Şükrü HÜSEYİNOĞLU

17 Eylül 2013

BİR KÖYDE İKİ MUHTAR OLMAZ

İslam, temel olarak bir egemenlik öğretisidir. O yüzden “Siyasal İslam” diye -üstelik olumsuz çağrışım için üretilmiş- bir tanım baştan yanlıştır. Kürşad Atalar’ın isabetli ifadesiyle, İslam zaten siyasal bir dindir. Temel önermeleri, redleri ve kabulleriyle hüküm, hükmetme ve egemenlik konularıyla ilgilenen ve bu konularda bütüncül sözü ve iddiası olan bir dindir İslam.

İslam’a göre insanların bireysel hayatlarında olduğu gibi, insanlar arası sosyal ve siyasal ilişkiler alanında da nihai anlamda hükmetme yetkisi, Âlemlerin Rabbi Yüce Allah’a aittir.[1] O’nun hükmünün üstüne hüküm, O’nun sözünün üstüne söz asla kabul edilemez. [2]

Yine İslam’a göre yaratan ve dolayısıyla yarattıklarına emretme, onlara istikamet belirleme yetkisini elinde bulunduran Yüce Allah’ın hükümranlığına karşı gelmek küfr olduğu gibi, bu hükümranlığı parçalamak, belli alanlara (mabedlere, vicdanlara vb)hasretmeye ve hapsetmeye kalkışmak da şirktir.[3]

Yüce Allah’ın insanlığa son çağrısı olan Kur’an-ı Kerim’in öğretisi bu esas üzerine kurulmuş bulunmaktadır. Tevhid akidesinin temeli de, bu hükümranlık/egemenlik öğretisidir. Yalnızca Âlemlerin Rabbi’nin hükmüne razı olmak, O’nun hükmünün üstünde hüküm tanımamak, hüküm ve hükümranlık alanında temel referans olarak O’nun öğreti, emir ve yasaklarına tâbi olmak…

Peygamber kıssaları, tarih boyunca insanlığın muhatap kılındığı bu temel Rabbani öğretinin müşahhaslaştırıldığı anlatımlar olarak belirmektedir. Tüm Peygamberlerin (s), ancak Yüce Allah’ın hükmüne razı olmak ve itaatin kaynağı olarak O’nu bilmek ekseninde bir hayat yaşadıkları ve eksene dayalı bir mücadele ile ibadet-siyaset bütünlüğüne dayalı bir toplumsal/siyasal yapının inşasını hedefledikleri görülmektedir.

Peygamberlerin mücadelelerinin esasını, çevreye yönelik mikro davet çabalarından ziyade, mevcut hükümranlık ilişkilerinin merkezine yönelik makro davet ve bu davete karşı gösterilen tutuma bağlı olarak sürdürülen siyasal mücadele teşkil etmektedir.[4] Bununla birlikte, çevre ve merkez hususunda Nebevi örnekliklerde bir eşzamanlılığın ve eşgüdümün söz konusu olduğunu ifade etmek gerekir.

Evet, İslam’ın temeli tevhid öğretisidir ve tevhid öğretisinin esası da hükümranlık/egemenlik meselesine dayanmaktadır. Kemal Songür’ün “Ad Kavmi ve Hud (a.s.) Kıssası” başlıklı yazısında da ifade ettiği gibi “Kıssaların öznesi olan nebilerin ve onlara itiraz eden inkarcıların mücadelesinin temel noktası, yeryüzünde hayatı-hayat tarzını, hayatın işleyişini (bireysel-toplumsal-siyasal) Allah mı? İnsan mı? bilecek-belirleyecek-önerecek-emredecek, bütün mesele bu sorudan ya da kabulden kaynaklıdır.”

Daha önce “Rasulullah Nçin Habeşistan’a Hicret Etmedi?” başlıklı makalede ifade etmeye çalıştığım gibi, Hz. Peygamber’in (s) mücadele sürecini ele aldığımızda tüm yapıp edilenlerin hükümranlık iddiasıyla bağlantılı olduğunu görürüz. Şayet Hz. Peygamber hükümranlık iddiası yerine “haklar ve özgürlükler” talebiyle sınırlı bir iddia ve mücadele içinde olsaydı Habeşistan’a hicret eder ve mesele de biterdi. Hatta Mekke’deki mevcut egemenlik kavrayışı ve ilişkilerinin inkılabı ve yerine Yüce Allah’ın hükümlerine dayalı tevhidi hükümranlık iddiasında vazgeçip, cahiliyenin hakim olduğu bir ortamda farklı bir renk olarak var olabilme mücadelesiyle sınırlı kalsaydı, muhtemeldir ki hicretlere de gerek kalmayacaktı. Zira Mekke’de bu şekilde var olabilmenin ve hayatiyetini sürdürebilmenin araçları vardı. Eman ve kabile asabiyesi gibi…

Bir önceki yazıda vurgulamaya çalıştığımız gibi Allah Rasulü’nün (s) Yesrib (Medine) hicreti zaten baştan sona hükümranlık iddiası ve inşasının açık bir belgesi durumundadır. Hicret sonrası ilk olarak müşrik kabilelerle, ardından Bedir Savaşı sonrası Yahudi kabilelerle imzalanan Medine Vesikası’nın içeriği de, İslam’ın egemenliği altında birlikte yaşamanın belgesidir.     

