü’minler için “hayat veren” olarak vasıflandırmıştır. İslâm Mü’minlerin güç, kuvvet, izzet, nusret, canlılık, aksiyon, dinamizm, kalkınma, ilerleme, lider ümmet olma menbaı kısaca hayat iksiridir. Müslümanlar böylesine bir servete sahiptirler. Bu servetin kadri kıymetini ve ondan yararlanma yolunu bildikleri sürece müslümanlar, hayat buldular, insanlık alemi içinde “vasat/seçkin ümmet” konumlarını muhafaza ettiler. Kalkındılar, ilim ve teknolojide ilerlediler. Yeryüzünde Allah’ın Kelimesinin/risaletinin yücelmesi yani dinini hakim kılarak insanların kula kulluktan kurtulup, sadece Allah’a kul olması, hidayete ermesi için cihad eden “hayırlı ümmet” oldular.
Ne var ki, tarihte zaman zaman ve bugün itibari ile müslümanlar, bu konumlarını kaybetmiş durumdalar. Müslümanlar geri kalmış, ser sefil, her türlü servete sahip olmalarına rağmen varlık içinde yokluk çekmektedirler, zayıf, dağınık, yenik, perişan durumdalar. Neden?!.. İşte bu sorunun cevabını iyice idrak etmedikçe müslümanlar içinde bulundukları durumdan asla kurtulamayacaklardır. Müslümanlar kendilerine hayat veren dinlerini mi kaybettiler, İslâm mı yok oldu? Elbette ki hayır, İslâm yok olmadı. İslâm ilk indirildiği gibi tertemiz, taptaze hayat iksiri olarak varlığını devam ettirmektedir. Ona hiçbir zaman bâtıl ilişmeyecektir. Ondan hiçbir şey eksilmeyecektir. Zira İslâm, Allah’ın koruması altına aldığı “zikridir”. O halde, bugün müslümanlar genel olarak neden ondan hayat bulamıyorlar? Neden?
Bu soruya sizin cevabınız nedir?
Bu sorunun cevabı şu şekilde özetlenebilir:Birincisi, Müslümanların o hayat menbaına bakışları değişti. Ona bir hayat menbaı, bir hayat iksiri olarak bakmıyorlar. Dolayısıyla kadri kıymetini bilmiyor ve ona sımsıkı sarılmıyorlar. Dertlerinin devasını, hastalıklarının şifasını yani sorunlarının çözümünü ondan başka yerde arıyorlar. Bu, İslâm’a bağlanma yani İslâm akidesine iman, itikad yöntemine tâbi olmamaktan kaynaklanmaktadır.
İkincisi, Müslümanların o hayat menbaını ve iksirini izah eden kılavuzu anlamada zaafiyetleri var. Bu da İslâm’da düşünme yöntemine tâbi olmamaktan kaynaklanmaktadır. Üçüncüsü, Günümüzde müslümanların genelinde Kur'an’ı Kerim, hidayet rehberi, şifa / çözüm, rahmet, nur ve basiret, düşüncenin kaynağı olma işlevini gösterememektedir. Bu, onun müslümanların genelinde anlaşılmadığını ortaya koymaktadır.Bu da Kur’anı ve onun uygulamalı beyanı olan Nebevi Sünneti anlama yöntemine hakkıyla vakıf ve tâbi olmamaktan kaynaklanmaktadır.
Dördüncüsü, Müslümanların o hayat menbaından yararlanma kılavuzunu doğru kullanmama zaafiyeti var. Bu da fıkıh usulüne/yöntemine hakkıyla vakıf ve tâbi olmamaktan kaynaklanmaktadır. Beşincisi, Müslümanların bu hayat menbaını hayatın her alanına uygulama ve tüm insanlığa taşıma zaafiyetleri var. Bu da İslâm’ın bir sistem olarak uygulanması, korunması, taşınması yöntemine tâbi olmamaktan kaynaklanmaktadır.
