Şükrü HÜSEYİNOĞLU

22 Haziran 2015

ALLAH’TAN BAŞKALARIYLA KORKUTULMAK

Sevgi, korku, ümit ve endişe (rızık endişesi) gibi duyguların, insanların yönelimlerinde, tercihlerinde, itaat ve karşı duruşlarında belirleyici rol oynadığı bilinmektedir. Özellikle de sevgi ve korku duygularının insanların bağlılık ve itaat tercihlerinde temel etken olduğunu ifade edebiliriz.

İtaat ve bağlılık denilince İslami literatür açısından akla ilk olarak gelen, kulluk mefhumudur. Kendisine mutlak anlamda itaat ve bağlılık gösterilen ve diğer tüm itaat ve bağlılıkların referans kaynağını teşkil eden mercinin İslami literatürdeki karşılığı ise, rabb ve ilah mefhumlarıdır.

Rabb-kul ilişkisi bu bağlam ve düzlemde vücuda gelmekte, insanlar ve toplumlar için sevgi ve korku duyguları nerede, hangi mercide, nesne veya mefhumda yoğunlaşmış ise onun karşısında bağlılık ve itaatla boyun eğmektedirler.

Sevgi ve korkunun, vahyi bilgiye (ilme) dayalı olup olmaması, söz konusu bağlılık ve itaatin (kulluğun) hak veya batıl oluşunu belirlemektedir. Sevgi ve korku duyguları vahyin ölçülerine tâbi kılındığında, insan ve toplumlar yalnızca Âlemlerin Rabbi’nin karşısında boyun eğmekte, kulluğu yalnız O’na has kılmaktadırlar.

Aksi halde ise, en çok sevgi beslenen veya en çok korkulan her ne ise, bağlılık ve itaat ona kanalize edilmekte, hayat o merci veya nesnenin ekseninde yaşanmaktadır. Bu merci veya nesne Allah’ın hükümlerini ölçü almayan siyasi bir otorite olabileceği gibi, iktisadi bir otorite, hatta Kur’an’ın tanıklık ettiği üzere bizzat insanın kendi hevası bile olabilmektedir:

“Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü?...” (Furkân, 43; Ayrıca Bkz: Câsiye, 23)

Evet, insan duygularının, görüldüğü üzere akide ile doğrudan ilgisi vardır. Bu sebeple duyguların mutlaka vahyin ölçülerine tâbi kılınması gerekir. Fert ve toplumlar, tercih ve istikametlerini, Âlemlerin Rabbinin terbiyesine tâbi kılınmamış duygularla belirlememelidir.

Duygular vahyin ölçülerine tâbi kılındığında, fert ve toplum kula ve maddeye kulluktan bağımsızlaşarak yalnızca Allah’a kulluk istikametine yönelme imkânına kavuşur. İnsanoğlu ancak duygularını Rabbani ölçülere tâbi kılarak hayatın öznesi haline gelir. Aksi halde duygularının esiri olur, nesneleşir, bağlılık ve itaatini Allah’a has kılma istikametini yitirme yoluna girer.

İçerisinden geçtiğimiz sosyal-siyasal süreçlerde İslami çevrelerin ciddi bir zihinsel irtifa kaybına ve duruş zaafiyetine uğradıklarını gözlemlemekteyiz. Mevcut sistem karşısında onlarca yıllık tevhidi bilinçlenme süreciyle oluşturulan akidevi duruşun, son 13 yıldır sistemin yönetimini ellerinde bulunduran muhafazakâr kanada destekçi ve taraftar olma sürecinde terk edildiğini ve “sistemin yeniden inşası”ndan söz edilmeye başlandığını da...