Bugün Türkiye’de ve Mısır, Tunus gibi İslam coğrafyasının çeşitli bölgelerinde, ister demokrasiyi “ödünç bir kavram” olarak görüp onu araçsallaştırma maksadıyla, isterse ideolojik olarak da içselleştirme şeklinde olsun, kendisini İslam’a nisbet eden çevrelerde yaşanan “demokratikleşme” sapmasının temelinde, yukarıda anlatmaya çalıştığımız ve geçmişte olduğu gibi bundan sonra da asla orta bir noktası bulunamayacak olan, uzaklaştırılması imkan dahilinde olmayan hükümranlık konusundaki o temel ihtilafı yeterince kavrayamamak ve mücadeleyi bu temel ayrışma noktası yerine “haklar, özgürlükler” ekseninde konumlandırma yanlışı yatmaktadır.

Böyle olunca, cahili sistemler karşısında, o temel ayrışma hususunda, yani hükümranlık/egemenlik konusunda asla uzlaşma kabul etmez bir akidevi netlikle durması, bu duruşu hiçbir konjonktürel, sistem-içi gelişme ve değişme ile bozmaması gereken Müslümanlardan bir kısmı, atık cahili sistemlerle ilişkilerini ve onlar karşısındaki duruşlarını “haklar ve özgürlükler” konusunda elde ettikleri veya edecekleri neticelere göre belirlemeye başlamaktadırlar.

Cahili sistemler karşısındaki akidevi duruşunu bu şekilde yitirenler, giderek sistem-içi iktidar mücadelelerin bir parçası haline gelmekte, önceleri ödünç aldıklarını söyledikleri demokrasi gibi bâtıl mefhumları, Allah Rasulü’nün (s) ticaret panayırlarında davet çalışması yürütmesine kıyaslayıp içselleştirmeye kadar vardırmaktadırlar savrulmayı.

Cahiliye karşısındaki akidevi duruşlarını yitirdikleri için doğruyu ve yanlışı hep verili olanlarla sınırlı bir kavrayışla değerlendiren bu yaklaşım sahiplerinin, despotizm öcüsünü öne sürerek Müslümanlara demokrasi pazarlamaya çalışması artık şaşırtıcı da olmuyor! Ufuklarını “despotizmdense demokrasi” sığlığıyla daraltmış olan ve bu ufuksuzlukla Müslümanların da ufkunu daraltmaya aracılık edenlerin durumu, odadan çıkmak için pencereye yönelen, orada cam engeliyle karşılaştığı halde kafasını ona çarpıp duran sineklerin durumuna benzemektedir maalesef.

Onca “demokratik darbe” tecrübesine rağmen halen de bu bâtıl kapıdan medet ummanın anlamı ne olabilir? En son Mısır’da yaşanan darbenin, demokrasinin bizatihi gereği olduğunu ve bunun için de demokratik güçlerce desteklendiğini anlayamayacak kadar demokrasinin ne idüğünden bihaber ise bu yaklaşım sahipleri, o zaman Müslümanlara öncülük etme iddiasından feragat etmeleri elzemdir. Bir kimse bu konularda söz söyleyecekse, öncelikle demokrasi ile darbenin ideolojik kardeşliğini kavramak durumundadır.

Evet, bu böyledir. Demokrasi de, darbe de yeryüzünde Allah’ın hükümleri yerine insan hevasının hakim kılınmasın araçlarıdır. Teknik anlamda birbirlerine aykırı gibi görünseler de, akide ve amaç da ortaktırlar. Mısır’daki darbenin Batılı güçlerce “demokratik inşa süreci” olarak tanımlanması bu sebepledir. Bu gerçeklerden bihaber olarak kendilerince demokrasi tanımları ve güzellemeleri yapanlar, sadece kendilerini ve kanaatlerinin oluşumunda etki sahibi oldukları çevrelerini yanıltmaktadırlar. Demokrasiyi, egemenlik iddiasından soyutlanmış nötr bir yönetim tekniği olarak algılamak son derece yanlıştır ve bu yanlış algı sebebiyle bugün Müslümanlar arasında demokratik söylem ve yönelimlerin yaygınlaştığını gözlemlemekteyiz. Başlarda ödünç bir kavram olarak kullanılmaya başlanan demokrasi ve ona dayalı söylem ve yönelimler, demokrasinin belirleyici ve dönüştürücü ideolojik formu sebebiyle yerleştikleri dil ve zihinlerde giderek bir perspektif ve hedef halini almaktadır.[5]

