Arif KAYA

28 Ocak 2014

ALLAH'IN MÜ'MİN KULLARINDAN GÜZEL BİR KUL

Takdim: İnanmış ve yaşamış, çağına şahitlik etmiş Ercümend Özkan’ın doğumunun/ölümünün üzerinden 19 yıl geçti. O’nunla ilgili yeni bir yazı yazma yerine, vefatının ardından değişik yıldönümlerine tekabül eden tarihlerde kaleme aldığım ona dair üç yazımı ve sonunda da kısa bir değerlendirmeyi sizlerle paylaşmak istedim.

-1-
2002

Mucur’dan Adana’ya Uzanan İnce Bir Yol

Orta Anadolu’nun bir bozkır kasabasında Ocağın 23’ünde başlayan yolculuğu, 57 yıl sonra yine bir Ocak ayının 24’ünde bir Güney ilinde sona erdi. Ve yolcu’nun onca yıl gündüz-gece gittikten sonra menzile yetişip “iki kapılı han”ın ölüm kapısından geçip Rabbine döndüğü o günden beri aradan 7 yıl geçti.

Bu yazıdan amaç, bir yol hikayesi anlatmak ya da konak yerinde(dünyada) iken ve konaklayıp ayrıldıktan sonra konuk hakkında yazılıp çizilenleri tekrarlamak değil. Hele maksat yıllar sonra ardından bir mersiye veya medhiye düzmek hiç değil. Hasıl olabilirse maksadım, asli olarak vefatını takibeden yıllar içinde gelişen bazı hadiseler vesilesi ile onun serdettiği fikirler etrafında bazı şeyleri dile getirmek, tali olarak da aziz hatırasını yadetmektir.

Onu ne zaman tanıdım, tam olarak hatırlamıyorum. Fakat yüksek öğrenim yıllarının başında ziyaretine gittiğim bir akrabamın kütüphanesini karıştırırken, ‘sahibi ve sorumlu yönetmeni’ olduğu ve o yıllarda onbeş günde bir yayınlanan ‘İktibas’ dergisinin sayfalarını karıştırdığımda hayli etkilendiğimi bugünmüş gibi hatırlıyorum. Dergiyi bir süre gazete bayiilerinden alıp okuduktan sonra çekingenliği bir kenara bırakıp dergideki “gelin, görüşüp konuşalım” davetine icabet ederek bürosunun kapısını çaldığımdan beri başlayan tanışıklığımız, zamanla dostluğa dönüştü ve vefatına kadar belli fasılalarla on yıl kadar sürdü. O’nun vesilesi ile Kur’an’la yeniden tanıştım, O’nun “rahle-i tedris”inde öğrendiklerimle İslam’a o güne kadar eşine benzerine rastlamadığım farklı bir bakış açısıyla bakmaya başladım. O’nunla karşılaşmam düşünce hayatımda bir dönüm noktası oldu diyebilirim. O’nun şahsında, dinini ciddiye alıp yaşamının biricik gayesi yapan; samimi ama aynı zamanda imanının da sahih olmasına, kalmasına özen gösterip onu salih amellerle bezeyen; sahip olduğu herşeyi, hiçbir şeyi yedeğine bırakmamacasına inandığı dava uğrunda harcayan; kınayıcıların kınamalarına aldırış etmeden emrolunduğu gibi dosdoğru olmaya çalışan; muhatabı ister bir isterse bin kişi, kim olursa olsun bıkmadan usanmadan “bildiklerime toprağın altındaki börtü böceğin ihtiyacı olmayacak” esprisiyle dağarcığındaki birikimini aktaran; bildiklerini devamlı gözden geçirip okuyarak, tartışarak devamlı kendini yenileyip diri tutmasını başaran ve bir ömrü son nefesine, kalbinin son çarpmasına kadar bildiği, inandığı şekilde dolu dolu yaşayıp tamamlamış birini tanıdım.

