Amerikan Tarzı Tekfir!
Amerika kendi prensiplerine uymayan cemaatleri tekfir ederken, bazı aşırı radikal hareketler de kendi prensipleriyle bağdaşmayan herkesi tekfir etmektedirler.
Mahmud Abduh Ali*
On bir Eylül saldırılarının üzerinden altı yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen, birçok siyasal gözlemci, el- Kaide’nin güçlerini yeniden organize ederek ve taraftar kitlesini artırarak, on bir Eylül öncesine göre daha da güçlendiğine inanmaktadırlar. Bu durum, teröre karşı yürütülen dünya savaşında Batılı güçlerin Müslümanlara yönelik desteklerinin etkinliği hakkında sorulara yol açmaktadır? Aradan geçen bunca zamana rağmen Amerika Birleşik Devletleri İslam Dünyasında niçin ancak çok az sayıdaki insanın aklını ve kalbini kazanabildi? Müslümanların aşırılığa karşı olmalarına rağmen -ki kamuoyu yoklamaları ve Müslüman liderlerin beyanları bunu teyit etmektedir- örneğin Ürdün ve Pakistan gibi ülkelerde Üsame b. Ladin’e destek niçin gittikçe artmaktadır?
Kahire Amerikan Üniversitesi İslami ve Bölgesel Araştırmalar profesörü ve Amerika Massachusetts Teknoloji Enstitüsü misafir profesörü Şerife Züheyr, 8 Eylül 2008 tarihinde Strategic Studies Institute (Stratejik Araştırmalar Enstitüsü) tarafından yayınlanan “Precision in the Global War on Terror: Inciting Muslims Through the War of Ideas / Dünya Terör Savaşının Tetkiki: Müslümanların Fikirler Savaşına sokulmaları” adını taşıyan araştırmasında bu soruların cevabını araştırıyor.
Kavram kargaşası
Araştırma temel bir ön kabulden hareket etmektedir: Teröre karşı yürütülen dünya savaşı, birçok algı ve kavram yanlışlığından mutazarrır olmuştur. Şöyle ki:
Bir: Kavramların dikkatsizce ve gelişi güzel bir şekilde kullanımı.
Mesela bu savaş ile hedef seçilen “düşman” konusunda büyük bir kavram kargaşası yaşanmaktadır. Amerika’nın, çeşitliliğine ve aralarındaki ihtilaflara rağmen, hiçbir ayrım gözetmeksizin tüm İslami Hareketleri “radikal” olarak tanımlaması, araştırmaya göre, Amerikan tarzı yeni bir tekfir çeşididir. Amerika Birleşik Devletleri, kendince birtakım kriterler belirleyerek bunlara uygun cemaatleri “ılımlı”, bu kriterlere uymayan tüm İslami oluşumları ve hatta sıradan Müslüman fertleri bile “ radikal” olarak kabul etmektedir.
Kavram kargaşası ve konusunda yaşanan boşluk, kendi içinde olağan üstü çeşitliliğe sahip Müslümanlara ve Müslüman çoğunluğun yaşadığı ülkelere yönelik, klasik emperyalizm dönemi sonrası gelişen siyasi yakınlaşmaları da etkileyerek çelişkili sonuçlar doğurdu.
İki: İslam konusunda genel bir bilgisizlik ve İslam ile ilgili önyargılar.
Şerife Züheyr’e göre, Terörle savaşta yaşanan kavram hatalarından biri de “İslamist/ İslamcı” ifadesinin yanlış yere “fundamentalist/ köktenci” anlamında kullanılmasıdır. Yazara göre gerçekte İslamcılar, İslam’ı yeniden ihya etmeye veya toplumu ve yönetimi İslam’a göre tanzim etmeye çalışan Müslümanlardır.
Dolayısıyla tüm İslamcılara “silahlı köktenciler” muamelesi yapmak, İslam düşüncesi ve esaslarının önemli bir bölümünü ile birçok İslami kurum “terör” ile irtibatlandırılmış olur. Veya bu temel esaslar görmezlikten gelinerek, ihmal edilerek, kötülüğe maruz tutularak bu ilke ve kurumlara kötü gözle bakılmaya başlanılır.
