Şükrü HÜSEYİNOĞLU

16 Eylül 2011

BİLGİ FETİŞİZMİ

İslam, kapısından bilgi ve ona dayanan bilinçle girilen bir hayat nizamıdır. Bilgi ve bilinç, imanın ve onun doğal sonucu olan salih amelin temel yapıtaşlarıdır. Neye niçin inandığını ve neyi niçin yaptığını bilmek, İslam'ın müntesiplerine yüklediği temel mükellefiyetlerden biridir. 

Atalar kültünü ve taklitçiliği kökünden reddeden İslam, müntesiplerine, hakkında bilgi sahibi olmadıkları şeyin ardına düşmeyi yasaklar. (Bkz. İsra 17 / 36) İslam, insanlığın öncü ve örnek şahsiyetleri olan peygamberlerden söz ederken bile onların taklit edilmesini değil, örnek edinilmesini öğretir. Ahzab Sûresi 21. ve Mümtehine Sûresi 4. âyetlerde, peygamberler ve yanlarında bulunan öncülerden taklit mercileri olarak değil, güzel örneklikler olarak bahsedilir.

Klasik ilmihal kitaplarının içinden ve dışından diye tasnifledikledikleri "namazın şartları" bölümlerinde yer almasa da, İslam açısından namazın mütemmim şartlarından biri de, insanın namazda ne dediğini bilmesidir. (Bkz. Nisa 4 / 43)

“Onlardan bir kısmı ümmidir. Kitabı bilmezler; (bildikleri) bir sürü asılsız şeylerden başkası değildir ve yalnızca zannederler.”(Bakara 2 / 78) beyanıyla, Kitab'a iman iddiasında olup da Kitab'ın bilgisine sahip olmayan insanları "ümmi" olarak niteleyen ve onların yalnızca zanna tâbi olduklarına vurgu yapan Rabbani mesajın son temsilcisi Kur'an, bizleri "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" sorusuyla muhatap kılar. (Bkz. Zümer 39 / 9)

Tabii ki, Kur'an'ın bilgiden (ilim) kastı insan dağarcığında depolanan her türlü zihin malzemesi veya veriler bütünü olmadığı gibi, bilenlerden (ulema) kastı da zihninde bilgi yığan kimseler değildir. Kur'an dilinde bilgi (ilim), vahye dayalı hakikat öğretisi; bilgi sahibi (âlim) ise, zihnini ve kalbini bu öğretiye açarak iman ve amel bütünlüğünde onun tanıklığını yapmaya koyulan kimsedir.

Kur'an'da Rabbimizin, Kitab'ın bilgisine sahip da onunla amel etmeyen kimseler için kullandığı "kitap yüklü eşek" nitelemesi (Bkz. Cuma 62 / 5), İslam açısından, gereğinin yerine getirilmesi mükellefiyetinin ilmin mütemmim bir cüzü olduğunun çok çarpıcı bir ifadesidir.

Sahabeden Abdullah b. Mesud'dan nakledilen “Kur’an’dan on ayet ezberlerdik ve onların gereğini yerine getirmeden başka âyet ezberlemezdik” mealindeki ifadeler de, ilk Kur'an neslinin bu konudaki yaklaşım ve hassasiyetini gösterir niteliktedir. Zaten Hz. Peygamber ve beraberindeki ilk neslin vahiy bilgisine peyderpey muhatap kılındığı düşünüldüğünde, onlar açısından bilginin, zihinde veri depolamak yerine anında hayatta karşılığını bulan mükellefiyet yüklenmek anlamına geldiğini anlamak kolaylaşacaktır.

Kısacası ilk neslin hayatında "bilmek için bilmek" gibi bir yaklaşım asla söz konusu değildi. Onun yerine vahyin öngördüğü şekilde "gereğini yerine getirmek ve tanıklığını yapmak için bilmek" onların Kur'an'dan edindikleri şiarlarıydı.

Ne var ki ilk neslin ardından, coğrafi genişlemenin de etkisiyle farklı kültürlerin İslam toplumu bünyesinde zemin kazanmaya başlaması, İsrailiyat ve mesihiyatın rivayet kültürü aracılığıyla, felsefeninse çeviri faaliyetleri yoluyla Müslümanların gündemine taşınması sonucu, Seyyid Kutub'un deyimiyle, kaynaklar çeşitlenmiş, artık genelde insanlar arı-duru Rabbani kaynak yerine, ölçüsüz ve istikametsiz veri depolamaya dayalı bilgi kaynaklarına yönelmişlerdir.