“Türkiye insanı kendi değerlerini göremeyen gözlerini Türkiye dışına diktiğinden ‘falani, filani’ isimli kişiler yazmışsa, ilmi yalnızca bunlarda var sanagelmiş ve kendinin farkına varamamıştır... Türkiye müslümanları, Türkiyeli müslümanlar bu psikozu üzerlerinden atmak, kendilerine bakmak ve düşünmek zorundadırlar.” [1] Dar-ı beka’ya irtihalinden 11 gün önce bir kitabının 2. baskısına yazdığı önsözde dile getirdiği gibi Türkiye insanının, Türkiye müslümanlarının ezici çoğunluğu bu değerin ve kendinin farkına henüz varabilmiş değildir. O kitabının görmemezlikten gelinip gündeme alınmadığı, hased duygusuyla üzerine gölge edilip önemsizleştirilmeye çalışıldığı yakınmasında haklıydı. Zira, yaşadıkları ülkenin ve dünyanın gerçeklerinden kopuk, ayağı yere basmayan ve nostaljik, sloganik, duygusal, tepkisel, konjonktürel, yüzeysel fikirlerin yaygın ve egemen olduğu bir ortamda, yıllarca neşrettiği İktibas imzalı yazılardaki fikirler özgün, derinlikli, yabana atılmayacak cinsten olmasına rağmen hakettiği ilgiyi yeterince görmedi. Ya görmemezlikten gelinmeye çalışılıp yok farzedildi, ya da aleyhte bir propaganda ile fikirlerinin etkisinin kırılmasına, önüne geçilmesine çalışıldı. Hayatta iken sürdürülen “sakıncalı” ve “yasaklı” tutum, açık veya gizli vefatından sonra da sürdürüldü. Halbuki dil, kavram, fikir, insan fıtratı, ideoloji konularından başlayarak Kur’an, sünnet, siyaset, tasavvuf ve demokrasi başta olmak üzere ele aldığı konulardaki çalışmaları, başta bu ülke insanları olmak üzere tüm İslam dünyasının belki de ilk defa derli toplu bir şekilde duydukları, karşılaştıkları çalışmalar idi. Hayatta iken fikirleri ve mücadelesi kitaplık çapta yalnızca iki ayrı çalışmada ele alındı. Bunlardan doktora tezi olanı vefatından 4 yıl sonra yayınlandı. [2, 3] Herhalde “mazlum” değildi(!) ki, Adnan Menderes’ten Avukat Bekir Berk’e, Gönenli Mehmed Efendi’den Emine Şenlikoğlu’na, Prof. Osman Turan’dan Abdulhamit Han’a kadar nice nice “yakın tarihin din mazlumu” arasında adı anılmaya değer bulunmadı. [4] Yine herhalde “İslamcı” değildi(!) ki, Şemsettin Günaltay’dan Nurettin Topçu’ya, Necip Fazıl Kısakürek’den İsmet Özel’e nice nice ismin yer aldığı “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi” isimli bilimsel(!) çalışmada yer almadı. [5] “İslam” tarağında bezi olmadığından olacak(!), Kurt Erdmann’dan Beşir Ağa’ya, Ercümend Ekrem Talu’dan Ercişli Emrah’a, Ömer Hayyam’dan Hayrullah Efendi’ye kadar nice nice kimsenin “madde” olduğu bir İslam(!) ansiklopedisinde ise “mana” oluşunun isminin yer almasına “mani” teşkil ettiğinden ise bahsetmeye hiç gerek yoktur sanırım. [6] Bu ülkede insanların ekseriyetinin diri iken kıymeti bilinmediği gibi öldükten sonra da çoklukla bilinmez ya da bazen “kör ölür badem gözlü olur/kel ölür sırma saçlı olur” kabilinden öldükten sonra haklı-haksız bir ilgiye muhatap olurlar. İsmi bu ülkede İslamcılık düşüncesine sahip kişiler arasında geçen bir şair “cum’a mektupları"nın birinde rahatlıkla “27 Mayıs 1960 sonrasında İslami kampta(sosyalist kamp dahil) dişe dokunur, yaraya merhem olabilecek bir tefekkür ortamının doğmadığından, katkısı şükranla anılabilecek bir(bir tane bile olsun) mütefekkirin göze çarpmadığından” dem vurabilmiştir. Ve daha da ileri giderek “aradan kırk yıl geçmesine rağmen hiçbir şey olmadığından” bahisle “kırk yılda kaç ton zerzevat” demeye cüret etmiş fakat haya etmemiştir. [7] Tefekkür, mütefekkir nedir? Edep, haddini bilme, kadir kıymet bilirlik İslam’dan bir cüz müdür? İşte Türkiye’de İslamcı bir düşünür, bu hususlardan ve çağdaşı olup yıllarca İslamcılık düşüncesinin, İslami hareketin [8] en önemli isimlerinden, mütefekkirlerinden birinin(belki de en önde geleninin) “dişe dokunur, yaraya merhem olabilecek” fikirlerinden bihaber olabilmekte ve “katkısı şükranla anılabilecek bir tane bile olsun mütefekkir olmadığından” söz edebilmektedir. İnsan bu satırları okuyunca dehşete düşüp hayretten dona kalıyor. Ve bu ülkede öncelikle ve özellikle İslamcı düşünür namıyla anılanların “kırk ton zerzevat” değil ama “kırk fırın ekmek” yemeleri gerektiğini daha iyi anlıyor.