Düşman olarak İslam
Prof. Züheyr, Başta Amerika başkan Bush olmak üzere Batı ülkelerinin daime “Müslümanlar bizim düşmanımız değildir” şeklindeki beyanlarına rağmen, özellikle basının“İslami şiddet” kavramını sürekli gündemde tutularak, Müslümanların ve İslam’ın “düşman” olarak algılanmansa hizmet ettiklerini söylemektedir. Bunu yaparken “düşmanın” temel inançlarını ve terörle savaşta birçok Müslümanın kendilerine destek verdiğini göz ardı etmektedirler.
Başkan Bush “radikalleri”, “kötü Müslümanlar” ve “şerli kimseler” olarak nitelemektedir. Fakat – Şerife Züheyr’e göre- Müslümanların birçoğu, “ düşman” denilen bu kimselerin, gerçekte aşırıya kaçmış olsalar da, dini yaşamaya çalışan kendi din kardeşleri olarak görmektedirler.
Yazara göre bir yandan İslam’ın düşman olmadığını söyleyen Batılılar, diğer yandan radikallerin İslam Hilafetini diriltmeye çalıştıklarını söyleyerek, kavram kargaşası oluşturmaktalar. Zira yazara göre, Müslümanlar için örnek bir siyasi rejim olan Hilafet kurumu artık tarih olmuştur. Bush’un konuşmalarında sürekli olarak “teröristler” ile “Hilafet” arasında bağ kurması vahim bir hatadır.
Bush her ne kadar konuşmalarında Müslümanların tamamını değil, el- Kaide’yi hedef almış olsa bile, onun, hilafeti, “ radikallerin ulaşmak istediği kötü hedef” olarak nitelendirdiğini duyan Amerikan kamuoyu bundan nasıl etkilenecektir? Hilafeti ve hilafeti isteyen herkesi düşman olarak görmeyecek midir? Oysaki Bush’un asıl, hilafetin İslam Tarihi Tarihindeki rolüne dikkat çekmesi gerekirdi.
Bush, bütün Müslümanların “düşman” ve “genelci” olmadıklarını vurgulamak istiyorsa, sadece Üsame b. Ladin’in kurmak istediği “genel kapsamlı” devleti eleştirmeliydi, bunun şeklini (hilafeti) değil! Ki zaten hilafetin genel kapsamlı olma zarureti yoktur!
Bu mesele sadece Batılı yetkililerin açıklamalarıyla sınırlı kalmamakta, işin içine, bir de daha etkili biçimde medya faktörü girmektedir. Medya her ne kadar yaşanan şiddet olaylarından tüm Müslümanları sorumlu tutmasa da kullandığı dil itibariyle İslam karşıtı atmosferin oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Mesela “radikal Müslümanlar”, “ümmetin samimi savaşçıları” olarak nitelenmektedir. Burada radikal kavramıyla beraber “ümmet” kavramının da kullanıyor olması, aslında tüm Müslümanlara yönelik örtülü bir suçlamadır. Bu durumda “ İslam evrensel ve büyük bir dindir. Müslümanlar terörle savaşta Amerika Birleşik Devletlerinin müttefikidirler” söyleminin Müslümanlar açısından propagandanın ötesinde fazla bir anlamı yoktur. Hilafet, ümmet veya cihad ve tevhid düşüncesini benimsemiş Müslümanların sürekli olarak, “ kötü Müslümanlar” ve “faşist Müslümanlar” olarak nitelendirilmeleri, tüm Müslümanları rahatsız etmekte ve terörle savaşa verdikleri desteği sürdürmelerini imkânsız hale getirmektedir.
Amerikan Tarzı Tekfir
Yazara göre Amerikan yönetimi Amerikan tarzı bir nevi “tekfir” uygulamaktadır. Amerika, Müslümanların büyük çoğunluğunu “düşman”dan ayırayım derken, “tekfir” yönteminde radikal hareketlerle buluşmaktadır. Her iki taraf da birtakım prensipler kabul ederek bunlara uymayan herkesi tekfir etmektedir. Amerika kendi prensiplerine uymayan cemaatleri tekfir ederken, bazı aşırı radikal hareketler de kendi prensipleriyle bağdaşmayan herkesi tekfir etmektedirler.
