16-04-2008 10:35

‘Başörtüsü Sorunu’ Bir ‘İktidar’ Sorunudur!

İşte tam da bu noktada Müslümanların da soruna `iktidar ilişkileri` açısından yaklaşması gerektiğine dikkat çekilmelidir. Ama çoklukla bu tavır gösterilmemektedir. Müslümanların büyük bir çoğunluğu, `başörtüsü sorunu` konusundaki haklılıklarını `temel haklar ve özgürlükler` söylemine dayandırmakta ve garip bir `özgürlük lisanı` kullanmaktadırlar.

‘Başörtüsü Sorunu’ Bir ‘İktidar’ Sorunudur!

'Başörtüsü sorunu'nu çözmek adına AKP ve MHP'nin ortaklaşa hazırladığı Anayasa değişikliği teklifi Meclis'ten geçip Cumhurbaşkanı tarafından da onaylandı ama tartışmalar bitmedi. Hatta giderek daha da derinleşme emareleri gösteriyor. AKP, YÖK Başkanı'nın marifetiyle, uygulamadan güç alarak yeni bir adım atmaya çalışıyor ancak gelişmeler 'başörtüsü sorunu'nun bir 'iktidar sorunu' olduğunu kanıtlayacak şekilde cereyan ediyor. YÖK Başkanı "başörtülü öğrencilerin üniversitelere alınması için" üniversite rektörlerine genelge gönderiyor ancak rektörlerin büyük çoğunluğu bu 'idari tasarruf'a riayet etmiyor hatta karşı bildiriler yayınlıyorlar. Normal zamanlarda YÖK Başkanı'nın tek sözünü 'buyruk' addeden rektörler, AKP politikalarına destek veren yeni YÖK Başkanı'na karşı açık pozisyon almaktan çekinmiyorlar. Burada elbette tarafların 'taktik' hesaplarla hareket ettikleri, yapmayı düşündükleri şeyler için uygun zaman kolladıkları vs. de söylenebilir ancak son gelişmelerin de net bir şekilde gösterdiği gibi, bu 'kaos ortamı' görüntüsünün altında, esas itibarıyla 'iktidar ilişkileri'nin dayanılmaz hafifliği yatmaktadır! Ve giderek sertleşen tartışmalar bu gerçeği net bir şekilde göstermektedir.

Burada öncelikle 'iktidar ilişkileri'nin mahiyetini iyi bilmek gereklidir. Bilinmelidir ki, özellikle demokratik siyaset kurallarının geçerli olduğu toplumlarda, siyasal süreçleri belirleyen şey, 'iyi-kötü' veya 'doğru-yanlış' kriterinden ziyade, 'çıkarlar'dır. Dolayısıyla demokratik siyaset, özü itibarıyla 'ahlaki' olamaz. Bunun anlamı şudur: yasalar dahi, her zaman, çıkar grupları tarafından istismar edilirler. Hatta bizatihi 'yasalar' (veya siyaset kurumunun kendisi), bir çıkar grubunun ya da bir iktidar elitinin menfaatlerini korumak için vardırlar! Yasaların değişmesi de, esas itibarıyla, iktidar elitinin değiştiğini gösterir. Burada her iktidar elitinin kendine özgü bir 'ideolojisinin' olduğuna da dikkat edilmelidir. Demokratik siyasetin egemen olduğu ülkelerde 'demokratik' kavramların egemenliği söz konusudur. İktidar eliti, varoluşunun meşruiyetini bu kavramlardan alır. Demokrasilerin temel kavramları ise, "haklar ve özgürlükler"dir. İktidar elitinin farklı branşları, meşruiyetlerini bu kavramlara dayandırmak durumundadırlar. Bunlarla açıkça çelişen bir siyasal yönelimin, demokratik rejimlerde kendisine meşrû bir siyaset alanı bulması da mümkün değildir.

