“Bağımlı Yapılar” Söyleminin Cazibesi ve Perdeledikleri
“Bağımlı yapılar” gibi aslında çok önemli ve işlevsel bir söylemin, konjonktürel iktidar stratejilerinin dönemsel bir aracı olarak sahaya sürülmesi, hem 1923’ten bu yana devam eden sistemik bağımlılığın kalıcılaştırılmasına, hem de farklı bağımlılık ilişkilerinin meşrulaştırılmasına yol açmaktadır.
15 Temmuz darbe girişimi Türkiye’deki politik fay hatlarında önemli kırılmalara ve 2002 itibariyle düzen nezdinde yaşanan kabuk değişiminin, yerini “derin” eski tonların yeniden öne çıkmaya başladığı farklı bir kabuk değişimi sürecine bırakmasına yol açtı.
Düzen özünde 1923’teki kuruluşundan bu yana hiçbir dönem bir değişim/dönüşüm yaşamamıştı zaten. Demokrat Parti’yle 50’den itibaren başlayan ve benzeri sağ partilerce sürdürülen, düzeni halka şirin gösterme temel ekseninde düzen nezdinde halka, halk nezdindeyse düzene alan açmaya matuf kabuk değişimleri de, özdeki despot tektipçi karakterin aleni dışa vurumunu ifade eden “kabuk hortlamalarıyla” hep kesintiye uğrayageldi.
15 Temmuz darbe girişimi sonrasında da benzer bir gelişmeye tanıklık ettik. İttifaklar yeniden şekillendi, politik pozisyonlar ve roller yeniden dağıtıldı, söylemler yeniden şekillendi(rildi). İşte bu çerçevede “iktidar” çevrelerinde dillendirilmeye başlanan bir söylem olarak “bağımlı yapılar” tanımlaması üzerinde durulmaya değer bir söylemdir.
Üzerinde durulmaya değer diyoruz, zira hakkı verilen bir söylem olarak gündeme getirilmiş olsa, 1839 Tanzimat Fermanı ve hassaten 1923’te Kemalist rejimin kuruluşundan bugüne Türkiye tarihini temel niteliği itibariyle özetleyebilecek nitelikte bir tanımlama ve söyleme tekabül etmektedir.
Ne var ki bırakalım 1839 itibariyle Osmanlı’nın bir “bağımlı yapı” haline getirilmeye başlanmış olması ve hassaten cumhuriyet rejiminin bizatihi “bağımlı bir yapı” olarak kurulmuş/kurdurulmuş olmasını gündemleştirmeyi, söz konusu tanımlama ve söylem, mevcut politik işleyiş bağlamında nesnel bir fotoğraf çekmek gibi asgari tutarlılık şartını yerine getirmekten dahi uzak bir söylem olarak karşımıza çıkmaktadır.
Söz konusu söyleme biçilen rolün, Fetullahçı yapının ve “iktidarın” ABD ve AB ile ilişkilerinde önemli işlevler yerine getirmiş liberal çevreler gibi eski “iktidar ortakları”nın, “emperyalizme bağımlılık” tanımlamasıyla mahkûm edilmesi ve yeni “iktidar ortakları”nın “emperyalizm karşıtlığı” üzerinden taltif edilerek onlara muhafazakâr kitle bazında meşruiyet sağlanıp alan açılması olduğunu belirtmemiz gerekir.
Kısacası ortada, büyük bir siyasal çözümleme ve anlatı ambalajına sarmalanmış olmakla birlikte, esasında gündelik politik kamplaşmalar çerçevesinde işlevsel bir araç olmanın ötesinde anlamı bulunmayan son derece cafcaflı bir söylemin varlığı söz konusu. “Bağımlı yapılar”ı teşhis ve mahkum etmeye dönük olmaktan ziyade, mevcut sistemik bağımlılıkları ve farklı “bağımlı yapılar”ı perdelemeye matuf bir söylem…
Bağımlı yapılar ifadesiyle, herhangi bir toplumsal veya politik yapılanmanın küresel bir güç veya odakla işbirliği içinde hareket etmesi, o güç veya odak adına, onun menfaat ve politikaları doğrultusunda faaliyet göstermesi kastedilmektedir. Söz konusu bağımlılık ilişkisi ve bağımlı faaliyetler, bilindiği üzere “nüfuz casusluğu” kavramıyla da ifade edilmektedir.
“Bağımlı Yapı” Denince Akla İlk Gelmesi Gereken
Türkiye şartlarında “bağımlı yapılar” diye tesbit yapılacaksa işe öncelikle mevcut laik-Kemalist rejimle başlamak gerektiği açıktır. 1923’te “Lozan Anlaşması” zemininde kurulan mevcut rejim, ideolojik niteliği, yasaları, kültürü, ictimai-siyasi-iktisadi işleyişiyle topyekün batıya bağlı ve “bağımlı bir yapı” olarak vücuda getirilmiştir.