Birçok Müslüman çevrenin son yıllarda cahili sistemler karşısındaki akidevi duruşlarını terk ederek mücadelelerinin eksenini cahiliye bünyesindeki “haklar ve özgürlükler” talebine oturtmaları bu yanlış algı ve yaklaşımların neticesidir. Bu savrulma öyle bir noktaya gelmiştir ki, artık tağut kavramı bile bu yeni konum alışa göre yorumlanmakta ve tağutun, siyasal karşılığı olarak İslam dışı yönetimleri değil despot yönetimleri ifade ettiği iddia edilebilmektedir.[6]

Tevhid akidesinin asli rüknü hükümranlık iddiasıdır ve bu iddia asla pazarlık konusu edilebilecek, ortası bulunabilecek, başka bir hükümranlık iddiasıyla uzlaştırılabilecek bir iddia değildir. Cahili sistemler bünyesinde “haklar ve özgürlükler” konusunda tabii ki Müslümanların itirazları, talepleri ve bu itiraz ve talepler çerçevesinde mücadeleleri olacaktır. Ancak mesele, bugün bu itiraz ve taleplerin mücadelenin ana ekseni haline getirilmekte olması ve bu itiraz ve talepler konusunda alınan kimi olumlu cevaplar veya elde edilen neticelerin, cahili sistem karşısındaki -cahili sistem var oldukça asla bozulmaması gereken- akidevi duruşun terk edilmesine dayanak kılınmasıdır.

İki ayrı hükümranlık iddiasını ifade eden İslam ve cahiliyenin uzlaşmazlığını, Seyyid Kutub ne güzel ifade ediyordu:

“İslam ile cahiliyenin yolun ortasında, daha doğrusu herhangi bir yolda buluşmaları mümkün değildir. Bu durum İslam ile her zaman ve her çağdaki cahiliye sistemleri arasında her zaman geçerli olan bir kuraldır. Bu kural dünkü cahiliye için olduğu gibi, bu günkü cahiliye içinde, yarınki cahiliye için de geçerlidir. İslam ile cahiliye arasındaki uçurum aşılmaz niteliktedir. İkisini bir noktada buluşturmak için bu uçurumun üzerine bir köprü kurmak imkansızdır. Bir şeyi paylaşmaları, iletişim kurmaları mümkün değildir. Aralarında sürekli bir çatışma vardır ve sonuçta uyuşmaları söz konusu değildir.”[7]

Müslümanların bugün ihtiyacı olan bakış açısı, İslam ve cahiliye arasındaki bu uzlaşmazlık gerçeğini hatırdan çıkarmamak ve Yüce Allah’ın hükümranlığını tanımayan demokratik kültür bünyesinde var olabilmek iddiasızlığını aşan bir iddiayla, son sözün İslam’a ait olduğu, insanları İslam’ın egemenliği altında barış ve huzur içinde yaşatma vasatını oluşturmanın mücadelesine yönelmektir.


[1]Bkz.:A’râf, 7/54

[2]Bkz.: Mâide, 7/44,45,47; Maide, 5/50, Kalem, 68/36-41

[3]Bkz.: Şûrâ, 42/21

[4]Bkz.: Kasas, 28/18

[5] Batının bâtıl kavram ve değer yargılarının çeşitli şekillerde ambalajlanarak Türkiyeli Müslümanlara pazarlanması konusunda kendisi de ciddi vebal sahibi olan Ali Bulaç’ın, 13 Temmuz 2013 günü Zaman’da yayınlanan “Chomsky’nin Kehaneti” başlıklı yazısındaki şu cümleler, bu konuda ibretlik olsa gerektir: Batı’nın bir algıyı nasıl inşa ettiğini iyi anlamakta fayda var. Bu konuda sponsorluklarını üstlendiği sivil toplum kuruluşları, insan hakları dernekleri, feminist örgütler, kadın hareketleri, araştırma merkezleri, stratejik düşünce kuruluşları önemli rol oynar. Her şey masum gibi görünür, faaliyetler o ülkenin yararına sunulur. Bir Filistinli durumu şöyle özetler: “Uzun yıllar beraber çalıştığımız Batılı STK’lardan kuşku duymadık, bizden somut bir talepte bulunmadılar; ne var ki bir süre sonra zihin haritamızın onların çizdiği gibi şekillenmeye başladığını fark ettik. Bunun farkına varan da çok az sayıda kişi olur.”

[7] Prof. Seyyid Kutub, Fizilal'il Kur'an, Kalem Sûresi tefsirinden…