'Başörtüsü sorunu'na bu açıdan bakıldığında, iktidar elitinin davranışlarını, çıkar kavramı temelinde açıklamak mümkün olmaktadır. Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana, iktidar eliti, özü itibarıyla değişmemiştir. Rejim de meşruiyetini demokrasi kavramından almaktadır. Bu temel yapının değişmesi yönünde en ufak bir temayüle karşı da çok sert bir tepki vermektedir. İşte 'başörtüsü sorunu' etrafında yaşanan tartışmaların 'sertliği'nin nedenini burada aramak gerekmektedir. İktidar eliti, kendi iktidar alanını hiçbir şekilde terk etmek istememektedir. Gerçi bazı 'tavizler'e hazır olduğunu söylemektedir; ancak iktidar alanının 'özü'ne ilişkin sorgulayıcı taleplere kesinlikle rıza göstermemektedir. İşte 'başörtüsü'nün, tam da bu alana ilişkin sembolik bir 'anlamı' vardır. Tesettür, 'siyasi' karakterli bir din olan İslam'ın bir emridir ve bu yüzden de, 'siyasi' bir mahiyeti haizdir. Başını örten bir hanım, İslamî değerlere bağlılığını deklare etmiş olmaktadır. İktidar eliti, bu bağlılığın 'özel' alanda ifade edilmesine ses çıkarmamaktadır ancak 'kamusal alan'da başörtüsü takılması (ya da tesettüre riayet edilmesi) ister-istemez 'siyasal' bir boyut taşıyacaktır. İşte bütün mesele de buradan çıkmaktadır. Tesettürlü bir hanımın kıyafetinin 'kamusal alan'da serbest olması, esas itibarıyla, "rejimin mahiyeti" ile ilgili bir meseledir. Bu yüzdendir ki İran'da (veya örneğin Şeriat'la yönetildiği iddia edilen Suudi Arabistan gibi devletlerde) kamusal alanda tesettüre riayet şart koşulmaktadır (Bunun sınırları ise ayrı bir konudur). Yine bu yüzdendir ki, 'özel alan'da tesettüre karışılmayan Batılı demokrasilerde, 'kamusal alan' söz konusu olduğunda büyük sıkıntılar yaşanmaktadır. Laiklik uygulamasının en yumuşak olduğu İngiltere ve Amerika gibi ülkelerde bile, tesettürlü bir hanımın devlet işlerinde çalışması büyük ölçüde yasaktır. Gerekçesi de aynıdır. "Hizmet alan-hizmet veren" ayrımının altında yatan mantık da aynıdır. Çünkü 'hizmet veren', rejimin bir görevlisi olarak bu işi yapmaktadır; yani rejim adına çalışmaktadır. Bu durumda, hizmetin rejimin 'değerleri' ile uyumlu olması gibi bir sorun ortaya çıkmaktadır. İşte 'özgürlükçülükleriyle' övünen Batılı demokrasiler, bu sorunu çözememişlerdir. Bu ülkelerde de 'iktidar ilişkileri' ağırlığını koymuştur. 'Güvenlik kaygıları'nın öne geçmesi durumunda ise, bu 'özgürlükler'in ne denli geçerli olduğu, 11 Eylül hadisesinden sonra net bir şekilde görülmüştür. Başta Amerika ve İngiltere olmak üzere, bütün Batılı demokrasiler, 'olmazsa olmaz' olarak gördükleri ve en temel değerleri olarak dünyaya lanse ettikleri "özgürlükleri" kısıtlayabileceklerini net bir şekilde göstermişlerdir. İşte bu noktada Türkiye’de laik kesimin "ülkeye özgü koşullar"a yaptığı vurguyu hatırlamak gerekmektedir. Gerçekten de Türkiye'nin kendine özgü koşulları vardır. Bu da temelde İslam'ın 'siyasi' boyutundan kaynaklanmaktadır. Laik kesim, Türkiye'deki demokrasi uygulamasının Batı'dakinden farklı olmasının gerekçesini buraya dayandırırken, 'ilkeli' bir yaklaşım sergilememektedir ama bir gerçeğe de parmak basmaktadır ki o gerçek, laik kesimin söylemini ve tavrını belirleyen şeyin 'iktidar ilişkileri' olduğudur. Özetle, Türkiye'deki laik kesim şunu demektedir: "Amerika veya İngiltere, kendi varlıklarına yönelik bir tehdit ortaya çıktığında nasıl ki özgürlükleri kısıtlıyorlarsa, biz de siyasal İslam'a karşı aynı tavrı gösteriyoruz." Dolayısıyla, laiklerin bu sözlerine Batılı demokrasilerin söyleyeceği bir şey yoktur. Tek söylenebilecek söz, bu tavrın 'imaj bozucu' etkileri olduğudur. Sorun İslam olduğunda, Amerika veya Avrupa Birliği, laik elitlerin yanında yer alacaktır!