Bu rejim, her şeyiyle bir “copy-paste” (kopyala-yapıştır) rejimidir. Bâtıl batının laisizmi, rasyonalizmi, nasyonalizmi, kapitalizmi olduğu gibi kopyalanmış ve Osmanlı bakiyesi bir halka dipçik zoruyla dayatılmaya çalışılmıştır.
Temelinde “bağımlı bir yapı” olarak kurulan rejim, İngiliz/Fransız kırması ideolojik ve kültürel niteliğini bugüne kadar çeşitli kabuk değişimleriyle birlikte sürdürmüştür. Askeri olarak da 1950’lere kadar İngilizlerin kendisi için çizdiği daireye riayete dayalı “uslu çocuk” rolüne bağlı ve bağımlı olan rejim, bu tarihler itibariyle yeni küresel Firavun rolünü üstlenen ABD’ye bağlı ve bağımlı hale gelmiştir, ki günümüzde 28 adet ABD-NATO üssüyle bu bağımlılık bilfiil devam etmektedir.
Hal bu iken, bu ana resim ve temel gerçekliği görmezden gelip, dahası perdelemeye çalışarak “bağımlı yapılar” diye bir bahis açmak, politik bir sihirbazlığın ötesinde bir anlam taşımamaktadır.
Küresel emperyalizmin batı blokunun 28 üssünün bulunduğu bir ülkede bağımsızlıktan söz edilmesi ve salt kimi bağımlı yapılar üzerinden bir “bağımlılık” ve “bağımlı yapılar” gündeminin açılması, anlamlılık ve tutarlılığın asgari şartlarından mahrum olmak demektir.
Gerçekten de konu çok önemli, dahası hayatidir. Zira bölgemizin son iki asırlık ana problemi, bağımlılık ve bağımlı yapılardır. Batı ve yanı sıra doğu emperyalizmi, coğrafyamıza söz konusu bağımlılıklar ve bağımlı yapılar üzerinden vaziyet etmekte, ideolojik ve kültürel işgalini bu yapılar üzerinden ikame etmektedir.
İşte batının bölgedeki truva atı işlevini gören söz konusu “bağımlı yapılar”, en temelde İslam coğrafyasındaki batıcı (veya doğucu) laik rejimlerdir.
Onlar Bağımlı Yapı, Peki Ya Bunlar
Meselenin bu asli ve “sistemik” boyutunun yanı sıra, söz konusu ettiğimiz “bağımlı yapılar” söylemiyle perdelenen bir diğer husus da, sistem içi aktörlerin farklı bağımlılık ilişkileridir.
AKP çevreleri, eski müttefiklerini bu söylem üzerinden “emperyalizmin uşağı” ve “dış güçlerin maşası” olarak konumlandırırken, yeni müttefiklerinin bu noktadaki pozisyon ve misyonlarını gündem dışı bırakmaktadırlar.
Sorulması gereken sorular şunlardır:
Fetullahçılar ve liberaller batı emperyalizmine “bağımlı yapılar”dır da, iktidarın yeni ortakları Avrasyacı/ulusalcılar doğu emperyalizmine “bağımlı yapılar” değil midir? Emperyalizm, sadece ABD ve AB ile sınırlı bir mefhum ve gerçeklik midir?
“Batı emperyalizmi” vardır da, “doğu emperyalizmi” yok mudur? Emperyalizme karşı, tüm çeşitleriyle birlikte ilkesel bir tavır geliştirmek yerine, emperyalistlerden emperyalist beğenme gibi bir yaklaşım anti-emperyalist bir tutum olarak nitelenebilir mi?
Yakın tarihi ve bugünü göz önüne aldığımızda, emperyalizmi salt batılı güçlerle sınırlı bir mefhum olarak ele almanın son derece yanlış ve aldatıcı bir yaklaşım olduğunu görmek zor değildir. Rusya ve Çin’in temsil ettiği doğu emperyalizminin, yayılmacılık, işgal, sömürü ve zalimlikte batı emperyalizminden aşağı kalır bir yanı yoktur.
Üstelik bugün batı emperyalizmi düşüş trendinde iken, doğu emperyalizmi “yükselen emperyalizm” niteliğine haizdir. Bugün Rusya ve Çin, başta Çeçenistan ve tüm Kafkasya, Doğu Türkistan, Orta Asya, Suriye, Afrika, Ukrayna olmak üzere son derece kanlı bir yayılmacılık ve müstemleke siyaseti yürütmektedir. Rusya’nın silah gücü ve Çin’in para gücü, tüm dünyayı tehdit eden bir emperyalist dalgayı beraberinde getirmektedir.
Bu gerçekler ortada iken, Türkiye’de Rusya ve Çin adına aleni bir şekilde algı ve nüfuz faaliyeti yürüten Avrasyacı/ulusalcı çevrelerin bu “bağımlılığı” görmezden gelinmekte ve gündem dışı bırakılmakta, “bağımlı yapılar” söylemi batı emperyalizmi bağlamına hasredilerek, Türkiye’nin geleceğinde doğu emperyalizmi adına ciddi bir bağımlılık ilişkisine tekabül edeceği aşikâr olan söz konusu bağımlı yapılar, bir de “emperyalizm karşıtlığı” üzerinden meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır.