Görüldüğü gibi Müslümanların asıl sorunu fikir, çözüm, kaynak, ilim, servet, ilaç yokluğu sorunu değildir. Sorun yöntem sorunudur. Bütün bu hayat, çözüm, şifa kaynağını anlama, kullanma, uygulama yöntemini hakkıyla kavramama sorunudur.
Zira yöntem; bilginin, ilmin, reçetenin yerinde verimli kullanılmasını sağlar. Böylece fikri ve fiili kalkınmak ferdi ve toplumsal bazda hasıl olur. Yöntem olmaksızın bilgiyi, ilmi, fikri, çözümü doğru kavrama ve yerinde kullanma hasıl olmaz, dolayısıyla onlar hayata geçmez, semeresi de görülmez. “Her birinize bir Şeriat ve minhaç/yöntem verdik.” (Maide, 48) ayetinin ışığında bakıldığında görüleceği gibi İslâm’ın her konuda yöntemi vardır. İnançta/ itikatta yöntem, Amelde/ fıkıhta yöntem, Düşüncede yöntem, Kur’an ve Sünneti anlamada yöntem, Uygulamada ve davette yöntem.
Müslümanlar olarak her konuda İslâm’ın yöntemini ihmal ettik. Onun için İslâmî bilgi, ilim, kültür servetinden yararlanamaz hale geldik maalesef. İşte müslümanlar olarak, içinde bulunduğumuz bu vahim durumdan kurtulmamızın tek yolu olan hayat menbaımızdan tekrar beslenebilmemiz için, unutulan yada unutturulan yöntem konusuna dikkat çekmek ve bu husustaki bilgisizliği, belirsizliği, muğlaklığı giderme sürecinde bir katkıda bulunmak niyet ve umudu ile yöntem üzerinde çalışmalar yapmaktayız.
Bugünün Müslümanları olarak yöntemin doğrudan doğruya İslam’ın esasıyla ilgili ve onunla bağlantılı bir husus olduğu bilincinde olduğumuz ve öyle hareket ettiğimiz söylenebilir mi?
"Fakat Allah size imanı sevdirmiş ve onu kalplerinize ziynet yapmıştır. Küfrü, fıskı ve isyanı da size kerih / çirkin göstermiştir. Râşid olanlar (Rüşte ermiş / hidayete erişmiş olanlar)işte bunlardır.” (Hucurat, 7)
Allahu Teala böyle buyurduğu halde günümüzde çoğu Müslümanım diyen kimse ne kadar küfür, isyan ve fısk ve fucur varsa; “modernlik” / “çağdaşlık” ya da “gelenek” adlandırmaları ile onlara hayran kalıyor, onlardan kaçınmıyor, bilakis onlara koşuyorlar hatta onlara davet edenleri de oluyor.
Usulü yani İslam’ın gerektirdiği yöntemi ihmal etmek, fıkıhsızlık probleminin başlangıç noktasıdır ve bugün yaşadığımız problemlerin temelinde de bu durum yatmaktadır” diyebilir miyiz?
Yaşadığımız ana problemleri şu şekilde sıralamamız mümkündür: -Müslümanım diyenler arasında akidede birliğin adeta yok olması, -İslâmi zihniyetten yoksun oluşları, -Aralarında doğruyuyanlışı, hakkıbatılı belirlemede ölçü birlikteliklerinin olmaması, -İslâm’ın sabiteleri ve değişmezleri hususunda görüş birlikteliklerinin olmamasıdır.
Nitekim günümüzde, Müslümanım diyenler; Allaha, Resulüne, Kitabına, Ahiret Gününe iman ettiklerini söyleseler de; Allah’a iman, Resule iman ve onun Sünnetini anlama, Kitaba iman ve onu anlama, Ahirete iman ve onun hayatla bağlantısını kurmak konusunda görüş birliktelikleri bulunmamaktadır. Halbuki akideye iman hakkında tartışma ve ihtilaf söz konusu olmamalıdır.
