Ateşten gömlek: Mülteci yalnızlığı
Ateşten gömlek giyen mültecinin yaşadığı yalnızlığın devası, her birimizin vicdanındaki puzzle parçalarında gizli. Tüm parçalar bir araya gelmeden resim tamam olmuyor, eksik kalıyoruz.
Boğulmuş çocuklar, aceleyle dikilen duvarlar, dikenli teller, aşırı kalabalık toplama kampları ve göçmenlere baş belası muamelesi etme konusunda birbiriyle rekabet eden hükümetler, kıl payı kurtulma ve güvenlik için seyahatin sinir bozucu tehlikeleri; tüm bu ahlâkî rezaletler hiç olmadığı kadar az haber niteliği taşıyor ve gittikçe daha seyrek olarak ‘haberler’de yer alıyor.” diyor Polonyalı sosyolog ve filozof Zygmunt Bauman Kapımızdaki Yabancılar’da.
Tercihen değil, yaşadıkları zorlukların neticesinde göçebe hâline gelen insanların, gittikleri ülkelerde “yerel halkı” tedirgin etmesinde bir neden vardı Bauman’a göre; rahatsız edici, sinir bozucu ve ürkütücü bir şekilde, konumlarımızın zedelenebilirliğini ve zor elde edilmiş iyi hâllerimizin içsel kırgınlığını hatırlatıyorlardı. Postmodern dünyada sahip olduğumuz her şeyin her an yitirilebilir olduğunu yüzümüze vuruyorlardı. Johnathan Rutherford’un da ifadesiyle bunlar, “Kötü haberleri dünyanın uzak köşesinden kapılarımıza taşıyan” insanlardı. Ne var ki bir kere göç etmişlerdi ve her birinin ayrı hikâyesi vardı dinlemek isteyene.
Her iki saniyede bir kişi mülteci oluyor
Acı bir gerçek göç. Binler, milyonlar dünyanın bir köşesinden diğerine hareket hâlinde. Bayram alışverişi ya da festival neşesinin kalabalığı değil bu; bir daha nerede filiz vereceğini bilemeden köklerinden sökülüş, belki de hiç geri dönmemesine kapıları kapatıp yollara düşüşün trajedisi. Myanmar’daki katliamdan kaçarken hiçbir ülke kabul etmediği için denizin ortasında haftalarca aç-susuz bekleyen de Avrupa’ya umut yolculuğunda cesedi sahile vuran da yaşama tutunma çabasına rağmen öldüğünde sadece akamdan ibaret olan da aynı dramı paylaşıyor.
Birleşmiş Milletler kayıtlarına göre, özellikle ekonomik sebepler ve daha iyi bir hayat için ülkelerinden ayrılan uluslararası göçmen sayısı 2017 yılında 258 milyona yükseldi. Özellikle Suriye, Irak, Yemen, Afganistan ve Myanmar ile Afrika ülkelerinde devam eden savaşlar ve çatışmalar nedeniyle evlerinden zorla çıka(rıla)n insan sayısı ise dünya genelinde 68,5 milyonu aştı. Bu rakamın yüzde 25,4’ü (yarısı 18 yaş altı) mülteciler, 10 milyonu ise eğitim, sağlık, iş ve hareket özgürlüğünden mahrum bırakılmış “vatansız” insanlar.
Köksüzlük hissi baskın
Azalmak şöyle dursun dünyada etkisi hızla artan şiddet sarmalı nedeniyle her iki saniyede bir insan yaşadığı toprakları terk ediyor. Sadece Suriye’deki savaşta 6 milyonu ülke içinde olmak üzere 11 milyondan fazla insan göç yoluna düştü. Ülkesinden ayrılan Suriyelilerin 3 milyon 570 bini Türkiye’de yaşıyor. Göçmen/mülteci trajedisini yazıya dökünce oldukça kalabalık rakamlar bunlar. Milyonlardan, yüz milyonlardan bahsediyoruz bir çırpıda. Ancak iş, botlarla açıldıkları denizdeki dalgalar gibi istatistikler içinde kaybolan her bir mültecinin “insan” olduğu gerçeğini hatırlamaya gelince (ki pek de gelmiyor) tablo değişiyor.
Vatandan ayrı kalma, yalnızlık, yabancılaşma, kendini değersiz görme, yakınlarının yokluğu ve hayatta kalanları geride bırakmanın verdiği pişmanlık hissi, göç edenin omzundan inmeyen bir yük oluyor. Yalnızca dış dünyada değil iç dünyalarında da yabancılaşıyor, bir yere ait olmakta zorlanıyorlar. Ayrıldıkları ülkedeki “ben” ile gittikleri topraklarda şekil verilen “ben” de farklılaşıyor, köksüzlük hissi baskın çıkıyor. Diğer taraftan önyargılarla boğuşuyor, dinleri, renkleri, kültürleri ve anadilleri nedeniyle hakir görülebiliyorlar.