Buradan mevcut “iktidar” için çıkacak sonuç yeni bir “aldatılmışız” hikayesinden başka bir şey değildir. Muhtemelen bunu kendileri de biliyor olmalıdırlar. Lakin, “iktidar”ın sürdürülebilmesi için konjonktürel ittifaklar siyaseti çerçevesinde bu ilişki sürdürülüyor olsa gerektir ki, “FETÖ” olayından ders alınmamış görünmektedir. Neticede bu gibi kirli “iktidar oyunları”nın bedelini her defasında halk ödemektedir.
“Bağımlı yapılar” gibi aslında çok önemli ve işlevsel bir söylemin, konjonktürel iktidar stratejilerinin dönemsel bir aracı olarak sahaya sürülmesi, hem 1923’ten bu yana devam eden sistemik bağımlılığın kalıcılaştırılmasına, hem de farklı bağımlılık ilişkilerinin meşrulaştırılmasına yol açmaktadır.
Tabii ki biz, temeli itibariyle “bağımlı bir yapı” olan bu rejimin aktörlerinden bu konuda tutarlı bir yaklaşım ve söylem bekliyor değiliz. Bu konudaki mevcut söylemin, kulağa hoş gelse de neticede bir sihirbazlıktan, gözbağcılığından ibaret olduğunu ifade etmeye ve “bağımsızlık” gibi bir değerin, gündelik siyasetin payandası kılınacak bir enstrümana dönüştürülmesine itirazımızı dillendirmeye çalışmaktayız.
Bağımsızlık Ancak İslam’la Mümkündür
Son bir asır içinde “İslam coğrafyası”ndaki siyasi oluşum ve cepheleşmelere baktığımızda, sınırları emperyalist güçlerce cetvelle ve ideolojik nitelikleri talimatlarla çizilmiş, tamamıyla “bağımlı yapılar”la karşılaşırız.
Her biri dönemsel olarak batı veya doğu blokuna sırtını dayamış ve sırtını dayadığı blokun bölgedeki jandarmalığını yapmış olan mevcut rejimlerin kendilerini “bağımsız devlet” olarak nitelemesi gerçekte bir karşılığı olmayan züğürt tesellisinden ibarettir.
Bağımsızlık, her şeyden önce bir “kıble” meselesidir. Kıblesi Washington, Londra, Brüksel veya Moskova ve Pekin olan mevcut rejimler bağımsızlıktan nasıl söz edebilirler?
Oysa bir ferdin gerçek “özgürlüğü” (her türlü kula ve eşyaya kulluk ilişkisinden azade olması) nasıl ki, yalnız Allah’a kulluk etme bilinciyle mümkünse, bir toplum ve onun yönetimiyle ilgili organizasyonun (devletin) bağımsızlığı da ancak dini (hayatla ilgili ölçüleri) Allah’a has kılması ve kendisine yönelinecek, sığınılacak, dayanılacak yegâne güç olarak Allah’ı tanımasıyla mümkündür.
Ölçülerine tâbi olunacak, insanlar için belirlediği ahkâmı tatbik edilecek ve kendisine sığınılıp dayanılacak yegâne güç olarak Allah’a yönelmeyen fert ve toplumların, sığınılacak ve dayanılacak güç ve merciler araması kaçınılmaz olacaktır. İslam’ı kendileri için hayat nizamı edinmeyen toplumların “bağımlı toplumlar” olmaları ve siyasi düzlemde de “bağımlı yapılar” üretmeleri kaçınılmazdır.
Bu itibarla, “bağımlı yapılar” gibi cazip bir söylemin, mevcut asli “bağımlı yapı” durumundaki laik-Kemalist rejimin bekası ve sistem içi iktidar mücadelesindeki dönemsel ittifakların meşrulaştırılması gibi konjonktürel politik hedefler doğrultusunda araçsallaştırılmasının, bu toplumun geleceği açısından büyük bir kayıp olduğunu belirtmek istiyoruz.
Bu toplumun ve tüm insanlığın dünyevi ve uhrevi kurtuluşunun ancak, yaratan ve emreden yegâne merci olan Âlemlerin Rabbi’nin dinine tâbi olarak, her türlü bağımlılıktan, kula ve eşyaya kulluk zilletinden kurtulmakla mümkün olduğunu hatırlatmakta fayda görüyoruz.
Muhakkak ki izzet ancak Rabbimizin bizim için belirlediği hayat nizamına tâbi olmaktadır. Bu istikametin dışındaki her türlü tercih ve yönelim dünyada da âhirette de zillettir.
“Mü’minleri bırakıp da kafirleri veli edinenler, onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah’a aittir.” (Nisa, 4/139)
Bağımsızlıktan söz edilecekse, bunun yoluınu Rabbimiz bize şu şekilde bildirmektedir:
“De ki: ‘Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda ortak olan bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bir kısmımız diğer bir kısmımızı Rabler edinmeyelim.’ Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: Şahid olun, biz gerçekten müslümanlarız.” (Âl-i İmran, 3/64)
İktibas Dergisi - Eylül sayısı yorumu