İşte tam da bu noktada Müslümanların da soruna 'iktidar ilişkileri' açısından yaklaşması gerektiğine dikkat çekilmelidir. Ama çoklukla bu tavır gösterilmemektedir. Müslümanların büyük bir çoğunluğu, 'başörtüsü sorunu' konusundaki haklılıklarını "temel haklar ve özgürlükler" söylemine dayandırmakta ve garip bir 'özgürlük lisanı' kullanmaktadırlar. Yeni moda bu lisanda, İslamî bir iktidarda, "herkesin istediği gibi giyineceği, istediğini söyleyip istediğini yapacağı" ifade edilmektedir ki, bu söylemi kullananların 'siyasi bilinç' noktasında ciddi eksiklikleri olduğu ortadadır. Çünkü 'iktidar olgu'sunun belirlemediği hiçbir devlet, rejim, düzen olamaz. Aksi taktirde kaos ve anarşi olur. Her devletin bir 'kamusal alan'ı vardır. Bu alanda 'kurallar' olmak durumundadır. Yasa denilen şey de zaten bu işe yarar. Dolayısıyla, belki çatışan çıkarların bazılarının arasını bulmak mümkündür, ama "özü itibarıyla zıt" olan ideolojileri uzlaştırmak mümkün değildir. Bu konuda belki zorlama çözümler denenebilir, ama bunlar da çare olmaz. Dolayısıyla, İslam ile demokrasiyi veya İslam ile sosyalizmi, liberalizmi, Doğu dinlerini vs. uzlaştırma girişimleri çare değildir. Hangisinin 'daha iyi' olduğu hususu ise ayrı bir tartışmanın konusudur. Çünkü insan, 'hakikat'in hakikat olduğunu bildiği halde bile, bunu deklare etmeyebilir. Bu nedenle söylemler üzerinden rejimlerin 'iyi' veya 'kötü' olduğu konusunda nihai bir karara varmak mümkün değildir. Ama uygulama, bu konuda somut veriler sunabilir. Yani şu soru sorulabilir: "insanlar, Müslümanların hakimiyetleri altında mı daha huzurlu bir yaşam sürmüşlerdir, yoksa Batılı demokrasilerin hakimiyeti altında mı?" Bu soru yerindedir ve cevabı da bellidir. Ama burada dikkat edilmesi gereken nokta, 'hakimiyet'in (ya da 'iktidar olgusu'nun) kaçınılmazlığıdır. Allah, "o hakimiyet günlerini insanlar arasında dolaştırmaktadır." Dünyada kimi zaman Hakk ehli, kimi zaman Batıl ehli iktidar olmaktadır. Batıl ehli iktidar olduğunda, insanlar "Rabbimiz! halkı zalim olan beldeden bizi kurtar. Katından bize bir yardımcı, bir dost gönder" diye feryat ederken, Hakk ehli iktidar olduğunda, "iyilikle emredilmekte, kötülük yasaklanmaktadır." Müslümanların egemen olduğu topraklarda genellikle "adaletle hükmedildiği" hususunda tarihçilerin büyük çoğunluğu mutabakat içindedirler. Müslümanlar, egemen oldukları yerlerde, genel olarak 'zulüm' yapmamışlardır. Soykırım, holokost, toplu katliam gibi pratiklerin Müslümanların tarihinde yeri yoktur. Bunlar hep Gayr-i Müslim toplumların tarihinde görülmüştür. Köle ticaretini yapanlar Müslümanlar değil Avrupalılardır; Afrikalı siyahileri Amerika kıtasına taşıyan ve köleleştirenler, Avrupalılardır. Kızılderililerin soyunu neredeyse kurutanlar, Avrupalı sömürgecilerin Amerika'daki torunlarıdır. Cezayir'deki katliamları yapanlar Fransızlardır. Yahudileri soykırıma tabi tutanlar Almanlardır. Filistin'de masum insanları topraklarından eden ve terör estiren İsrail'dir. Haçlı Savaşları'nda Müslüman kıyımı gerçekleştirenler Avrupa'nın Hıristiyan güçleridirler. Moğol istilası sırasında Müslüman topraklarını yağma edenler Putperest Cengiz ordularıdır. Hakeza, sırf Allah'a inandıkları için müminleri ateş çukurları içinde diri diri yakanlar da Ashab-ı Uhdud'tur. Peki Müslümanların tarihinde insanlara yaptıkları zulümleriyle ünlenen kişiler hiç mi yoktur? Elbette vardır. Müslümanların tarihinde de Yezid'ler, zalim Haccac'lar, şahlar, sultanlar vs. olmuştur. Ama bu kişiler, İslam'ın kurallarına uydukları için değil, 'yoldan çıktıkları', saptıkları için bu zulümleri yapmışlardır. Zulüm, Müslümanlık düzeyi düştükçe artar. Dolayısıyla, takva ehli zulüm işlemez. Peygamberler de bunun en iyi örnekleridirler. İnsanlar, 'siyasal iktidar' sahibi peygamberlerin hakimiyeti altında huzurlu yaşamışlardır. İslam'ın iktidar uygulamasını değerlendirmek için, (esas itibarıyla) Hz. Davud, Hz. Süleyman ve Hz Muhammed gibi peygamberlerin icraatları baz alınmalıdır. Müslümanlık iddiasında bulunup da, İslam'la alakası olmayan veya bu ilişkisi zayıf olan kişi veya kurumların icraatından İslam sorumlu tutulamaz.