Mevcut sistem karşısındaki akidevi duruşlarını terk eden ve önlenemez bir entegrasyon ve eklemlenme süreci içerisinde yer alan söz konusu çevrelerin, bu gidişatlarını temellendirirken, mevcut iktidar dışı ihtimallere vurgu yapıp, hep bu ihtimallerin endişe verici atmosferini gündeme getirdiklerini ve kendi pozisyonlarını bu argümanlarla meşrulaştırmaya çalıştıklarını görmekteyiz.

Dahası, akidevi duruşunda sebat eden Müslümanları da bu tür argümanlarla baskı altına almaya, sistem içi dönüşüm sürecine aktif destekçi kılmaya çalışmaktadırlar. Geçtiğimiz günlerde internetteki paylaşım sayfamda bu tür bir yoruma muhatap olduğumda, yorum yazan arkadaşa şu şekilde itiraz ettim:

“Bu yorumunuza saygı duymuyorum. Çünkü beni Allah’ta başkalarıyla korkutmaya çalışıyor, böylece tercih ve istikametimi Allah’tan başkalarından korkmak üzere belirlemem yönünde telkinde bulunmuş oluyorsunuz.”

Sanırım meramımı anlatabilmişimdir. Evet, Müslüman fert de neticede bir insandır. Sevgileri, korkuları, endişeleri, ümitleri vardır. Herkes gibi Müslümanlar da baskıya, zorbalığa uğramaktan çekinirler, fıtri haklarına saygı duyulmasını isterler. Ancak bağlılık ve itaatlarını, istikametlerini bu endişeler ve beklentiler üzerine değil, Âlemlerin Rabbi’nin rızasını kazanma ve O’nun gazabından sakınma temeli üzerine bina ederler.

Müslümanın da sevgisi, sevdikleri vardır. Ancak hiçbir kimseyi ve hiçbir şeyi Yüce Allah’tan daha çok sevemez, O’ndan daha çok hiçbir şeye değer veremez.

Müslüman da endişe eder, ancak asla Allah’ın rızasını kaybetmekten daha fazla başka bir şeyden endişe edemez/etmemelidir.

Müslüman da korkar, ancak hiçbir şeyden Âlemlerin Rabbi’nin rızasını kaybetmek ve gazabını hak etmekten daha fazla korkmaz/korkamaz. İman akdi bunları gerektirir.

Yukarıda sözünü ettiğim gündemler üzerine yine geçtiğimiz günlerde paylaşım sayfamda şu yorumu yapmak durumunda kalmıştım:

“Müslüman ‘öcü’lerden korkarak değil, Allah'tan korkarak hareket eder. ‘Öcü siyaseti’yle Müslümanlara istikamet belirlemeye çalışanlara ve bu siyasete nesne olanlara ilanen duyurulur.”

Tabi burada bahse konu “öcü”lerin gerçekte var olup olmamasından önemli olanı, hiçbir “öcü”nün, gazabından sakınılmaya Âlemlerin Rabbinden daha layık olmadığı, olamayacağı gerçeğidir.

Nitekim söz konusu ettiğimiz konuda dile getirilen başta küresel öcüler olmak üzere “CHP öcüsü”, “Esed öcüsü” hayali öcüler değildir. Ancak burada mesele, bizlerin bu “öcü”lerle korkutularak cahili sistem içi dönüşüm sürecine destekçi olmaya teşvik edilmemiz, cahiliyenin farklı bir biçimini içselleştirmeye ikna edilmek istenmemizdir.

İşte bu noktada, Yüce Allah’ın rızasını kaybetmekten ve gazabına uğramaktan sakınma yükümlülüğü devreye girmekte ve Rabbimize karşısındaki ittikamız, diğer tüm gerçek veya sanal korkuların üzerine çıkmakta, onların baskısından bizi azade kılıp bağımsızlaştırmaktadır.      

Sevgi ile, endişe ile, ümit ile veya korku ile hareket ettiğimizde, ilk ve şeriksiz olarak hesaba katmamız gereken merci Yüce Allah olmalıdır. Diğer tüm sevgilerimiz, endişelerimiz, korkularımız bundan sonra gelmelidir.