İslami zihniyetten yoksundurlar. Çünkü zihinleri gayri İslami fikirler, kavramlar, sistemlerve çözüm teorileri ile doludur ve kirlidir. Bir fikir buhranı ve kaosu içerisindedirler. Onun için hiçbir konuda net bir görüş ve çözüm ortaya koyamamaktadırlar.
Aralarında doğru - yanlış, hak - batıl belirlemede ölçü birliktelikleri olmadığı için adeta hiç birkonuda, özellikle de temel konularda ortak görüşe ulaşamamaktadırlar. İslam’ın sabiteleri ve değişmezlerini belirlemede dahi görüş birlikteliği sağlayamamaktadırlar.
Bütün bunlara bağlı olarak sonuç; paramparça olmaları ve hem insanlarına hem de maddi varlıklarına sahip olamamaları, sömürülmeye ve katledilmeye maruz kalmalarıdır. Bu vahim durumun temelinde; yakarıda da değindiğimiz gibi; İtikadda, fıkıhta, düşünmede,Kur’anı ve Sünneti anlamada, uygulama ve davette İslam’ın öngördüğü yöntemi ihmal etmek vardır.
Hep özlemimiz olan Müslümanların vahdetinin gerçekleştirilmesi hedefi noktasında yöntemin rolü ve önemi nedir?
Müslümanlar arasında vahdet sadece özlenen bir hedef değil aynı zamanda mensubu olduklarını iddia ettikleri dinleri İslam’ın olmazsa olmaz kabilinden kesin emridir. İşte böylesi hedefe vuslat, ancak itikadda, fıkıhta, Kur’an ve Sünneti anlamada, düşünmede, uygulama ve davette İslam’ın koymuş olduğu usule / yönteme tabi olmakla mümkündür. Zira bu alanlardaki temel hususlarda görüş birliği ancak o alanlardaki yönteme tabi olmakla sağlanabilir. Bu görüş birlikteliği sağlanmadan da vahdet sadece özlem olarak kalır. Vahdet hedefine vuslat için usulüne / yöntemine tabi olmak kaçınılmazdır.
Bugün “maslahat” mefhumu daha çok İslam’ın ilkesel bütünlüğünden bağımsız bir şekilde ve bu ilkeselliğin dışında hareket etmenin bir meşrulaştırıcısı olarak kullanılmakta. Maslahat kavramı nasıl anlaşılmalı ve konumlandırılmalı?
Akıl, ister ferdi alanda olsun ister idari alanda olsun, tercih yapma ve belirleyicilik işlevini yerine getirirken belirli kriterlere yani ölçülere başvurur. Bunlardan birisi de mesâlih / maslahatlar yada menfaatlerdir. Maslahat; "menfaat / fayda, yarar, çıkar" demektir. İnsan, mubah dairesindeki eşya ve işlerden bireysel tercihlerini ondaki maslahatı/ faydayı gözeterek yapar. Kendisi için en faydalı, yararlı gördüğünü tercih eder.
İdari alanda yani yönetim alanındaki benimsenen Şeri hükümlerin uygulanması alanında işlerle ilgili öncelikleri, idari kanunları ve yönetmelikleri belirlemede de “ümmetin maslahatı” ölçüttür. Ümmetin maslahatına en uygun olan iş, idari kanun ve yönetmelik benimsenir. Ancak, maslahatın mubah dairesindeki tercihlerde ölçüt olması, hayatın her alanında ölçüt olan pragmatizm / menfaatçilik / faydacılık olmadığı gibi Şeri hükme de delil olmaz.Yani maslahat bir Şeri delil değildir.