“Asırlardır bunlardır düşünmeyenler, insanları düşünmekten alıkoyanlar... Din, tekellerinden çıkmasın diye ellerinden geleni ardlarına bırakmayanlar bunlardır. İslam dininde Ruhbanlar bulunmadığı, hatta peygamberin bile ruhbanlık sıfatı bulunmayan İslam dininde ruhbanlık yapanlar bunlardır. Allah ve Resulü’nden insanları uzaklaştıranlar, onlar adına kendi hevalarını insanlara din diye belletenler bunlardır. Akılsız bıraktıkları ümmeti, emperyalistlerin kolay yemi haline getirenler bunlar değil midirler? Allah’ın değil, Amerika’nın razı olduğu müslümanlığın temsilcileri bunlar değil midirler?” [9]

Peki kim bunlar? Alın size bir örnek. “ABD ordusundaki müslüman askerler ülkelerine bağlılıklarını göstererek müslümanlara karşı bile olsa savaşa katılmalıdırlar”. [10] Eğer çevrenize şöyle bir bakarsanız bu ülkede ve müslümanların yaşadığı diğer coğrafyalarda Bunlardan binlercesini görebilirsiniz. İslam ümmetinin içinde bulunduğu zelil halden, tarihteki ve günümüzdeki sömürgecilikten İngiliz, Amerikalı filan değil öncelikle müslümanım diyenlerin ve yol göstermek maksadıyla onların önüne düşenlerin sorumlu olduğu gerçeği O’nun yazılarında önemle altını çizdiği hususlardan biridir. O’na göre öncelikle müslümanım diyenlerin müslümanlaşması, yeniden Kur’an’a dönmesi ve nefislerini(kendilerini) Kur’an’a göre biçimlendirip İslam insanının, İslam ahlakının birer güzel örneği olmaları ihmal edilemez bir gereklilik idi. O gün onun neredeyse tek başına dobra dobra, kimseden korkmadan-çekinmeden söylediği doğruların “zülfü yare dokunmayan” bir kısmını çeşitli mahfillerde bugün söyleyenler, bırakın türlü sıkıntılarla boğuşmayı oldukça prim bile yapmaktadırlar. Fakat bunlar, İslam anlayışları konusunda müslümanlara yönelttikleri eleştirilerde mangalda kül bırakmazken yani “atış serbest” iken, içinde yaşadıkları sistemin hassasiyet gösterdiği konular ve yaptığı baskılar, yanlışlar söz konusu olduğunda yani “mayınlı tarla”ya girdiklerinde dut yemiş bülbüle dönmektedirler. Bu durum, zaten son yıllarda yapılan yoğun baskılar sonucunda mazlum konumuna düşmüş insanlara bir tekme de onların vurması olarak değerlendirilip, söyledikleri çoğu doğruların güme gitmesine neden olmaktadır. İlginçtir onların bu tek yönlü eleştirileri sistemin ekmeğine yağ sürülmesine, kazanç hanesine yazılmasına ve müslümanların uğradıkları sıkıntılarda sorumluluk sahibi olanların