Psikiyatri alanındaki çalışmalar, göçmenlerle mültecilerin yüksek düzeyde “sosyal izolasyon”la birlikte travma sonrası stres bozukluğu, depresyon, anksiyete, somatoform bozukluklar, bağlanma ve uyum sorunlarıyla mücadele ettiğini gösteriyor. Akademisyenler Ayla Tuzcu ve Kerime Bademli’nin “Göçün Psikososyal Boyutu” üzerine kaleme aldıkları makalede belirtildiği gibi, göçün en temelde kişinin büyük bir gruba ait olma duygusunun kaybına ve geleneklerin terk edilmesine neden olduğu düşünüldüğünde, yerleşilen yerde bu kayıplara eşlik eden yalnızlık duygusu, sosyal rollerdeki değişim, kültürel norm ve değerlerdeki belirsizlik ile bunun yol açtığı kültürel şok, göçmenlerin yaşadığı stresi açıklayan ve ruhsal bozukları işaret eden değişkenler oluyor.
Evden çıkamayan kadınlar
Savaştan kaçan mülteciler, kaç cephede birden savaş veriyor kim bilir! BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin “Yalnız Kadın” raporunda, hikâyelerine yer verdiği Suriyeli kadın mültecilerin durumunda olduğu gibi. Mısır, Ürdün ve Lübnan’da yaşlı, çocuk ya da engelliye bakan, hatta hanesinde erkek yetişkin olsa da aile reisi olan kadınlar bunlar. Savaştan önce görece konforlu, duygusal destek gördükleri, aileleri ve arkadaşlarıyla dolu bir çevreden çıkmak zorunda bırakıldılar. Toplumları parçalandı, alelacele toparlayabildikleri birkaç bavul, evlilik yüzükleri ve hatıralarını da yanlarına alıp kaçtılar. Bazılarının eşi tutuklu ya da kayıp. Birçoğu tecrit edilmiş halde, yalnız yaşıyor. Kaygılarını paylaşacak kimseleri yok. Kadınların üçte biri evden hiç çıkmamış. Dışlanmışlık hissi, anksiyete çok yaygın. Cinsel taciz ve doğrudan fiziksel şiddetten korkuyorlar.
Sıcak çatışmaların devam ettiği Ortadoğu’dan binlerce kilometre uzakta olsa da yalnızlık dünyanın dört bir yanında en belirgin ortak noktası mültecilerin. Yardım kuruluşu The Forum’un 2013-2014 yılları arasında Londra’daki göçmen ve mültecilerin yalnızlığı üzerine hazırladığı rapor, (göçün küresel boyutuna da uyarlanabileceği gibi) bu insanların kendilerini “izole” hissetmelerinin nedenlerini şöyle sıralıyor: Aile/arkadaş kaybı, sosyal bağların yokluğu, dil bariyeri, hizmetlere ve kaynaklara ulaşamama, statü yitimi, kimlik, iş ve kariyer kaybı, kültürel farklılıklar, dışlanma ve “yabancı damgası”. “Mülteci Toplumlarında Yalnızlık Mimarisi” yazısında mültecilerle göçmenlerin yüksek oranda dışlanmışlık yaşamasının sebeplerini sıralayan D. L. Mayfield da “Bu insanların kendi dünyalarından çıkarılıp düştükleri yeni yerde tamamen yabancı bir hayatı öğrenmek zorunda bırakılmalarına” dikkat çekiyor. Bir zamanlar çoğunluktayken gittikleri topraklarda azınlık psikolojisi yaşayan mültecilerin büyük bir travmadan hayatta kalmış olduklarını hatırlatan Mayfield, özelde Müslümanlara, genelde de göçmenlere yönelik düşmanlık ve “ötekileştirme”nin arttığını vurguluyor.
