Şükrü HÜSEYİNOĞLU
BİR AĞAÇ GİBİ TEK BAŞINA, BİR ORMAN GİBİ KARDEŞÇE
İslam, salt fert olarak yaşanabilecek bir din değildir. Doğrudan topluma ve siyasal erke yönelik ölçüleri bir yana, tek tek fertlerin yükümlü olduğu namaz, oruç, hacc ve kurban gibi ibadetler bile ancak toplumsal bir zeminde gerçek karşılığını bulabilmektedir:
"Namazı ikâme edin, zekâtı verin. Rükû edenlerle birlikte rükû edin." (Bakara 2 / 43)
İnsanları âlemlerin Rabbi yüce Allah'ın ipine (Hablullah) topluca sarılmaya çağıran (Bkz. Âl-i İmran 3 / 103) toplumsal bir inşa programı olmakla birlikte İslam, öncelikle fertlerin "ben idraki"ni muhatap alır. İnsanlar İslam'a "Şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur. Ve yine şehadet ederim ki, Muhammed, O'nun kulu ve elçisidir." tanıklığıyla adım atarlar ve bu tanıklıkla "Allah'a dâvet eden, salih amel işleyen ve 'Ben Müslümanlardanım' diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?" (Fussilet 41 / 33) ayetinde ifadesini bulduğu üzere "Müslümanlardan" olma bilincini kuşanırlar. Fertlerin bu tanıklığı, toplumsal tanıklığın ilk aşamasını oluşturur. İmanın temel rükûnlarına tanıklıklarını ilan eden fertlerden meydana gelen mü'minler topluluğu, sosyal ve siyasal alanlarda bu tanıklığın temsilciliğini yürütür:
"İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Rasul'ün de size şahit olması için sizi vasat bir ümmet kıldık..." (Bakara 2 / 143)
İslam dâvası, tevhid bilincine ulaşmış fertlerden teşekkül eden İslam cemaatinin ortak dâvasıdır. İslam toplumu, geleneksel ve modern toplumlar gibi piramit şeklinde değil, yatay bir örgütlenmeyle teşekkül etmektedir. Bu durum İslam toplumunun kurucu öncü kadroları için de geçerlidir. İslam cemaati, liderliğin mutlak belirleyici olduğu bir örgütlenme yerine, mü'minlerin istişare zemininde kendini ifade imkânı bulduğu kolektif bilinç esaslı bir yapılanmayı ifade eder.
Kendisine "Müslümanların ilki" olmak emredilen (Bkz. Zümer 39 / 12) Allah Rasulü'nün (a. s.) öncülüğünde teşekkül eden ilk Kur'an nesli, bu şekilde teşekkül etmiş ve kolektif bilincin güzel bir örnekliğini sergilemişlerdir. Onlar, fert fert "ben idrâki"yle imanlarını ilan etmiş ve böylece "Müslümanlardan olma" bilincini kuşanarak "biz" olmayı başarmış bir topluluktu. Onların işleri aralarında danışma / şûra ile yürümekteydi. Mü'minler, Allah Rasulü'nün müridleri değil arkadaşıydılar. Toplumsal ve siyasal meselelerde, Allah Rasulü'nün öncülüğünde ortak aklın arayışına yöneliyorlar ve bu ortak akla göre hareket ediyorlardı:
"Yine onlar, Rablerinin dâvetine icabet ederler ve namazı ikame ederler. Onların işleri, aralarında danışma (şûra) iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da harcarlar." (Şûra 42 / 38)
"Allah'tan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi. Öyleyse onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve iş konusunda onlarla müşavere et. Eğer azmedersen artık Allah'a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever." (Âl-i imran 3 / 159)
İlk neslin hayatında istişarenin, ortak aklın belirlenmesi ve ortak hareket etme bilinci çerçevesinde son derece işlevsel bir işleyişe sahip olduğu bilinmektedir. Bu ortak akıl arayışının, yasak savma cinsinden, "Dostlar istişarede görsün" tarzı bir şekilselliğin ve bu şekilsellikle işleyen dar kadro ameliyesinin ötesinde, sözü olan tüm mü'minlerin dahil ve belirleyici olabildiği bir arayış olduğu görülmektedir.
Uhud harbi öncesinde gerçekleştirilen ve neticede Allah Rasulü'nün savunma savaşı yönündeki ferdî tercihi yerine, meydan savaşı fikrinin kabulüyle gerçekleşen istişare bu konuda önemli bir örnektir. İstişare neticesinde Allah Rasulü'nün onayıyla alınan ve mü'minlerin ortak tercihine dönüşen karar doğrultusunda savaşa çıkılmış ve Allah Rasulü öncülüğünde düşmanla çarpışılmıştır.