Şu halde tekrar ifade edelim ki, İslamî bir iktidarda (diğer iktidarlarda olduğu gibi) "herkesin istediği gibi yaşaması" söz konusu değildir. İslam'ın ana ilkelerine açıkça aykırı düşen davranışlar 'kamusal alan'da sınırlanırlar. Bu, iktidar olmanın gereğidir. Ancak sınırlamada 'adalet ölçüleri'ne uyulmalı, 'dayatmacı' olunmamalıdır. Toplumsal değişim konusunda bazı alanlarda değişimin zamana yayılması kaçınılmazdır. İnsanların İslamî iktidardan memnun olup olmamalarının ise bir çok sebebi olabilir. Zaten İslamî bir iktidar, İslamî bir toplum oluşmadan kurulamaz. Kurulsa bile kalıcı olamaz. Dolayısıyla "öncelikle nefislerde olanın değişmesi gerekir." Bu olduğunda, İslamî iktidar, zaten geniş bir halk desteğine sahip olacaktır. Yani İslam, o zaman "genel irade" halini alacaktır. Elbette bir toplumda herkesi memnun etmek mümkün değildir. Çünkü memnuniyetsizliğin çok çeşitli sebepleri olabilir. Yine de İslam'ın 'adil' iktidarından memnun olmadığını söyleyenler çıkabilir. Bu kişilerin bu memnuniyetsizliği ise, itibar görmeyecektir. Çünkü adil bir yönetim, kural olarak memnuniyet doğurur. Hâlâ memnun olmadığını söyleyenlerin ise 'niyetleri'nden şüphe edilir!