Yabancıyı ‘yutmak’ ya da ‘kusmak’
İçinde nereye giderse gitsin travmatik geçmişinin izlerini taşıyan mültecinin imtihanı kendi dışında daha da çetin. Mültecilerin yalnızlık hissinde bu insanları kendi düzenlerine göre “kir” olarak gören gelişmiş devletlerin çabalarını göz ardı etmek güç. Düzen-inşası, bugün daha aşikâr göründüğü üzere, yabancılara karşı yürütülen bir aşındırma savaşına dönüşürken, Zygmunt Bauman bu savaşta kullanılan iki stratejiyi Postmodernizm ve Hoşnutsuzlukları’nda şöyle ifade ediyor: “Biri antropofajikti: Yabancıları ‘yutarak’ ve ardından bunları metabolik olarak kişinin kendisinden ayırt edilemez bir doku haline dönüştürerek yok etmek. Bu, asimilasyon stratejisiydi: Farklıyı benzer kılmak, kültürel ya da dilsel ayrımları yumuşatmak, yeni ve her şeyi kuşatan düzene uyumluluğu besleyenler dışında tüm gelenekler ve bağlılıkları yasaklamak, bir ve sadece tek bir uyumluluk ölçütünü dayatmak. Diğer strateji ise antropoemikti: Yabancıları ‘kusmak’, düzenli sınırları dışına sürmek ve bunların içeridekilerle olan tüm iletişimlerini kesmek. Bu, [yabancıları gettoların görünür duvarlarının içine ya da görünmeyen fakat en az bu duvarlar kadar somut olan commensality (birlikte yemek yeme), connubium (evlilik) ve commercium (ticaret) yasaklarının ardına hapseden; ‘temizleyen’] bunları idare edilen ve edilebilen toprakların dışına süren ya da [bu iki önlem de uygulanamadığı takdirde] yabancıları fiziki olarak telef eden ‘dışlama’ stratejisiydi.”
Şiddet yüzünden evlerini terk etmeye itilen mültecilerin, ölüm tarlarından kaçarak sığınak arayan insanların akını, “ekonomik” göçmenlerin sabit akışını aştı. Avrupa kapılarına dayanan mülteci dalgasındaki sıçramanın nedeni, yıkılan ya da zaten yıkılmış olan devletler ya da devletsiz ya da dolayısıyla hukuksuz topraklar. Hele de Batılı güçlerin müdahalesi sonrası bir daha ayağa kalkamayan Afganistan ve Irak gibi ülkelerin insanları, çareyi refah bölgelerine gitmekte arayınca bu kez kapılar yüzlerine kapanıyor.
Özellikle Avrupa’da artan ırkçı/dışlayıcı dalga, aştıkları denizlerin dalgalarından daha sert vuruyor yüzlerine. Çek Cumhurbaşkanı Miloš Zeman, Müslüman sığınmacıların Avrupa toplumlarına entegre olmasını “imkânsız” bulurken, sınırlarına jiletli tel örgüler çeken Macaristan’ın Başbakanı Viktor Orban da, “tüm teröristlerin göçmenler olduğunu” savunarak masum insanları hedef tahtasına ustaca yerleştirmişti. ABD ve Avrupa’da beyaz tenli, yerel katliamcılar, medyada “terörist” ifadesi kullanılmadan lanse edilirken, Orban’ın ithamlarının alıcı bulması kaçınılmazdı.
Affedersiniz, bunlar gerçek insanlar!
Yalnızlığına terk edilen mültecilerle göçmenlerin karşısında sadece ırkçı politikacılar ve yabancı düşmanı toplumlar yok. Medyadaki “damga” haberciliği de kendisinden her zaman uyum beklenilen ancak geçmesi gereken sınavlar, bir türlü bitmeyen mültecinin çaresizliğini katlıyor. Emma Barnett, Fransa’nın utanç kampı Calais’deki içler acısı durumu değil de İngiltere sınırında yer alan bölgedeki krizin turizme ve ulaşıma olumsuz etkisini dert eden medyaya isyan etmişti Daily Telegraph’taki yazısında: “Çoğunluğu erkek Eritreli, Etiyopyalı, Afgan ve Sudanlıları tasvir etmek için kullanılan dil bile en iyi ihtimalle mekanik, en kötü hâliyleyse insandışılaştırıcı. ‘Yasadışı göç akımlarının engellenmesi yönetimi’nin var olduğunu kesinleştirmek için acil hükümet toplantıları düzenleniyor. Affedersiniz ama bunlar kalpleri, aileleri ve unutulmasın, insan hakları olan, gerçek insanlar.”
Kültürlerini ana akım toplumunkinden farklı gören (ve bu farklılık gerek medya gerekse siyasetçiler tarafından her gün yüzlerine vurulan) mültecilerin, daha fazla sosyokültürel uyum sorunu yaşadığını ve daha da yalnızlaştığını söylemek şaşırtıcı olmaz. Kalış süresinin belirsizliği yalnızlık hissini artırırken, öte taraftan mevcut toplumun mültecilerin uyum sürecini kolaylaştıracak düzenlemelerde bulunması “anlaşmazlık” makasının kapanması için hayati öneme sahip. İnsanlar arasında bağ kurmak, gönüllü hizmetler vermek, yeteneklerini ortaya çıkarmak, eğitim ve iş imkânı sunmak, mültecilerin maruz kaldığı dışlanma ve izolasyon hissini azaltıyor.