Tebuk seferinin ve bu seferde havanın sıcaklığını bahane edip geri kalan münafıkların söz konusu edildiği Tevbe Suresi 81. ayette yer alan Rabbimizin şu beyanı, konuyu anlamak açısından yeterince açıklayıcıdır:

“Allah'ın Rasulüne muhalefet etmek için geri kalanlar (sefere çıkmayıp) oturmaları ile sevindiler. Mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmeyi çirkin gördüler; ‘Bu sıcakta sefere çıkmayın’ dediler. De ki: ‘Cehennem ateşi daha sıcaktır.’ Keşke anlasalardı.” (Tevbe, 9/81)

Evet, bizler insanız. Sevgilerimiz, korkularımız, ümitlerimiz, endişelerimiz olacak. Ancak tüm bu duygularımızı vahyin ölçülerine tâbi kılmakla mükellefiz. Allah’tan daha çok hiçbir şeyi sevmeyeceğiz, Allah’tan daha çok hiçbir şeyden korkmayacağız.  Tüm sevgilerimizi Allah sevgisine, tüm korkularımızı Allah korkusuna tâbi kılacağız.

İstikametimizi başka sevgiler ve korkular üzerine değil, Rabbimize olan sevgi ve ittikamız üzerine tercih edeceğiz, öncer O’nu hesaba katacağız. Yüce Allah’ın belirleyici olmadığı hiçbir denklem kurmayacağız, hiçbir denkleme kafa yormayacağız.

Uhud savaşı öncesi dönemde düşman birliklerinin sayısıyla korkutulmak istenen ve Ahzab savaşında ise yurtları güçlü ordularca kuşatılan ilk neslin şu iman ve istikametini yakalamak zorundayız:

“Onlar, kendilerine insanlar 'Düşmanlarınız size karşı toplandılar, artık onlardan korkun' dedikleri halde, imanları artanlar ve 'Allah bize yeter, O ne güzel vekildir' diyenlerdir.” (Âl-i İmran, 3/173)

“Mü'minler (düşman) birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: 'Bu, Allah'ın ve Resûlü'nün bize vadettiği şeydir; Allah ve Resûlü doğru söylemiştir.' Ve (bu,) yalnızca onların imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı.” (Ahzab, 33/22)

İbrahim (a.s.)’ın putperest kavminin tehdit ve baskıları karşısındaki Rabbani duruşunu haber veren şu ayet-i kerimeler de, mü’minlerin, kendilerini Allah’tan başkalarıyla korkutularak istikametlerini saptırmaya, putçu/müşrik düzenler karşısındaki tevhidi duruşlarını zaafa uğratmaya çalışanlara karşı nasıl bir cevap vermeleri gerektiğini öğretmektedir:   

“Kavmi onunla tartışmaya girişti. Dedi ki: ‘Beni doğru yola iletmişken, Allah hakkında benimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz? Hem sizin O’na ortak koştuklarınızdan ben korkmam; ancak Rabbimin bir şey dilemiş olması başka. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız? Siz, Allah'ın size haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki guruptan hangisi güvende olmaya daha layıktır?" (En’âm, 6/80-81)

Yazımızı, Rabbimizin şu beyanlarıyla noktalıyoruz:

"Şeytan sizi kendi dostlarıyla korkutuyor, eğer iman etmiş iseniz onlardan korkmayın, benden korkun." (Âl-i İmran, 3/175)

“…Sakın onlardan korkmayın. Yalnız benden korkun. Böylece size olan nimetimi tamamlayayım da doğru yolu bulasınız.” (Bakara, 2/150)

“…Allah'tan korkun ve müminler yalnızca Allah'a güvensinler.” (Mâide, 5/11)

“…Allah'tan korkun. Bilin ki Allah, yapmakta olduklarınızı görür.” (Bakara, 2/203)

“Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah'tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Haşr, 59/18)