Bu bağlamda 'başörtüsü sorunu'na bakıldığında, laik kesimlerin İslam'ın sembollerine karşı kendi iktidar alanlarını savunmak adına yaptıkları zulümleri, uyguladıkları 'çifte standartları' vs. anlamak da mümkün olmaktadır. Çünkü onlar da esas itibarıyla kendi 'mevzileri'ni korumaya çalışmaktadırlar. Yasalar çıkarmakta, fakat 'işlerine gelmediğinde' o yasaları çiğnemekte, değiştirmekte veya gereğini yapmamaktadırlar. Bütün bunlar, onlar açısından 'meşrû'dur. Müslümanlar şunu bilmelidirler ki, sadece Allah'tan gereği gibi korkanlar, her hal ve durumda 'ilkeli' davranırlar. Bunun dışındaki insanların 'ilkeliliği' şarta bağlıdır. Çıkarları ciddi bir tehdit altında kaldığında ilkelerini çiğnerler. Helvadan yapıp taptıkları tanrı heykellerini acıkınca yiyen Mekke müşrikleri ile, 'self-determinasyon' ilkesini bütün dünyaya dikte edip, canı istediğinde 'bağımsız' ülkeleri bombalayan Amerika'nın özde bir farkı yoktur. Her ikisi de, 'gerekli gördükleri zaman', kendi putlarını yiyebilmektedir! Ama burada Müslümanların dikkat etmesi gereken bir şey vardır ki o da her hal ve şartta ilkelerine sadık kalmalarıdır. 'Gerekli gördüğünde' herkes ilkesini çiğniyor diye Müslümanlar da aynı şeyi yapacak değillerdir. Bu durumda Müslümanların da o insanlardan bir farkı kalmaz! O nedenle, Müslümanlar, her söz ve davranışlarında ilkeli olmalıdırlar. İnandıklarını söylemeli, söylediklerini de yapmalıdırlar. Zorluklar, sıkıntılar hatta psikolojik veya maddi işkenceler dahi, bu konudaki kararlılıklarını bozmamalıdır. Aksi taktirde ulaşılacak bir başarı yoktur. Çünkü tavizle elde edilmiş başarı, başarı değildir!

TAKTİK HESAPLAR VE MUHTEMEL GELİŞMELER
İslam'la veya sembolleriyle ilgili sorunların 'iktidar ilişkileri'yle bağlantısını görmeyen veya görmek istemeyen siyasilerin konuyla ilgili ortaya attıkları 'çözüm önerileri' ise, elbette 'palyatif' olacaktır. Bu nedenle de derde deva olmayacaktır. O halde AKP ve MHP'nin ortak teklifiyle gerçekleşen Anayasa değişikliklerinin de soruna çözüm olmayacağı rahatlıkla söylenebilir. Burada partilerin 'oy kaygıları'nın belirleyici olduğuna kuşku yoktur. Partiler sorunun ciddi olduğunu ve yapılacak küçük bir yanlışın bedelinin ağır olacağını iyi bilmektedirler. Bu nedenle, AKP, daha önce 17. maddede değişiklik yapılmasına söz vermiş olmasına rağmen, yasanın çıkmasını ertelemektedir. Öyle görünüyor ki, AKP, Anayasa değişikliklerinin 'uygulamadaki' karşılığı gördükten sonra somut bir icraata girişecektir.