Bu hususta “Müslümanım diyenler de dahil tüm aleme hakim olan yeni bir din pragmatizm / menfaatçilik” başlıklı bir makale yazmıştım. Bu makalede de belirttiğim gibi ne yazık ki; zamanla Müslümanım diyenlerin zihinlerinde; menfaati gerçekleştiren her şey adeta Şeriattan addedilmiştir. Halbuki menfaati belirleyen Şeriat’tır, Şeriatı belirleyen menfaat değil. Çünkü insanlar kendilerine hakiki menfaati neyin sağladığını, neyin sağlamadığını kestiremezler. Zira insan, mücerred olarak kendisi menfaati belirlemeye kalkıştığında duygularının ve çevresinin tesirinden kurtulamaz. Bundan dolayı insan için dünya ve ahirette asıl menfaat, Şeriatın emir ve nehiylerine uymaktır. Müslüman için, Şeriatın vize vermediği bir hususta menfaat yoktur. Çünkü Müslüman için menfaat anlayışı dünya ve ahireti kapsar,sadece dünyayı değil. Zira onun için hayat; sadece bu hayat değildir. Bu hayat asıl ve ebedi hayatın yanında çok kısa bir metaıdır / geçinme yeridir. Dolayısıyla insanın hayatı derinlemesine tüm boyutları ile kavraması mümkün olmadığına göre, insan kendisi için hakiki menfaatin ne olduğunu bilemez. Onu ancak insanın ve hayatın Rabbi olan Allah bilir ve bildirir. İnsanın kendisine menfaat olarak gördüğü şeyler ise hayatta ölçü olmaya hiç elverişli olmazlar, olsa olsa ölçüsüzlük olurlar. Zira ölçüde asıl olan istikrardır. Halbuki insanın kendisinin menfaat anlayışı istikrarlı olmaz.
Onun için İslam; insanlara bu işin hakikatını izah etmiş, gerçek menfaatın ancak Allah’ın rızasına nail olmak olduğunu bildirmiştir. Zira insan için gerçek mutluluk da ancak Allah’ın rızasına nail olmakla elde edilir. Aksi halde ise hüsran vardır. Allah’ın rızasından uzak kalmakta insan için dünyada sıkıntı, musibet, felaket, fitne var, ahirette ise hüsran ve elim azab vardır. O halde insanın hakiki menfaatı ancak Allah’ın rızasına uygun davranışta bulunmakta, yani Allah’ın Şeriatına uymakla olmaktadır.
İşte bu bakış açısı, Müslümanlarda var oldukça onlar arasındaki ilişkilerin esasını ve ölçüsünü Allah’ın emir ve nehiyleri teşkil eder. Toplumsal yaşamı tanzim eden devlet de, insanlar arasındaki ilişkileri bu ölçü ile tanzim edince; o toplum, artık İslami ve insani değerlerin yaygın olduğu, Allah’ın boyası ile boyanmış mümtaz bir toplum olur. İşte böyle bir toplumda sevgi, saygı, kardeşini kendisine tercih etmek hasletleri tezahür eder.
“Ehven-i şer” kavramsallaştırılması ve günümüzdeki yansımalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Ehven-i şer” kavramı, Mecelle’nin şu 29. Maddesi ile yaygınlaşmıştır: “Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur.” Yani: Ehven-i şerreyn/kurtulma imkânı olmayan iki şerden daha zararsız olanı ihtiyar edilir /seçilir, tercih olunur, demektir.
Örneğin: Kişinin bedeni emanet olup, herhangi bir uzvunu kestirmesi yahut zarar vermesi bilindiği üzere haramdır. Ancak ayak parmakları kangren olmuş bir kimsenin hayatını yahut ayağını kurtarmak için ayak parmaklarını kestirmesi câiz olur. Çünkü böyle bir durumda kişi iki şer ile karşı karşıyadır. Ya kesilmesi haram olan parmaklarını kestirecek ayakla birlikte hayatını da kurtaracaktır. Ya da parmaklarını kestirmeyecek kangren yayılacak ve bir süre içinde ölüm gerçekleşecektir. Kişinin böyle bir durumda zararın ve şerrin azını tercih ederek parmaklarını kestirerek hayatını kurtarması ruhsat olup, câizdir ve günah işlemiş de sayılmaz.