Amerika da “iyileri” “kötülerinden” ayırmak için birtakım prensipler koymuştur. Bu yöntemin yanı sıra kavramlarda da açık bir karışıklık yaşanmaktadır. Yazara göre ümmet, hilafet, cihad, tevhid gibi güzel İslami kavramların, bazı radikal hareketler tarafından kötü amaçlar ve yanlış anlamlarda kullanımı ile, bu kavramların gerçek hakiki anlamlarını birbirinden ayırmak gerekir. Aksi durumda Müslümanların büyük çoğunluğu Batının muhtemel düşmanı olarak görülecektir.
Yazara göre Müslümanlar, Amerika’nın terör ideolojisinin yok ederek, İslam dünyasında değişim başlatacağı öngörüsünden rahatsız olmaktadırlar. Değişimin askeri işgaller veya Amerika’dan yöneltilen demokrasi rüzgârıyla sağlanacağı konuşulmaktadır. Bu düşünce, Müslümanların bu konudaki tepkisine önem verilmeksizin gündemde tutulmaya devam etmektedir.
“İslam faşizmi”!
Prof. Züheyr’e göre “İslam faşizminden” bahsedenler, bu kavramı yersizce ve dikkatsizce kullanmaktadırlar. Bu kavram özellikle çirkin mesajlar yüklüdür. İslam inancını, faşist boyutlar içermekle itham etmek, tamamen asılsız ve gerçek dışı bir iftiradır. Bu iftira, Müslümanlara yönelik derin bir nefretin ifadesinden başka bir şey değildir.
“Teröristleri” kötüleyeceğiz diye onları “İslami faşistler” olarak niteleyenlerden bazıları, hızlarını alamayarak bu kavramı, İslam şeriatı ve hilafet düzeni içinde yaşamak isteyen tüm Müslümanlar için kullanma çılgınlığına kapılmaktadırlar. Sanki bu yüce İslam müesseseleri terör ve faşizmin birer deliliymiş gibi!
Müslümanların tamamına yakını, mukaddes kanunlarına (şeriata) ve tarihi yönetim düzenlerine (hilafet) yönelik bu çirkin iddiayı reddedeceklerdir. İster şeriatın uygulanması için çaba göstersinler, isterse hilafet düzenini yeniden kurmak gibi bir derdi olmasın ve isterse de laik bir sistemde yaşıyor olsunlar, Müslümanların kahir ekseriyeti mukaddeslerine yönelik bu çirkin ifadeyi kabul etmeyeceklerdir.
İslamcılık
Profesörün araştırmasında tespit ettiği fikirlere yönelik savaşın bir diğer kavram hatası da “İslamism = İslamcılık” kavramının yanlış tanımlanmış olmasıdır. İslamcılar yanlış tanımlanınca onların tüm yöntem ve hedefleri de yanlış anlaşılmakta ve yanlış yorumlanmaktadır. Örneğin İslami hareketler uzmanı bir kimse İslamcılığı “Güç kazanmak için İslam’ı kullanmaya çalışan kapsamlı bir ideoloji” olarak tanımlamaktadır.
Ancak bugün İslam coğrafyasındaki İslami akımlar çeşitlilik göstermekteler ve önemli bir halk kitlesini desteğine sahiptirler. Bugün İslami eğilimli birçok siyasal parti mevcuttur. İslam Birliğini sağlamak ve İslam toplumunu yeniden kurmak bunların programlarının bir parçasıdır. Fakat bugün Batı’da yaşayıp da asli kültürlerini ihya etmeye çalışan birçok Müslüman “selefilikle” itham edilmektedirler.
