Şükrü HÜSEYİNOĞLU

06 Şubat 2010

BAŞÖRTÜSÜ: ÇÖZÜM YAHUT ÇÖZÜLME

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren İslami değerlere toplumsal alanın kapatıldığı bilinen bir husustur. İslam ve İslam’a ait değerler, ancak sistemin çarkına müdahil olmadığı veya daha ötesinde sistemin çarkına payanda kılındığı oranda akredite olabilmiştir.

 

Sistemin İslami değerlere yönelik bu tutumunu, başından itibaren topluma dayatılan Batılılaşma modeline karşı somut bir itirazı ifade eden İslami tesettür konusundaki tavrında belirgin şekilde görmek mümkündür. Cumhuriyetin ilk yıllarında İslami tesettür doğrudan hedef alınmasa da, gerek Batılı giyim tarzının devlet eliyle propaganda ve teşvik edilip yaygınlaştırılması ve bu cümleden olarak ilk ve orta öğreniminde başörtüsü/tesettür yasağının adı konulmamış bir halde cari kılınması, gerekse Halkevleri’nde gerçekleştirilen çarşaf çıkartma törenleri örneğinde olduğu gibi tesettürün toplum hayatından silinmesi doğrultusunda kampanyalar düzenlenmesi söz konusu olmuştur.

 

Cumhuriyet ideolojisi, Batılılaşma/Batılılaştırma hedefi çerçevesinde şapka ve Türkçe ezan gibi dayatmalar dışında köylere ve küçük kentlere çok fazla nüfuz edemese de, büyük şehirlerde etkili olmuş ve kendi tabanını oluşturmayı başarmıştı. Sistemin bünyeye kabul etmediği değerler ve bu değerlerle irtibatı bulunan halk kitleleri çevrede varlığını sürdürürken, merkezde Cumhuriyetin kurguladığı toplumsal yapının hakimiyeti söz konusuydu.  

 

1960’lı yıllara kadar bu durum böyle sürdüyse de, o yıllarda kendini gösteren köyden kente göç dalgaları sistemin bu konforunu sarsacak gelişmeleri de beraberinde getirecekti. Köyden kente göçle birlikte, çevrede yaşatılan değerlerin kente, dolayısıyla kamusal alana taşınması söz konusu olmuştu. İşte İslami değerlerin kamusal alanda görünür olmaya başlaması, başta İslami tesettürün önüne konulan engeller/yasaklamalar olmak üzere günümüze kadar süregelen baskı ve çatışmaların da başlangıcını teşkil etmişti. Çevrenin, değerlerini de beraberinde getirerek merkezi kuşatmasıyla, değerler çatışması kaçınılmaz hale gelmiş, özellikle de Batılılaşma dayatmasına karşı açık ve somut bir karşı koyuşu ifade eden başörtüsü ve başörtülü kadınlara karşı yasakçı ve baskıcı uygulamalar gündeme gelmeye başlamıştı.

 

1967 yılına gelindiğinde, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Hatice Babacan başörtüsü yasağına muhatap olan ilk üniversite öğrencisi olur. Ardından başörtüsünün kamusal alandaki görünülürlük oranındaki artışa paralel olarak baskı ve yasakçı uygulamaların yaygınlaştığı görülse de, konunun sistem açısından ciddi bir sorun olarak algılanıp öncelikli hedef olarak görülmeye başlanması 80’li yılara rastlar. 12 Eylül darbesi sonrası sistematik bir devlet politikası halini alan başörtüsü yasağı uygulaması farklı politik süreçlerde (o da üniversitelerle sınırlı olarak) ortadan kaldırılmışsa da, yasakçı uygulamalar her defasında ilk fırsatta yeniden devreye konulmuştur. Son olarak 28 Şubat sürecinde tahkim edilen başörtüsü yasağı zulmü, adeta bir tabu halini alarak günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.

 

2002 seçimlerinde meydanlarda “Başörtüsü namus borcumuzdur” vaadinde bulunan Ak Parti’nin ancak 6. yılında (2008) atmaya cesaret ettiği adım ise Anayasa Mahkemesi eliyle akim bırakılmış, ardından YÖK başkanı ve yönetimiyle çeşitli üniversite rektörlerinin değişmesiyle birlikte yer yer yasağın delinebilmesi söz konusu olabilmiştir.

 

Halihazırda başörtüsü meselesinin adeta derin dondurucuda bir “açılım” umuduyla beklemeye terk edildiği görülmektedir. Kimi kanaat önderlerinin “Mesele üniversite okumaksa gerisi teferruattır” yollu açıklamaları ve peruk fetvaları ile ciddi oranda zayıflatılan başörtüsü direnişi, gündemimizden büyük oranda çıkmış bulunuyor. Tüm hesapların politik aktörler üzerinden yapılması ve çözümün “kurtarıcılara” havale edilmesi en yazık ki çözüm yerine çözülmeyi beraberinde getiriyor.

 

Meselenin asli yönünü teşkil eden İslami kimlik boyutunun devre dışı bırakılması ve salt üniversiteye gidip-gidememe düzlemine mahkûm edilmesi, üstelik direniş yerine konunun politik aktörlerin insiyatif ve insafına terk edilmesi, çözümden çok anlam çözülmesine, kimlik erozyonuna hizmet ediyor. Savunulmaktan vazgeçilen, haklı kavgasından geri adım atılan başörtüsü ve onun şahsında İslami tesettür, insanımızın zihninde sembolik değerini gittikçe yitiriyor, takva elbisesi[1] bütünlüğünden koparılarak sıradan ve eğreti bir giyim tarzı halini alıyor. Oysa bedeli ödenerek savunulduğu dönemlerde başörtüsü baştan sona anlam demekti. Müslüman kadının kimliği ve çağa itirazıydı. Kimliksizleştirilme ve değersizleştirilme dayatmasına karşı başkaldırının adıydı. Başörtüsü mücadelesi diye bir mücadele vardı ve bu mücadelenin iki temel ayağı söz konusuydu: İslami tesettürün kamusal alanda şartsız-sınırsız varoluş hakkını savunmak ve bununla birlikte anlamını, sembolik değerini diri tutmak.

 

Gelinen noktada çözümü geldi-gelecek diye beklediğimiz açılımlara bağladığımız için, çözüm yerine etkisi her geçen gün daha da hissedilen bir çözülme sürecini yaşadığımızı kabul etmek zorundayız. Üstelik, beklediğimiz açılımlar gelse bile, ancak direnişle mümkün olan anlam inşasından mahrum olacağımızı bilmemiz gerekiyor. Başörtüsü konusunda çözülmeye meydan vermeyen bir çözüm için, direniş hattını yeniden inşa etmekten başka çare bulunmuyor.   



[1] Ey Ademoğulları! Size mahrem yerlerinizi örtecek ve süs olacak bir elbise indirdik. Takva elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bu, Allah’ın ayetlerindendir. Ola ki düşünüp, öğüt alırlar. (A’raf 7/26)

 

(Not: Bu yazı, Özgün Duruş gazetesinde yayınlanmıştır.)