Şükrü HÜSEYİNOĞLU

12 Eylül 2019

“ATALAR DİNİ”NE HAYIR, “ATA DİNİ”NE EVET Mİ?

İslam’ın ana-babadan tevarüs edilen ve sonraki nesillere öylece aktarılan kalıtsal bir bağlılık değil, bilgi ve bilinç üzere tercih ve tâbi olunan Rabbani hayat nizamı olduğu gerçeğinin yaygın şekilde idrak edilmeye başlandığı son birkaç asırdır kaynaklara (Temel kaynak olan Kur’an’a ve ona dayalı Nebevi örneklik olan Sünnet’e) ve dolayısıyla taklitten tahkike dönüş çabaları ciddi bir ivme kazanmış durumdadır.

Bu çabaların bir parçası olarak, Müslümanların tarihlerinin belli bir döneminde (Hicri 2, 3 ve 4. asırlarda) çeşitli sosyal, siyasal ve kültürel etkileşimlerin de tesiriyle teşekkül edip kalıplaştırılan ve sonrtaki asırlar boyunca taklit zinciriyle bugüne kadar taşınagelen anlayışların Kur’an ve Sünnet zaviyesinden yeniden gözden geçirilmesi, tahkik ve tashih muhatap kılınması kaçınılmaz olmuştur.

İşte geleneğin sahihini muharrefinden ayırt etme ve sahih geleneği ihya etme yönündeki bu çabaların, Kur’an’da Nebevi dâvetin muhatabı önceki toplumların dilinden de aktardığı “Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuza uyarız”[1] muhalefetiyle karşılaşması önemli bir ayrışma ve tartışma zemininin doğmasına yol açmıştır.

Bununla birlikte, miladi 19. asırdan bugüne değin “kaynaklara dönüş” bağlamındaki yaklaşımlarda iki farklı tutumun belirginleştiğini müşahede etmekteyiz.

Birincisi; Geleneksel din anlayışları konusunda sahihini muharrefinden ayırmaya ve sahih müktesabatın altını yeniden çizerek İslam’ın sözünü bugüne taze ve dinamik şekilde söylemeye gayret eden ve bu bağlamda yeryüzündeki mevcut egemen dünya görüşü/ideoloji durumundaki laik-pozitivist batı modernizm ve post-modernizmine ve bunlar üzerine kurulu küresel-yerel tuğyani otoritelere karşı İslam’ın öngördüğü muhalefet ve mücadeleyi sürdüren yaklaşım.

İkincisi ise; Geleneksel din anlayışlarına yönelik Kur’ani zeminde bir eleştiri geliştirdiği halde, batının laik-pozitivist tuğyani ideolojilerine karşı Kur’ani bir muhalefet geliştirmekten uzak duran, hatta yer yer bu tuğyani ideolojileri ve onların temsilcisi olan küresel-yerel tuğyani otoriteleri destekleyen yaklaşım.

Son yıllarda Türkiye’de sıkça duyduğumuz “indirilmiş din - uydurulmuş din” söylemiyle öne çıkan çevrelerin, maalesef sözünü ettiğimiz bu ikinci tutum üzere hareket ettiklerini görmekteyiz. Bu çevrelerin dil ve kaleminden sâdır olan “uydurulmuş din” tabiri salt, çeşitli hurafelerle mâlul olan geleneksel din anlayışlarını hedef almakta, laiklik, kemalizm, liberalizm, nasyonalizm, kapitalizm, sosyalizm gibi çağın egemen uydurulmuş dinleri hiç bu eleştirilerin kapsamına girememektedir.

Rabbimizin Kitab-ı Kerimini esas almayan uydurulmuş anayasalar, uydurulmuş çağdaş ulusal mitolojiler vs zinhar söz konusu çevrelerin “indirilmiş din” söyleminde yer bulamamaktadır. Sabah akşam “atalar dini” eleştirisi yapmakta ve fakat bu coğrafyadaki egemen din (ideoloji, hayat nizamı) durumundaki “ata dini”ne, yani kemalizme yönelik birkaç cümle sarf etmek akıllarına bile gelmemektedir.

Oruç Baba Türbesi’ne Aslan, Anıtkabir’e Süt Dökmüş Kedi

Gariban teyzelerin kızlarının çocuğu olsun, oğulları üniversite kazansın diye gidip şirke batarak dua ettikleri Oruç Baba, Zuhurat Baba türbelerinde işlenen şirk konusunda aslan kesilen ve fakat bu coğrafyadaki resmî ve egemen türbe durumundaki Anıtkabir ve devlet erkanının orada belirli günlerde icra ettikleri ve İslami ölçülere göre tam anlamıyla bir ibâdet formunu ifade eden bağlılık ritüelleri konusunda çıtı çıkmayan da bahse konu “indirilmiş din mücahitleri”nden başkaları değildir.

Tıpkı mezarlarda işlenen şirke karşı çok duyarlı olmakla bilinen Suudi ulemasının (!) Riyad’daki sarayda işlenen onca şirke sessiz kalması gibi.