Öyleyse şu üç madde, bu kuralın şartlarıdır:
1. Zarurî bir durumun olması: Buna göre, kişinin yapmazsa helâk olacağı ve başka bir çıkış yolu bulamadığı bir şeyle karşı karşıya gelmesi şarttır. 2. Şer olan iki seçenekten başkasının olmaması: Buna göre, kişinin karşı karşıya geldiği iki şerli ya da zararlı olan seçenekten başka bir seçeneğin veya çözüm yolunun veyahut kaçıp kurtulma imkânın olmaması şarttır. 3. Seçilen şeyin daha az zararlı olması: Buna göre, kişinin seçmek mecburiyetinde olduğu iki seçenekten, seçilecek olanın daha az şerli ya da zararlı olması şarttır.
Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, kişinin mecbur kaldığı, içinden çıkamadığı ve üçüncü bir tercihinin de olmadığı durumlarda zararlı ve şerli olan iki şıktan, diğerine göre daha az şerli ve zararlı olanını tercih ederek onunla amel etmesi câizdir. Yani bu durum kısaca: Kişinin mecbur olduğu iki seçenekten zararı az olanı alıp, çok olanı ise terk etmesi olarak özetlenebilir.
Ancak bu kavram ya da kural, mecrasından çıkartılıp bütün haramları caiz kılan, genel geçer bir kural haline dönüştürülmüştür. Mesela; ticaret yapmak için faizli işlemin mubah görülmesi, laik rejimle yönetilen bir ülkede yaşamak için şirk sisteminin parçası olan partilerden birisinin desteklenmesi gibi hususlarda “Ehven-i şer” bir hüccet olarak (!) kullanılmaktadır. Hatta geçmişte komünist Rusya’ya karşı kapitalist ABD’ye destek vermenin hücceti olarak da “Ehven-i şer” söylemi ileri sürülmüştür! Müslümanım diyenler arasında bu söyleme dayanarak Komünizme karşı kapitalizmi, ya da kapitalizme karşı sosyalizmi, diktatörlüğe karşı demokrasiyi savunanlar da çıkmıştır! İşte bu tür savrulmalar; itikadda, fıkıhta, Kur’an ve Sünneti anlamada, düşünmede ve İslam’ı tatbik etmek ve davette İslam’ın yöntemine tabi olmamanın tezahürleridir.
Usulü esastan bağımsızlaştırmak, neticede fert ve topluluk davranışlarının bir bölümünü İslam’ın ölçülerinden bağımsızlaştırmak olacağı için laikliğin bir çeşidi olarak değerlendirilebilir mi?
Aslında itikadda, fıkıhta, Kur’an ve Sünneti anlamada, düşünmede ve İslam’ı tatbik etmek ve davette İslam’ın usulü / asılları ve yöntemi, İslam’ın esası olan İslam akidesine dayalıdır. Aynı zamanda İslâm’ın kendisinde mündemiçtir. Çünkü İslâm Şeriat ve minhac / yöntem olarak gelmiştir. Bu nedenle Mü’min olan kimse, itikadda, fıkıhta, Kur’an ve Sünneti anlamada, düşünmede ve İslam’ı tatbik etmek ve davette İslâm için yöntem ortaya koyamaz. Sadece İslâm’ın bünyesinde bulunan yöntemini anlamaya çalışır ve bunu da esastan koparmaksızın, esas ile bütünlük içerisinde ortaya koyar. Teknik olarak yöntemin anlatımında farklılık olabilir. Yönteminin İslâm’ın kendisinde mündemiç olması, gramer kurallarının bir lisanda mündemiç olması gibidir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de ve Sünneti Nebevide hayatla ilgili hükümler ve çözümler akideden kopuk olarak sunulmamıştır.
Laiklik, devlet yönetiminde dinin referans alınmamasıdır. Sekülerizm ise; hayatın eksenine ahiret ve dinî ölçüler yerine dünyevi hedef ve taleplerin yerleştirilmesi anlayışıdır. Amellerin meşruiyet esası İslam akidesine iman etmektir. İman olmadığında ya da iman yokmuş gibi hareket edildiğinde ameller dünya ve ahirette boşa çıkar, hiçbir esası ve dayanağı kalmaz.