Yazara göre İslami Hareketlerin onlarca yıldan beri sahnede yerlerini almış olup, tüm İslam coğrafyasında iktidar alternatifi olmalarından sonra, Batılıların İslam ülkelerini laiklik, milliyetçilik ve özel İslam (private İslam) gibi kavramlara dönmeye zorlamasının anlamı ve pratik değeri yoktur
Müphemlik… Terörle savaşın başlığı
Yazara göre, teröre karşı dünya savaşının bir parçası olan bu “yumuşak savaşın” temel yanlışlarından biri kavramların dikkatsizce yerli yersiz kullanımıdır. Fakat uzmanların “teröre” karşı savaşın alanının genişletilip daraltılması konusundaki ihtilaflarının tek nedeni bu tanım sorunu değildir.
İhtilafın bir diğer sebebi de düşman cephesinin bu kadar çok geniş tutulmasıdır. Bütün farklılık ve çeşitliliğine rağmen tüm bu cemaatlerin “düşman” görülmesi gerçekçi değildir. Amerika’nın seçilmiş Filistin başbakanı Hamas lideri İsmail Heniyye ve İran’ın seçilmiş cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ı kendi kriterlerine uymuyorlar diye düşman olarak nitelendirmesi, dünyaya, İslam dünyasındaki muhalefet liderlerinin ve seçilmiş bazı hükümet başkanlarının açıkça evrensel cihad hareketinin bir parçası oldukları mesajını verir. Oysaki bu liderler öncelikle yerel sorunlarını çözmekle meşguller. Ne Amerika ile silahlı bir çatışmanın içine girmişler ne de Amerika’nın güvenliğine el- Kaide gibi doğrudan bir tehdit oluşturmamışlardır...
Batı’nın amacı direnişi kırmaktır
Yazara göre, birçok gözlemci ve Müslüman halklar Batının amacının şöyle görmektedirler: Batı’nın nüfuz sağlama girişimine, siyasi ve askeri müdahalelerine karşı direnen tüm oluşumları “terör” yaftası ile yaftalayarak mahkûm etmek. Örneğin Lübnanlıların İsrail saldırısına karşı direnişleri veya Batı yanlısı Fuad Sinyora hükümetine yönelik protestoları veya 14 Mart cephesine muhalefet etmeleri şeklindeki eylemler Batı’da ve İsrail’de terör ile yaftalanmaktadır.
Hatta öyle ki “Amerika- İslam İlişkileri Meclisi” gibi Müslümanları ayrım ve şiddetten korumaya çalışan kurumların faaliyetleri dahi “teröre destek” olarak yansıtılmaya çalışılmıştır!
Dönüşün isteği
Yazar, bazı Batılı düşünür ve hükümet yetkililerinin, Müslümanları hesaba katmadan, İslam’ı ve Müslümanları, Müslümanların düşüncelerini, devletlerini, toplumlarını diledikleri gibi değiştirebilip dönüştürebileceklerini düşünmelerini eleştirmektedir.
Yazara göre, İslam ülkelerinde değişim zorunludur. Ancak bu Batı’nın dayatması ile değil, bu ülkelerin yönetimlerinin ve halkların bunu istemesiyle mümkündür. Amerika ve müttefiklerinin dayatmalarıyla bu iş olmaz. Endonezya örneğinin tüm bölgeye teşmil edilmesi yönündeki rapor, insanların aklına Arapların buna nasıl bir tepki verecekleri sorusunu getiriyor.
Son olarak şunları söyleyebiliriz: Şerife Züheyr’in araştırması, Amerika’nın terörle savaşında yaptığı kavram hataları konusunda okuyucuya açık bir fikir verebilmektedir. Yazar Amerika’nın “düşman” tanımlamasındaki müphemliği ve tüm İslami hareketleri aynı potaya koymasını eleştirmektedir. Fakat burada şu soruyu sormalıyız. Amerika’nın “terörle” savaşında yaptığı hatalar kavram kargaşası ile mi sınırlı? Yoksa mesele bununla sınırlı kalmayıp, yönetimin izlediği politikaları da kapsamakta mıdır?
Dolaysıya mesele sadece kavramların düzeltilmesi meselesi değil, asıl uygulanan politikaların düzeltilmesi meselesidir.
* Siyasi araştırmacı
(Çeviri: Oktay Yılmaz / Timeturk)