kendilerini müslümanlardan daha doğru yolda olduklarını sanmalarına neden olmaktadır. Hatta onların, bırakın yaptıkları zulümlerden vicdanen rahatsızlık duyup pişman olmalarını, daha bir cesaretlenmelerine bile yol açmaktadır. İnsanın mütemadiyen tek yönlü olarak yatıp kalkıp müslümanları eleştiren bu adamlara bakıp “yahu bu hırsızın hiç mi suçu yok?” diyesi ve bu gayretlerinin sistem nezdinde legalize olup şöhret, para ve makam-mevki için bu işi yaptıklarına inanası geliyor. “Vurun abalıya” kabilinden zaten yıllardır türlü baskılar altında bunalan, itilip kakılan, şamar oğlanına dönmüş müslümanlara demediklerini bırakmayıp sistem konusunda dillerinin lal olmasını başka türlü yorumlayamıyor. Geçmiş yıllarda ve özellikle son yıllarda piyasada boy gösteren bu adamları görünce; gerek müslümanlara, gerekse de sisteme yönelik eleştirilerinde tutarlı olup bırakın dünyevi bir kazanç, her türlü eza ve cefayı tatmış; insanların, müslümanların iyiliğini istemekten ve Allah rızasını gütmekten başka bir amacı olmayan o insanı, insan nasıl hatırlamaz. Yalnızca müslümanların İslam anlayışlarını tenkit edenlerin aksine, o sistemi de şiddetle eleştirdiğinden türlü türlü şiddete maruz kalmış, müslümanlara merhametle yaklaşıp uyardığı için de yalnız bırakılmış, onları rahatsız eden ve daha önce pek duymadıkları sözleri söyleyen biri sıfatıyla onların çoğunluğundan da vefa değil eza ve cefa görmüştü.

“Dinini her müslüman kendisi öğrenmedikçe, hocaefendilerin şöyle veya böyle söylediklerinin yönetip yönlendirdiği biri gibi olmak zorunda kalır. İslam dini hocaefendilerin, şeyhlerin, mürşidlerin, allamelerin dini değildir. İnsana gönderilmiş dindir ve her insan onun muhatabıdır. Müslümanım diyen dinini bilmek zorundadır. Kıyamette Allah kimsenin hesabını hoca veya hacıefendiden, şeyh veya mürşidden sormayacaktır. Herkes hesabını kendi verecektir... İstiyor ve diliyoruz ki doğruları eğrilerden ayırabilen, muhakeme ve mukayese edebilen, işittiklerini, okuduklarını tahkik edebilen, kitab ve sünnetin sahih naslarına bunları vurarak sağlıklı sonuçlar elde edebilen bir kişilik oluşsun sizlerde, bizlerde. Yardımcı olalım birbirimize. Böylesi üretken kişilikler oluşsun aramızda ki, toplumu sevkedecek, yön verip önderlik edebilecekler olanlar da onlar olacaktır, ömrü boyunca onun bunun ağzına bakan ve ne buyurulursa hikmet buyurdu sananlar değil.” [11]