Kur’an’ın ve Resulullah (a.s.)’ın Kur’ana dayalı bağlayıcı örnekliği olan Sünnetin düşüncenin konusu değil de kaynağı olması gerektiğinden söz ediyorsunuz. Bu vurguyu biraz açar mısınız?
Düşünme; insanın; bir nesne, olay ya da olgu hakkında; edindiği duyumlar ile hafızasındaki önbilgiler arasında bağ kurup zihninde bir değerlendirme yaparak bir neticeye / hükme / fikre ulaşmasıdır. İnsana düşünebilme / akletme kabiliyeti veren Allahu Teala, insana düşünmek için olmazsa olmaz olan ön bilgiyi de vermiştir. Şöyle buyurmuştur: “Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin, en büyük kerem sahibidir.” (Alak, 3-5)
Dolayısıyla Mü’min kimse düşünmesinde öncelikle bize Resulullah’ın getirmiş olduğu ilim olan Kitap ve O’nun Sünnetini esas alırsa, düşüncesinde onu kaynak edinmiş olur. Eşya ve olaylara vahyin aydınlığında bakarak hakikatleri görür.
Mesela Kur’an bize, ilk insanın okur-yazar ilim sahibi olduğunu haber veriyorsa, Mü’min kimse bu bilgiyi esas alıp insanlık tarihine bu bilgi doğrultusunda bakar, güya bilim olarak ortaya konulan teoriler doğrultusunda değil. Mesela Kur’an, erkekler kadınlar üzerinde kavvâmdır / koruyucu ve yöneticidir diyorsa, güya bilim adamları, siyasiler, feministler hoşlanmasa da Mü’min kimse Kur’an’ın dediğini esas alıp düşünür.
Kur'an’ın; hidayet rehberi, Şer'î delil, her şey için açıklama ve düşüncenin ve çözümün kaynağı olmasının anlamı; İnsanların Allah’a kulluk sınavı ile ilgili tüm soru ve sorunlarının açıklaması, çözümü ve doğru hükmünün Kur'an’da aranmasıdır. Zira bunların hepsi Kur'an’da ya doğrudan mevcuttur, ya da Kur'an Rasulullah’ın örnekliğine atıfta bulunarak bunlar hakkında çözüm yolu göstermektedir. Dolayısıyla Mü’minler için kulluk sınavı ile ilgili olarak Kur'an’da çözümü olmayan, hiçbir soru ve sorun yoktur. Onun için Kur’an, Mü’minlerin sıkıntılarını gideren “şifadır”, “rahmettir”.
Kur'an sadece bir okuma kitabı olarak değil de fikirler, hükümler için kaynak, ölçüt ve başvuru kitabı olarak ele alınırsa, ancak o zaman ondaki hidayet, rahmet, şifa, öğüt, açıklama, nur, fasıl, furkan olma işlevinin semeresinden yararlanılabilir.
Yöntemsizlik ya da Kur'an’ın anlama yöntemine riayetsizlik, Kur'an’ı düşüncenin konusu yapar. Yani çeşitli bakış açılarına göre anlamlandırmaya, başka bir ifade ile yanlış tevile yol açar. Kur'an’ı hidayet rehberi olmaktan çıkartıp o bakış açılarının tasdik edicisi, fitne, tefrika sebebi haline getirilmesine yol açar. Halbuki Kur'an, çeşitli bakış açılarına göre ele alınıp değerlendirilen, anlamlandırılan, yorumlanan bir kitap değildir. Bilâkis her şey, Kur'an’a göre ele alınıp, değerlendirilir, tanımlanır, yorumlanır.