Avrupa’da ulusları parmak uzatılan bir düşmana karşı cephe almaya çağırmak, politikacıların oy arayışına hizmet ederken; Pierre Baussand, “Terörizme Karşı En İyi Silah” başlıklı yazısında, çözüme yönelik şu tavsiyelerde bulunuyor: “Aşırı sağ organizasyonların tüm göçmenleri teröristlerle eşitleyen, tepkisel, yanlış yönlendirilmiş, popülist retoriğine yaslanmak yerine, liderlerimiz… ‘onlara karşı biz’ duruşunu ve İslamofobideki artışı reddetmeli. Bu sadece, böyle anlatıları adam toplamakta kullanacak IŞİD’e yarar… Suriye ve Irak’ta IŞİD’e savaş açmaktansa Batı’nın terörizme karşı kullanacağı en büyük silah, kendi bölgelerimizde toplumsal yatırım, toplumsal kaynaştırma ve entegrasyondur.”
Baussand’ın hatırlattığı entegrasyon, muhatap iki taraf da sorumluluğu sırtlama niyetindeyse adil bir paylaşıma yakın. Ancak ırkçı temayüller devreye girdiğinde “diğeri”nin üzerine yıkılmaya da yatkın. Çok değil, kısa bir süre önce hem spor hem de siyaset gündemine oturan bir olay yaşandı. Dünya Kupası’nı kazanamayan Alman Milli Takımı’nın faturası Türk asıllı futbolcu Mesut Özil’e kesildi. Irkçı linç dalgasından yorulan yıldız isim, yıllarca başarıyla taşıdığı milli formayı bundan böyle giymeme kararı aldı. Manifesto niteliğindeki açıklamasında Özil’in sarf ettiği, “Kazandığımızda Alman, kaybettiğimizde göçmen oluyorum.” sözleri, Türk asıllı vatandaşların ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar entegrasyon testinde yalnız bırakılma ihtimallerinin bir adım ötede olduğunu gösteriyordu.
Meksikalı yalnız çocuklar
Konukseverliği, bir yabancıya başka birinin topraklarına vardığında düşmanca muamele edilmemesi olarak tanımlayan Immanuel Kant, “Yeryüzünün belli bir kısmında kimsenin bir başkasından daha fazla hakkı yok.” sözüyle, yurtsuz insanların trajedisine yüzyıllar öncesinden işaret fişeği gönderiyordu. Göçmen karşıtlığını siyasi kazanca çeviren Donald Trump ve Trumpist politikacılar için bu tersinden okunacak bir metindi. Trump, göreve gelmesinin hemen ardından nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkelerin (İran, Libya, Somali, Yemen ve Suriye) vatandaşlarına seyahat yasağı getirdi.
Geçtiğimiz aylarda da ABD-Meksika sınırında 2 binden fazla göçmen çocuk, anne ve babalarından ayrılmak zorunda kaldı. Çocukların tel örgülerle ayrılmış kafeslerde tutulduğunu kanıtlayan fotoğraflar ve ağlama sesleri, dünya çapında infiale yol açınca Trump da mecburen geri adım attı.
Trump’la birlikte daha çok tartışılan “sınır güvenliği” kavramı, mültecileri dışarıda tutmanın en rağbet gören gerekçesi. Kendisi de eski bir mülteci olan Çinli aktivist ve sanatçı Ai Weiwei, The Guardian’da yayımlanan “Mülteci Krizi Mültecilerle Değil, Bizimle İlgili” başlığını taşıyan yazısında, “Parçalara ayrılıp sökülmesi gereken birçok sınır var. Ancak bunların içinde en önemli olanı; insanlığı kendisinden ayıran, kalplerimizdeki ve zihinlerimizdeki sınırlar.” demişti. Sınırlarla sıkı sıkı korunan insanlığın tamamen özgür olabilmesi de vicdanlardaki bariyeri kaldırmayı gerektiriyor. Afgan bir sığınmacının ülkesine gönderilmesini, uçakta yerine oturmayı reddederek (bir süreliğine de olsa) tek başına durduran İsveçli aktivist Elin Ersson’ın yaptığı gibi. Ateşten gömlek giyen mültecinin yaşadığı yalnızlığın devası, her birimizin vicdanındaki puzzle parçalarında gizli. Tüm parçalar bir araya gelmeden resim tamam olmuyor, eksik kalıyoruz. Bauman, bu yap-bozu şöyle özetliyor: “İnsanlık krizde ve bu krizden insanlığın dayanışmasından başka çıkış yolu yok.”
Elvide Demirkol, “Ateşten Gömlek: Mülteci Yalnızlığı”, Bilimevi Kadın dergisi, Eylül-Ekim-Kasım 2018, sayı 7.