O, müslümanım diyen insanların akıllarını hoca, hocaefendi, ağabey, lider, şeyh, mürşid, allame, molla ve benzeri kimselerin eline teslim etmeden, dinlerini aklederek, araştırarak ve “bilenler”den de istifade ederek öğrenmelerini, anlamalarını ve kişilik sahibi olmalarını öğütledi durdu ömrü boyunca. Bu öğüt akılların ipotek altına alındığı ve insanların birer fert olmaktan ziyade sürü olarak görüldüğü bu toplumda doğru ve elzem idi. Fakat özellikle birtakım kimseler “vur deyince öldüren” cinsten kafa yapısına sahip olduklarından mı nedir haddi aşıp büyük küçük tanımayarak, “herşeyi en iyi biz biliriz” havalarına büründüler. Öyle ki her biri birer “başıbozuk paşası” gibi hareket edip ne laftan, ne sözden anladılar, zamanla her biri bir tarafa savruldu. Hatta o kadar ileri gittiler ki, kendilerine değer verip kişilik sahibi olmaları için uğraşan, hemen herkesin kendisine çağırdığı bir vasatta “biz herkesi kendimize değil, Kur’an’a çağırıyoruz” diyen o insanı bile “şeyhimiz yok, ağabeyimiz de” diyerek mazide bir tatlı hatıra olarak değerlendirdiler. “O neslin gelip geçtiğini, artık onun ya da bir başka şahsın görüşleri değil, beni, benim görüşlerim yönlendiriyor” diyenler ve hatta üç günlük dünya hayatını daha müreffef ve daha sorunsuz yaşayabilmek için düne kadar zulmünden dem vurdukları ülkelere gidip yerleşen “cesur yürekliler” dahi oldu. Demek ki “gözünü açtığından beri onun yazıları ile büyüdüklerini” söyleyenlerin gözleri şimdi daha bir açılmış ki, “samimi idi, saygı da duymuyor değiliz” dedikleri ağabeyleri ölünce ökçeleri üzerinde dönüverdiler. Kendi görüşleri olmak, onları savunmak adına aslında hiç de yeni olmayan ve “bükemediğin bileği öpmek” olarak değerlendirilebilecek sistem içi yapılanmalar (parti, cemaat vb.) içerisinde yer almaya çalışmak, bir Müslüman yazarın gayet yerinde tespiti ile “ideolojik kaygılar ile ikbal beklentilerini telif etme” gayreti değil ise başka nedir acaba?

O, henüz bu dünyada iken, görüşlerini kendisine yakın bulup şöyle veya böyle yanında yer alıp vefatından sonra bir yerlere dağılan samimi kişilere söylenecek fazla bir söz yok aslında. Zira onun naçiz bedeni insanları bir araya getirirken, bir gün gelip toprak olduğunda ise ancak fikirlerinin yankı bulduğu, sahiplenilip kökleştiği insanlar onun bıraktığı yerden yola devam ederken, bir kısım insanın dağılması gayet tabii idi. Asıl söz söylenecek olanlar, yaşarken kafalarındaki fikirlerini ona açma, onunla tartışma açık yürekliliğini gösteremeyenler. Bir kısım insan samimi olmayıp onun görüşleriyle neredeyse temelden farklı görüşlere sahip olmasına rağmen onun çevresinde gözüktüler. Onun O’na rücu etmesinden sonra da ortada arz-ı endam etmeye başladılar. Bu insanlar ileri sürdükleri fikirlerle onun hakkında da başkalarının yanlış kanaat sahibi olmalarına yol açtılar. Yıllarca onun yanında yöresinde olup da onun fikirlerini anlamamış, özümsememiş bu kişilerin arasından kendi fikirlerini sanki o söylüyormuş gibi söyleme cüretini gösterenler dahi çıktı. Başka bir grup insan da, aslında peygamberin zamanında onun elçiliğine itiraz sadedinde söylenen sözlerin bir benzerini sanki yeni bir düşünceymiş gibi ileri sürüp, Kur’an’ı sadece erdemli bir insanın söz ve davranışlarının sonradan başkalarınca yazımı olarak tarif edip vahyi ve elçiliği reddettiler. Kur’an ve son elçi(sünnet) bu şekilde devre dışı bırakıldıktan sonra da akıllarını ilahlaştırıp heva ve heveslerine uygun “sanal çözüm”ler ürettiler. “Marks, Muhammed, İsa-Musa ve aklın ilkelerini birleştirip T.C. için gerekli acil yasa değişiklikleri” bile önerdiler. [12]