Bu devrede felsefenin uyarlanmasıyla ortaya çıkan "kelam ilmi" çerçevesinde yaşanan tartışmalarf ve açılan kimi başlıklar gerçekten ibret vericidir. Vahyin, insanı yaşanan hayatla irtibatlandıran ve insanı çağının şahidi kılan bilgisinden uzaklaşarak israiliyat ve felsefenin kör kuyularına dalanların, nesillerin enerjilerini nasıl heba ettiklerini görmek acı vericidir.

Bilgi bağlamından koparıldığında insana fayda değil zarar verir. Kur'ani bağlamda, insanın, vahyin ışığında Rabbini ve kendisini tanıyıp sorumluluklarının bilincine varması neticesine matuf olan bilgi, bu bağlamdan koparılıp veri depolama unsuru haline getirildiğinde sahibini müstağnileştirebilmekte, bir büyüklenme aracına dönüşebilmektedir.

Varoluş gerçeği ve gerekçesini müdrik olmak ve hayatı bu idrak üzere yaşamak gayesinden bağımsızlaşan bilgilenme süreçleri, bilgiyi başkaları üzerinde bir silah olarak, bir üstünlük ve hatta giderek bir hegemonya aracı olarak kullanma eğilimini beraberinde getirmektedir.

Bugün İslam adına çeşitli kürsülerden veya medya araçlarından kitlelere seslenme imkânına sahip olan bazı kişilerin, ne yazık ki dinleyenleri üzerinde bu tür bir etki bıraktıklarını düşünmekteyim. Bu etkinin oluşmasında, akıl ve iradelerini dinledikleri kişilerin akıl ve iradelerine teslim eden dinleyicilerin olduğu kadar, tıpkı geçmişin kelamcıları gibi, insanları İslam adına pratik karşılığı olmayan bilgi ve yorum sağanağına maruz bırakan, yığınlarca bilgi sahibi olan ve bunu da her fırsatta insanlara hissettiren ve fakat bilgisiyle ve hatta zaman zaman söylemiyle istikameti arasında ciddi farklılıklar görülen kimselerin de payı bulunmaktadır .

"Bilgi fetişizmi" olarak nitelenebilecek bu durumu ilk olarak, yıllar önce bir cemaat liderinin çeşitli yayın organlarına verdiği birkaç söyleşiyi okuduğumda fark ettiğimi hatırlıyorum. Adeta bilgi adına eteğindeki tüm taşları ortaya dökme gayreti hissedilen, çeşitli İslami konuların yanı sıra doğu ve batı klasiklerinden ve modern dönem yazarlarından alıntıların dillendirildiği söz konusu söyleşileri, toplum üzerinde etkili olabilmek için, bu işin çok zor olmadığı söylenen Azerbaycan gibi ülkelerden profesörlük ünvanı alma gayretkeşliğinin farklı bir versiyonu olarak algılamıştım.

İnsanımız nedense istikamete değil de çokluğa değer veriyor. Mal çokluğu, ünvan çokluğu, bilgi çokluğu... Oysa vahyin değer ölçüsünde bunların kıymeti harbiyesi yok. Kur'an'la yetişen ilk neslin hayatında, Müslüman için temel değer ölçüsünün ne olduğu, ne olması gerektiği ile ilgili çarpıcı örnekler yaşanmıştır.

Mesela bir defasında Mü’minlerin Emiri Hz. Ömer mescid kürsüsünden halka hitap ederken, toplumda gittikçe yükselen mehir ücretleriyle ilgili bir sınır koymak istediğini beyan eder. Bunun üzerine mescidde bulunan bir kadın Nisa Sûresi 20. âyeti hatırlatarak Mü’minlerin Emiri’ne itiraz eder. Âyeti hatırlayan Hz. Ömer, gerçeğe teslim olur ve “Kadın doğru söyledi, Ömer yanıldı” beyanında bulunur.

Evet, makamına, Hz. Peygamber’in yakın arkadaşı ve ilk Müslümanlardan olması gibi gerekçelere sığınılmadan, Kur’an ölçüleriyle çeliştiği düşünüldüğünde Mü'minlerin Emiri anında ikaz ediliyor ve yanlış bir karara varması engelleniyorsa , bu, ilk neslin vahyin üstünde hiçbir değer ve makam tanımamasının sonucu ve güzelliğidir.

Bugünün Müslümanları olarak bizlerin de, asgari bu bilinç ve bunun için gerekli Kur'ani donanıma sahip olmamız gerekir. Ancak böylece birilerinin bilgi fetişizmi yoluyla bizim idrakimiz üzerinde iktidar kurmaya kalkışmasına engel olabiliriz.

(Not: Bu yazı İktibas Dergisi'nin Eylül sayısında yayınlanmıştır.)