Bu yönde ilk işaretlerin alınmaya başladığı da söylenebilir. Nitekim YÖK Başkanı'nın yayınladığı genelgeden sonra, bazı rektörler başörtülü öğrencilerin derslere girmesine izin vermiştir. Bu, AKP'nin elini güçlendiren bir durumdur. Aslında bu tablonun, sorunun çözümü için yeterli olmayacağını AKP de bilmektedir ama başörtülü öğrencilerin 'fiilen' üniversitelere girebilmelerinin, en azından karşı cephenin zayıflatılması gibi bir işlevi olacaktır. Bundan sonraki adım, elbette soruna 'yasal' bir çözüm bulmaktır. AKP'nin yasa değişikliğini 'ertelemesi'nin nedeni, çıkması muhtemel yasanın iptali için CHP-DSP tarafından yapılacak başvuruyu sonuca bağlarken, Anayasa Mahkemesi'nin nisbeten rahat hareket edebilmesini sağlamaktır. Çünkü genel temayüle göre, Anayasa Mahkemesi, yapılan anayasa değişikliklerini, şekil şartlarına aykırı bir husus bulunmadığı gerekçesiyle iptal etmeyecektir ama YÖK Kanunu'nda yapılacak değişikliği, 'Anayasaya uygunluk' kriteri açısından değerlendirirken 'esas'a bakacak ve laiklik gerekçesiyle daha önce olumsuz bir sonuca varan Anayasa Mahkemesi içtihatlarına müracaat edecektir. Yani YÖK Kanunu'nda yapılacak değişikliğin "laikliğe aykırı olduğu" gerekçesiyle iptali daha kuvvetli bir ihtimal iken, Anayasa değişikliklerinin iptali ihtimali az görünmektedir. İşte AKP'nin hesabı budur. AKP, YÖK Kanunu'nda bir değişikliğe gitmeden önce 'uygulama'dan güç almak istemektedir. YÖK Başkanı'nın rektörlere yazı göndererek, başörtüsünü serbest bırakmalarını istemesinin nedeni de budur.
Uygulamadaki bu farklılığın AKP'nin elini ne kadar güçlendireceği ise ayrı bir konudur. Çünkü laik kesim de bu hesabı görmektedir ve karşılığında 'provokatif' icraatlarla hükümeti sıkıştırmaya çalışmaktadır. Bu bağlamda, özellikle de öğrencilerin "birbirine düşürülmesi" yönünde bazı ajitatif girişimler olacağına şüphe yoktur. Her ne kadar AKP, seçimleri kazandıktan sonra bu sorunun çözümü için en uygun zamanı yakaladığını düşünse de, laik kesimin tepkisinin ardındaki 'iktidarın yitirilmesi kaygıları'nın görmezden gelinmemesi gerekir. Çünkü laik kesimler, 'başörtüsü sorunu'nun kendileri için bir 'iktidar sorunu' olduğunu bilmektedirler ve bu yüzden de kendi 'çıkar alanları'nı korumak için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır.

Ancak laik kesimlerin bilinen tavrından başka, başörtüsü tartışmalarında yeni bir gelişme olmuştur ki, bu hususun da değerlendirilmesi gerekmektedir. Malum olduğu üzere, 'başörtüsü sorunu'nu temel haklar ve özgürlükler zaviyesinden değerlendiren liberal-demokrat kesimler, AKP iktidarına baştan beri destek vermelerine rağmen, son 'türban' tartışmalarında, önemli ölçüde bu desteği geri çekmişlerdir. Bu liberal-demokratlara göre, bunun nedeni, AKP ve MHP'nin ortak teklifinin, bütün özgürlük alanlarındaki sorunların değil sadece başörtüsü sorununun çözümünü amaçlamasıdır. Gülay Göktürk, Ali Bayramoğlu ve Etyen Mahçupyan gibi azınlıktaki bir grup demokrat yazar, AKP'nin 'türban sorunu'ndaki son yaklaşımını da desteklemesine rağmen, liberal-demokratların büyük çoğunluğu, AKP'nin tavrını benimsemediklerini ve desteklerini çektiklerini açıklamışlardır. Bu durumu, AKP'nin 'gizli gündem'i olduğunun kanıtı olarak sunanlar olduğu gibi, AKP'yi bundan böyle "zor bir dönemin" beklediği şeklinde değerlendirme yapanlar da olmuştur. Nitekim Fehmi Koru, AKP'ye açıkça çağrıda bulunarak, "liberal desteği yeniden kazanması"nın, AKP'nin geleceği açısından elzem olduğu uyarısında bulunmuştur. "Liberal-demokrat destek" olarak adlandırılan şeyin Batı'nın (yani Amerika ve AB) desteği anlamına geldiğini bilen Koru gibi yazarların bu uyarısına, parti içinden de kulak verilmiş olmalı ki, AKP, Başbakan'ın İspanya'da yaptığı açıklamada kullandığı "başörtüsü siyasal simge olsa ne olur ki!" sözlerinde ifadesini bulan sert üslubun yerine daha yumuşak bir söylem kullanmaya başlamıştır. Bu yaklaşımın "iki ileri bir geri" taktiğiyle bağlantılı boyutu da olmakla birlikte, AKP'nin liberal-demokrat desteği kaybetmesi riskinin ilk somut örneğinin görüldüğü bu yeni durumun parti açısından bazı olumsuz sonuçları olabileceği söylenebilir.