Elbette O da günahları ve sevapları ile bir insandı ve gelip geçti. Fakat vahyin aydınlığından uzak düşmüş toplumumuz için, ülkemiz insanının Kur’an’daki İslam’la tanışmasında varını yoğunu ve bütün mesaisini sarf eden bu insanın görüşleri hala geçerliliğini korurken, daha yolun başında olduğu halde “hayatın temel kurallarının akli dayanaklarını ortaya koymaya çalışmak; kendi görüşleri olup onları savunmak; düşünce, çözüm üretmiş olmak; bir şeyler ortaya koymak” adına o görüşlerin geçmişte kalıp bugün aşıldığını söylemek, üstelik de yeni ve farklı bir şey söylememişken, rüşdünü ispat edip İslam’la sabıkalanmadan nasıl mümkün olur, nasıl taaccüb edilmez insanın havsalası almıyor doğrusu. İyi niyet taşıdığını söylemek mazeret kabul edilebilir mi? “Cehenneme giden yolun iyi niyet taşlarıyla döşeli” olduğunu söyleyenler yanılıyor mu acaba?

O, okulu sayılabilecek İktibas dergisinde; Selam İle köşesindeki yazılarıyla gündeme ilişkin konulara kısaca değinip birtakım önemli hususların altını çizerken; Yorum köşesindeki yazılarıyla ülke ve dünya gündemindeki gelişen olaylara tarihi perspektifi de gözardı etmeden müslümanca bir bakış açısı ile yorum getirdi. Kavramlar köşesindeki yazılarıyla başta Kur’an olmak üzere günlük dilde kullandığımız kavramların çerçevesini Kur’an kalkışlı olarak çizdi. İktibas’a/tan Mektuplar köşesinde ise geleneksel anlayışın dondurduğu, felç ettiği zihinlerdeki sorulara cevaplar verdi. Değişik düşüncedeki insanların düşüncelerinden yaptığı alıntılarla da sağlıklı, tutarlı ve keyfiyetli düşüncenin oluşabilmesi için zemin oluşturdu. İlkeli ve tutarlı bir kişilik sahibi olan, taşıdığı dünya görüşünü bütünsel bir anlayışla bilen, duyduklarını, okuduklarını sorgulayabilen, özeleştiri yapabilen ve kendini geliştirmeye açık tutan bir müslüman zihnin inşa edilebilmesi için bu uzun, sıkıntılı ve yorucu uğraş gerekli idi. Bu yolu seçtiği için işi zor olan bu insan, ortaya koydukları ile değil de hep üslubu ile eleştiri konusu edilip bahane bulundu. İnsanların ve hatta peygamberin arkadaşlarının bile her birinin farklı üsluba sahip olduğu hep gözardı edildi. Halbuki o üslup, kaynağını Allah için hubb(sevgi) ve buğz(kızgınlık)dan alıyordu. Takvaya yakışan hal de, bu değil miydi zaten? İnsanlardan değil Allah’tan korkmak, insanların levminden ziyade Allah’ın levminden çekinmek.