İslam bu şekilde yatay bir toplumsal örgütlenme biçimi öngörmesine ve Allah Rasulü öncülüğünde teşekkül eden ilk İslam toplumu da bu şekilde örgütlenmiş olmasına rağmen, sonraki dönemlerde kabileciliğe dayalı cahiliye kültürünün yeniden canlanmaya başlaması ve İslam coğrafyasının genişlemesi sonucu muhatap olunan muharref kültürlerin etkisiyle, bir kişi veya o kişiyle birlikte etrafındaki dar kadronun mutlak belirleyici olduğu, bu dar kadronun dışındaki insanların güdülenler olarak görüldüğü piramit usulü örgütlenme biçimleri Müslümanlar arasında da kendini göstermeye başlamıştır.
Siyasal alanda saltanat olarak kendini gösteren bu örgütlenme biçimi, ilerleyen dönemlerde toplumsal alanlarda da şeyh-mürid ilişkisine dayalı tarikat örgütlenmesi şeklinde görülmeye başlanmış ve giderek yaygınlaşmıştır. "Şeyhin yanında müridin durumu, gassalın elindeki meyyit gibidir" mantığıyla işleyen şeyh-mürid ilişkisi zamanla İslam toplumlarındaki en yaygın örgütlenme biçimi haline gelmiştir.
Allah'a dâvet eden, salih amel işleyen ve 'Ben Müslümanlardanım' diyen insanlardan müteşekkil İslam toplumu yerine, bu şekilde iradesi ve "ben idraki" yok edilmiş, müridleştirilmiş kalabalıklardan müteşekkil toplumsal yapılar hâkim duruma gelmiştir.
Bugüne geldiğimizde, İslam adına gerçekleştirilen örgütlenmelerde İslam'ın öngördüğü yatay örgütlenme biçimi yerine genellikle bu piramit usulünün esas alındığını görürüz. Genelde sanıldığının aksine, bu örgütlenme biçimi tarikat çevreleriyle sınırlı değildir. Tarikatlardaki şeyh-mürid anlayışını eleştiren çevrelerin çoğunda dahi, pratikte çok da farklı bir örgütlenme biçimi gözlemlenememektedir ne yazık ki.
Bugün Müslümanlar genellikle, bir kişi veya dar kadronun mutlak belirleyici olduğu, halkaya dahil olan diğer Müslümanlara ise, bu kişi veya dar kadronun aldığı kararların destekçiliği misyonunun yüklendiği bir örgütlenme biçimine sahiptir. Bu durum geleneksel cemaatlerde de böyledir, geleneksel olmayan yapıların çoğunda da böyledir. Mutlak belirleyici kişi veya dar kadro ne derse o olmakta, bu kişi veya kadroların düşünce veya kararları tartışılmaz addedilmekte, halkaya dahil olan çoğunluktan belirlenmesinde hiçbir etkilerinin olmadığı bu düşünce ve kararlara tâbi olmaları istenmektedir.
Bu tür bir örgütlenme biçimi, ölçüsüz değişim ve dönüşümleri de beraberinde getirmektedir. Piramidin en üstündeki bir veya birkaç kişi hangi istikamette karar kılarsa piramidin alt kısmında bulunanlar da o istikamette hareket etmekte, farklı düşünen veya bu durumu sorgulayanlar da zaten bünyenin dışına itilmektedir.
İslami yapıların, arzuladığımız İslam toplumunun nüvesini oluşturacak bir kıvama gelmeleri için öncelikle İslam'ın temel öğretilerine aykırı piramit usulü örgütlenme biçimini terk etmeleri gerekmektedir. Bizim örneğimiz, ilk Kur'an neslinin örgütlenme biçimi ve bu neslin öncülüğünde toplumsal ve siyasal yapının işleyişi olmak durumundadır. İman etme bilincine ulaşmış ve bu bilinçle "Müslümanlardan olmaya" karar vermiş insanların, bilinçlerini bilinçlerine, akıllarını akıllarına, emeklerini emeklerine katarak birlikte yol almaları gerekir.
Gerektiğinde Hz. ibrahim misâli tek başına ümmet vasfına sahip olabilecek kifayette Müslümanların, Rabbimizin Kur'an'da çokça vurguladığı "biz" idrâkiyle teşekkül ettiği yapılara ihtiyacımız var.
(Not: Bu yazı Basiret Dergisi'nin yeni sayısı için kaleme alınmıştır.)