‘İlmin ışığında Kur'an tefsiri’, ‘Çağdaş Kur'an tefsiri’, ‘Felsefî açıdan Kur'an tefsiri’, ‘Tasavvufi açıdan Kur'an tefsiri’, ‘Batıni Tefsir’, ‘Sosyolojik açıdan Kur'an tefsiri’, ‘Tarihsellik açısından Kur’an tefsiri’ vb tefsir yaklaşımları ile Kur'an anlaşılmaz, anlamlandırılır! Bu ise Kur'an’a karşı işlenen en büyük cinaye olur. Halbuki Kur'anı Kerim, çeşitli bakış açılarına göre incelenmesi, anlamlandırılması, yorumlanması için değil de bizzat bakış açısını belirleyenolması için gelen bir kitaptır.
Mü’minlerin bakış açıları farklı olamaz. Onun için Kur'an’a farklı bakış açılarından değil de, İslâm akidesi doğrultusunda oluşan bir tek bakış açısından bakarlarsa, hepsi de Kur'an’da hidayet, şifa, rahmet, öğüt, nur bulurlar, Kur'an hepsine de basiret olur. Zira o Mü’minler için basirettir. Çünkü Allahu Teala şöyle buyurmaktadır:
“Bu (Kur'an)Rabbinizden gelen basiretlerdir. İman eden bir topluluk için hidayet ve rahmettir.” (A’raf, 203)
Bu işlevlerini gerçekleştirebilmesi için Kur'an’ı yöntemine uygun bir şekilde anlamalıdır. O zaman Kur’an, Mü’min kimsenin düşüncesinin kaynağı olur. Müslümanlar arasında bilhassa temel konularda fikir birliğini sağlayan hidayet rehberi olur.
İslam coğrafyasında her şeye rağmen bir uyanış süreci yaşanıyor. Sizce gelecek nelere gebe görünüyor? Ümmet olarak yeniden izzetli günlerimize kavuşmamız konusunda sahada bir umut görebiliyor musunuz?
Bütün olumsuzluklara rağmen, tağutların zulüm ve zulümatına rağmen, çağdaş cahiliyenin azgın yaygınlığına, kirliliğine ve tuğyanına rağmen, İslâmi hakikatleri gündeme getiren, savunan ve hayatın tamamına hakim olması için çalışan yiğit Mü’minler hep olmuştur ve Kıyamete kadar olacaktır. Zira AllahuTeala şöyle buyurmuştur:
“İçinizde insanları hayra / İslâm’a çağıran, marufa uymalarını isteyen ve münkere karşı çıkan bir ümmet / önder kitle bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (Âl-i İmran, 104)
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki)Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar Mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda)hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Maide, 54)
Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellemin de şöyle buyurduğu bildirilmiştir: “Ümmetinden bir taife hak üzere zahir olarak devam edecektir! Allah’ın emri gelene kadar onlar hak üzerinde hep öyle sebat edeceklerdir. Muhalif olanlar onlara zarar veremeyecektir!” (Müslim 1920/170, Ebu Davud 4252, Tirmizi 2230, İbniMace 10, Hâkim 4/449, 450, Ahmed bin Hanbel Müsned 5/278, 279)
O halde, Ey Müslümanlar! İslâm'ın yeryüzünde yeniden hakim olacağına, kısacası; Allah'ın vaad ettiği yardımın ve zaferin geleceğine, istikbalin İslâm'ın olduğu müjdesinin gerçekleşeceğine sağlam bir güven içinde olalım. Allahu Teala’nın bu vaad ve müjdesine müstehak olacak salih kullarından olmanın gereği olarak, İslâm’ın tatbik edilmesinin ve aleme hakim kılınmasının yöntemi üzere İslam’ın hükümranlığı için ihlas ve ihsan ile gerekli çalışmaları yapalım. Rabbimiz Allah, yolunun yolcularına yar ve yardımcıdır.
-
Ş. Hüseyinoğlu 21-06-2019 12:39
Cemian inşallah kıymetli Bekir abi.
-
Bekir Yetginbal 13-06-2019 06:55
Rabbim sizlerden razı olsun kardeşlerim.