O bir ilahiyatçı, titr sahibi bir akademisyen, vaiz, müftü, cami hocası, hocaefendi, diyanet mensubu, tarikat şeyhi, molla filan değildi. O sadece ve sadece dinini anlamaya, anlatmaya ve yaşamaya çalışan biri idi. Dün kılık kıyafeti, hal ve hareketleri, savunduğu görüşler nedeniyle yadırganıp kınanıyordu, gözlerden ırak tutulmak isteniyordu. Bugün müslümanların çok az bir kısmı içerde ve dışarda gelişen olaylar neticesinde onun ne demek istediğini az çok anladı, çoğunluğu ise söylemlerini değiştirdi. Sağcılık olarak tanımlanabilecek 3M(Milliyetçi-Muhafazakar-Mukaddesatçı) fikrine sahip olup siyaset konusundaki fikirleri Menderes-Özal-Erbakan seviyesini aşamayanlar, demokrasiyi araç olarak görenler, bugün ABD veya AB’deki uygulanış biçimiyle dahi olsa laiklik, demokrasi ve sistemin sahiplendiği diğer hususları sahiplenip aynı çizgiye geldiler. Siyaset hakkındaki düşüncesi mevcudu kabul ve ehven-i şer anlayışının ötesine geçmeyen; fıkıh(hukuk) düşüncesi bireysel ibadetlerle ilgili dar bir alanda sıkışmış ve tarihteki dört-beş mezheb(görüş)den ibaret ilmihal düzeyine indirgenmiş; aklını din konusunda kullanmaktan kaçınan ve din düşüncesi bu dünyadan ziyade öte dünyaya dönük olan; düşünce dünyası tevhidden(birlikten, bütünlükten) uzaklaşmış ve parçalanmış bir zihin yapısına sahip insanların hınça hınç ortalığı kapladığı bir vasatta, O gücü, imkanı, ömrü yettiğince didindi durdu, iki günü birbirine eşit olmamacasına.

Ve Allah yolunun divane yolcularından biri olarak tamamladı yolculuğunu. İyi bir insan olarak iyi bir ata binip gitti. Unutulmazlar kervanına katılarak ardında kalan şu kubbede hoş bir sada oldu. Karşı yaka’ya uğurlanışının 7. sene-i devriyesinde O’nu rahmet ve minnetle anmak üzerimize bir borç, üzerimizde inkar edilemez haklarından dolayı. Rabbimizin O’na mağfiret edip razı olduğu kullar cümlesine dahil etmesi duasıyla.

Kaynakça
[1]. İnanmak ve yaşamak, Ercümend Özkan, Anlam yay., 2. baskı, Ankara, 1995, sh. 13-14.
[2]. Ayet ve slogan-Türkiye’de İslami oluşumlar-, Ruşen Çakır, Metis yay., İstanbul, 1990, sh. 187-192.
[3]. Ortadoğu’da modernleşme ve İslami hareketler, Alev Erkilet Başer, Yöneliş yay., İstanbul, 1999, sh. 150-222.
[4]. Yakın tarihin din mazlumları, M. Necati Bursalı, Beyda yayınevi, 2. baskı, İstanbul, 1997.
[5]. Türkiye’de İslamcılık düşüncesi-metinler/kişiler-, İsmail Kara, Pınar yay., 3 cilt, İstanbul, 1986, 1987, 1994.
[6]. İslam ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı.
[7]. Kırk yılda kaç ton zerzevat, İsmet Özel, Gerçek Hayat Dergisi, 21-27.09.2001, sh. 21.
[8]. Ercümend Özkan ile İslami hareket üzerine, A. Burak Bircan-M. Kürşad Atalar, Anlam yay., Ankara, 1997.
[9]. Ercümend Özkan yazıları, Anlam yay., Ankara, 2001, sh. 34-35.
[10]. ABD’ye sadakatiniz daha önemli, Katar Şeriat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Yusuf el-Karadavi, Gerçek Hayat Dergisi, 02-08.10.2001, sh. 24.
[11]. Selam ile-1-, Ercümend Özkan, Anlam yay., Ankara, 1997, sh. 258, 182.
[12]. Birleşen ilkeler, Uğur Karaca, Niğde, 1998.