Ancak, AKP politikalarına verilen "liberal-demokrat desteğin" aslında 'ilkesel' bir temele dayandığı da söylenmelidir. Çünkü liberal-demokratlar, baştan beri AKP'yi, 'kendi değerleri'nin savunuculuğunu yapan bir parti olarak görmüşlerdir. AKP'nin muhafazakar-demokrat kimliğe sahip bir parti olduğunu deklare etmesi de, esas itibarıyla, onlar için yeterli olmuştur. Çünkü liberal-demokratlar, liberal ve demokratik değerlere bağlılıklarını açıklayan kişilerin kökenlerine, geçmişte ne söylediklerine, ne yaptıklarına vs. pek bakmazlar. Onlar için önemli olan, kendi ilkelerini savunduğunu deklare eden bir partinin, bu sözlerinin gereğini el'an yerine getirip-getirmediğidir. AKP, Milli Görüş geleneğinden koptuğunu deklare edip kendisini muhafazakar-demokrat bir parti olarak tanımladığında, buna en çok sevinenin liberal-demokratlar olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü böylece AKP, liberal-demokrat değerlerin üstünlüğü kabul ettiğini ilan etmiş olmaktadır! İktidara geldikten sonra, IMF politikalarını sürdürmesi, AB Süreci'ni hızlandırması ve 'demokratikleşme' yönünde adımlar atması da liberal-demokratların AKP'ye verdikleri desteği sürdürmeleri için yeterli gerekçeyi oluşturmuştur. Dolayısıyla, liberal-demokratlar, AKP'yi desteklerken, aslında kendi ilkeleriyle tutarlı bir tavır sergilemişlerdir. Son 'türban' tartışmalarında AKP'ye verdikleri desteği çekmelerinin gerekçesi de, AKP'nin "vermiş olduğu sözleri tutmamış olmasıdır." Çünkü liberal-demokratlar, AKP'yi "gizli gündemi olmakla" suçlamamakta; bilakis tutarlı olmaya ve taahhütlerinde durmaya çağırmaktadırlar. Bu çağrılarında da haklıdırlar. Çünkü AKP, parti programında ve resmi açıklamalarında "liberal-demokrat çizgi"de icraatlar yapacağına dair taahhütte bulunmuştur. O halde AKP'den bu sözlerini tutmasını beklemek normal karşılanmalıdır. Bu bağlamda, liberal-demokratların, AKP'den 'başörtüsü sorunu'nun çözümünü de yine "temel haklar ve özgürlükler" çerçevesinde çözmesini istemeleri doğaldır. Liberal-demokratlar, AKP'nin, bu sorunu "temel haklar ve özgürlükler" çerçevesinde çözmek yerine, 301. madde pazarlıklarını yapan MHP ile çözmeye çalışmasını, işte bu yüzden 'ilkesel tutarsızlık' olarak değerlendirmişler ve dolayısıyla da desteklerini çekmişlerdir. Ancak bu, liberal-demokratların AKP ile köprüleri büsbütün attıkları anlamına mı gelmektedir? Hayır. Bu noktada bazı liberal-demokratların da meseleye 'pragmatik' yaklaştıkları görülmektedir. Bunlara göre, 'başörtüsü sorunu'nun çözümü için ortaya çıkmış olan 'fırsat'ı iyi değerlendirmek ve özgürlükler yolunda atılmış bu adımı, bir 'kazanım' olarak görmek gerekir. İlerde daha büyük adımlar atabilmek için, bu yeni girişime destek vermek gerekir! Ancak bu yaklaşım, genel liberal-demokrat çizgide fazla rağbet görmemiştir ve 'başörtüsü sorunu', AKP iktidarının liberal-demokrat kesimden aldığı destekte ilk ciddi kırılmanın yaşanmasına neden olmuştur.