İşte Müslüman şahsiyeti ve İslam dâvetçiliğinin günümüz şartlarında sınandığı ve belirginleştiği nokta tam da burasıdır. Geleneksel-kültürel hurafelere ve şirke karşı aslan kesilip, çağın egemen hurafeleri ve şirk ideolojileriyle müşrik otoriteler karşısında dut yemiş bülbüle dönmek, İslam’ı kavramamış ve onu ahlaka dönüştürmemiş olmanın bir neticesidir.

Oysa biz Kitab-ı Kerim’den, onun bize aktardığı peygamber kıssalarından ve Rasulullah’ın (a.s.) mücadele sürecinden öğrenmekteyiz ki, İslam’ın temel muhalefeti egemen olan şirke yöneliktir. Risaletle yükümlü kılınan Musa (a.s.)’ın doğrudan Firavun’un sarayına gönderilmesi[2], Muhammed (a.s.)’ın Mekke’nin Arraflarından, Kâhinlerinden daha öncelikle Darun Nedve otoritesiyle, Ebu Cehillerle, Ümeyye b. Haleflerle, As b. Vaillerle mücadele etmesi , peygamberlerin bâdiyeye değil, ana kentlere, kentlerin merkezlerine gönderilmesi bu açık gerçeğin ifadesidirler.

Anıtkabir merkezli bir bağlılık/itaat/tapınma biçimi olarak bütün bir topluma tepeden dayatılan, bâtıl batının laik-pozitivist, nasyonalist, kapitalist tuğyani ideolojilerin kötü bir kopyası olan kemalizmi (ata dini) gündem etmeyen bir söylem asla İslami bir söylem niteliği taşıyamaz. Allah’a imanı dahi tuğyanın ve tağutun reddi şartına bağlayan[3] bir Kitab’a vurgu yapıp, ona dayalı “indirilmiş din” söylemini öne çıkarıp da egemen tuğyanı söz konusu bile etmemek İslami bir tutum olabilir mi?

Sabahtan akşama kadar tarikatlardan ve onların hurafelerinden bahsedip de, dayandığı laik-pozitivist hurafelerin yanında, Ardahan’da her yıl düzenlenen Damal Şenlikleri örneğinde olduğu gibi çeşitli mistik hurafelerle de mâlul olan kemalizm tarikatına hiç değinmemek topu taca atmak veya çelik çomak oynamakla eşdeğerdir.

“Bunlar sizin ve atalarınızın ürettiği isimlendirmelerden başka bir şey değildir. Allah, haklarında hiç bir belge indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerin arzuladıklarına uymaktadırlar. Oysa andolsun ki onlara Rablerinden hidayet gelmiştir” (Necm, 53/23) ayet-i kerimesi mûcibince, gavs, kutub gibi adlandırmaların uydurma ve şirk olduğunu haklı olarak söyleyip de ulu önder, yüce Atatürk gibi nitelemeler için aynı şeyi söylememek, söyleyememek hakkı ketmetmektir, şirke karşı yöneticileri ve halkı ikaz ve inzar etme yükümlülüğünden kaçınmaktır.

İslami dâvet ve mücâdelede öncelikler söz konusu olmakla birlikte bütüncüllük esastır. İslam, ruczun her türünü ortadan kaldırmak ve yeryüzünde tertemiz bir zemin üzerine hakkı ikame etmek hedefiyle gelmiştir.Toplumdaki şirki, fısk ve fücuru görüp, tüm bunların da hâmisi durumundaki devlet otoritesinin şirkini, fısk, fücuru görmezlikten gelmek, tersine devletin şirkini, fısk ve fücurunu görüp toplumdakini görmezden gelmek mücadeleyi daha başından kaybetmek demektir.

Devlet otoritesinin temsil ettiği egemen şirk, fısk ve fücur merkezi dâvet çabalarının, toplumda var olanlar ise bu merkezi dâvetle eşzamanlı ve eşgüdümlü sürdürülmesi gereken çevresel dâvet çabalarının konusudur. Günümüzde tanıklık ettiğimiz “indirilmiş din - uydurulmuş din” söyleminde ise merkezi dâvetin terk edildiğini ve toplumdaki hurafelerle meşgul olunduğunu görmekteyiz.

Bugün Türkiye’de yapılması gereken, bir asırdır topluma dayatılmakta olan egemen “ata dini”ni İslami dâvetin asli konu ve hedefi olarak konumlandırmak, toplumun bir atalar mirası olarak yaşatageldiği geleneksel din anlayışları konusunda da sahihini muharrefinden ayrıştıracak bir dâvet çabasını eşzamanlı ve eşgüdümlü olarak sürdürmektir.


[1] Bkz: Bakara, 2/170; Lokman, 31/21 vb

[2] Bkz: Tâhâ, 20/24

[3] Bkz: Bakara, 2/256

(Not: Bu makale İktibas Dergisinin Eylül 2019 sayısında yayınlanmıştır.)