İşte tam da bu noktada, daha önemli bir hususun üzerinde durmak gerekmektedir. Bütün bu tartışmalar şunu göstermiştir ki, sistem-içi kanalları kullanarak ve 'muvazaalı ittifaklar' yoluyla elde edilen 'başarılar', gerçek başarı değildir. Çünkü bu yolla, ipinizi başkasının eline vermiş olursunuz. Bu, 'şarta bağlı' büyümedir. Aldığınız destekler 'şartlı'dır. Bu şartları belirleyen de esas itibarıyla şartları koyanların 'kırmızı çizgileri'dir. Bu sınırları aşmamak kaydıyla büyümenize ses çıkarılmaz. Hatta bu büyüme desteklenir. Çünkü kontrol altındadır. Ayrıca özü itibarıyla sisteme 'zararsız' olan bu oluşumun, sahici 'tehditler'i bertaraf edici bir özelliği de vardır. Zira sizin büyümeniz, 'asıl' tehdidin küçülmesi ya da marjinalleşmesi yönünde bir baskıyı beraberinde getirecektir. O nedenle, kontrol altında büyüyen oluşumlar, her zaman kurulu sistemler tarafından tercih edilmişlerdir. Roma'nın Pavlusçu Hıristiyanlığın kontrol altında büyümesine 'izin vermesi'nin nedeni de budur. Bugün Fethullah Gülen cemaatinin (veya başka benzeri oluşumların) dolaylı yollardan desteklenmesinin nedeni de farklı değildir. AKP'nin, liberal-demokrat kesimlerden bugüne kadar destek alabilmesinin nedeni de, esas itibarıyla farklı değildir. AKP, 'dindar' tabanı, liberal-demokrat çizgide tuttuğu sürece bu desteği alacaktır. Bu çizgiden sapma emareleri gösterdiğinde ise, kendisine 'görevi' hatırlatılacaktır. Daha önce AKP'ye destek veren liberaller-demokratlar, işte bu nedenle son 'türban' tartışmalarında desteklerini çektiklerini açıklamışlardır.

AKP ve MHP'nin ortak bir çalışma sonucunda bir girişim başlatmalarının bir nedeni de, yaklaşan seçimlerde partilerinin oylarını artırmak kaygısıdır. Liberal-demokrat yazarlar da bunun bilincindedir ve bu iki partinin, özgürlükler sorununun çözümünü seçim malzemesi yapmalarına içerlemektedirler. Ama burada gözlerini bazı gerçeklere kapamış görünmektedirler. Çünkü Türk siyasetinin bu 'pragmatik' karakteri, yeni değildir ve öteden beri aktüel siyasetin reflekslerini belirlemektedir. Türkiye'de parti tutumlarını tayin eden şey, 'oy' kaygılarıdır. Bu iki partinin, kendilerince 'en uygun zamanda' böyle bir girişim başlatmalarında aslında şaşılacak bir şey yoktur! Açıkçası, başörtüsü sorununu çözmek gerekçesiyle başlatılan girişim, bir 'seçim yatırımı'dır. AKP "tabanımıza daha önce vermiş olduğumuz sözün gereğini yapıyoruz" dese de, bu girişimin yerel seçimlerin yaklaştığı bir dönemde 'dindar taban'dan oy almak gayesiyle gündeme taşındığı bellidir. Ancak öyle görünüyor ki, "başörtüsü sorunu" çerçevesinde yaşanan tartışmalar keskinleşecektir. Çünkü konu, mahiyeti itibarıyla, 'seçim hesapları'yla telif edilemeyecek boyutları olan bir sorundur. Kritik dönemlerde insanlar ve yapılar, 'vazgeçilmezleri'ni savunmak adına bir takım hesaplarından vazgeçebilirler. Başörtüsü sorununun da, laik kesimler için böyle bir mesele olduğu unutulmamalıdır.

(İktibas Dergisi / Ayın Yorumu)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !