Şükrü HÜSEYİNOĞLU

28 Nisan 2013

BİR MUHASEBE DENEMESİ VE İSTİKAMET HATIRLATMASI

Öncelikle 28 Şubat’ın ve Müslümanların 28 Şubat konusunda verdikleri imtihanın bir değerlendirilmesini yapmak gerekir diye düşünüyorum. Hemen her Peygamberin bir 28 Şubat’ı, hatta 28 Şubatları olmuştur. Bilindiği gibi Kur’an bunu kıssalarıyla bizlere anlatmaktadır. Ve hiçbir Peygamber, maruz kaldığı "28 Şubatlar" karşısında duruşundan, iddiasından, perspektifinden asla bir adım bile geri adım atmamıştır, aksine duruşunu, söylemini, mücadelesini daha da kavileştirmiştir, daha da ileri boyutlara taşımıştır. Tevhidi duruşunu, Allah’tan başka hükümran, egemen bulunmadığını, bulunamayacağını, insanlara yol, yöntem, yol haritası belirleme hakkının ancak Âlemlerin Rabbi’nde olduğu akidesini daha da gür ifade etmişlerdir, mücadelelerini daha da kavileştirmişlerdir. Bir anlamda kendileri ve beraberindekilerle daha da bilenmişlerdir ve bâtılla, münkerle, küfürle, tuğyanla daha da derin hesaplaşmaya girişmişlerdir.

Fakat Türkiye’de yaşadığımız 28 Şubat sürecinin ne yazık ki Müslümanları dönüştüren, Müslümanları iddialarından şu ya da bu ölçüde vazgeçiren, farklı arayışlara, farklı ideolojik formlara yönelmeye sevk eden bir etkisi olduğunu düşünüyorum. En azından böyle bir gözlem yapabileceğimizi düşünüyorum.  Bunda da İslami ilkelerde, İslami değerlerde sebatkar olmamanın, belki 28 Şubat öncesinde Kur’an’ı, İslam’ı yeterince özümseyememiş olmanın etkisi olduğunu düşünüyorum.

28 Şubat’a dair farklı açılardan farklı yorumlar yapmak mümkün, fakat içe bakış anlamında ben 28 Şubat’a Maide Suresi 105. ayetten bakılması gerektiğini düşünüyorum, kendi muhasebemizi doğru yapma anlamında. Bilindiği gibi Maide Suresi 105. ayette Rabbimiz “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolsa olduğunuz müddetçe sapan kimse size zarar veremez” buyurmaktadır.

Yani bizler 28 Şubatları ve daha da ağırlarını yaşayabilir veya bugün olduğu gibi ılımlı İslam politikaları bağlamında içeriden kuşatılma çabalarına da maruz kalabiliriz. Kısacası rüzgarlar sert de esebilir, ılıman da esebilir. Bunlar bizim çizgimizde milim dahi olsa sapmalara sebep oluyorsa, sorunun kaynağını kendimizde aramamız gerekir.

Bu anlamda Müslümanların 28 Şubat’la birlikte ne yazık ki perspektiflerinde ve hareket stratejilerinde ciddi değişimler olduğunu düşünüyorum. 28 Şubat sonrası birçok İslami çevre, bâtıla, münkere, tuğyana karşı temel İslami duruş ve mücadele perspektiflerini ya terk ederek ya da geri plana atarak, kişisel gelişim, aile eğitim seminerleri, insani yardım faaliyetleri gibi alanlara yoğunlaştı, hatta bu alanları hareketlerinin ana ekseni haline getirdi.

Tabi bu ciddi bir sapmaydı. Çünkü İslami duruştan, İslami mücadeleden bağımsızlaşan, makro İslami mücadeleden, yani bâtılın, münkerin, tuğyanın ortadan kaldırılması, bâtılın yeryüzündeki hakimiyetini ve sömürü çarklarının ortadan kaldırılması hedefini ıskalayan bir mücadele, bu şekilde dar alanlardaki mikro iyileştirme çabalarıyla ifsad ve sömürü çarklarına etki edemez, bir karşı koyuş niteliği kazanamaz. Sömürü çarkları işlemeye devam ederken, bu çarkları inkılaba uğratma mücadelesini ihmal eden, bu temel mücadeleden bağımsızlaşan insani yardım çalışmalarına yoğunlaşmak, ancak kapitalizmin vicdanı olmak anlamına gelir.

28 Şubat sonrasında İslami duruşunu ve iddialarını sürdüren çevreler tabii ki oldu, ancak genel olarak anlatmaya çalıştığımız türden bir kırılma, bir makas değişimi yaşandı. Ki bu büyük bir yanılsamaydı. Çünkü İslami mücadeleden bağımsızlaşan bu tür çabalar, neticede mevcut işleyişin bir parçası olmayı da beraberinde getiriyordu ve getirdi maalesef. Giderek de Müslümanların gerek Türkiye’deki sisteme, gerekse onun üzerinden kürsel sisteme zihnen entegre olma süreci yaşandı.

İslami mücadele içerisinde tabii ki farklı sorumluluk alanları ve farklı boyutlar vardır. Aileyle ilgili çalışmalar da İslami mücadelenin içerisindedir, insani yardım çabaları da bunun içerisindedir, sendikal alandaki mücadeleler de bu alanın içersinde olabilir. Fakat tüm bunlar İslami mücadelenin ana ekseni çerçevesinde, onun alt kolları olduklarında anlamlı ve İslami olabilirler. O ana eksen de, tevhid davasıdır, tevhidi duruştur. Bu da şudur: Yeryüzünde Allah’tan başka, Âlemlerin Rabbi’nden başka hükümran kabul etmemek, Allah’ın ölçülerini, sınırlarını tanımayan her türlü ideolojiyi, sistemi, çözüm önerisini kesin olarak reddetmek, çözümün ancak Allah’ın dininde, Allah’ın biz insanlar için belirlediği nizamda olduğunu kabul etmektir.  Ve bu tevhidi duruşta, Allah’ın dininden başka din aramama, Allah’ın bize öğretmiş olduğu hayat nizamından başka çözüm arayışına yönelmeme konusundaki temel kabulde sebatkar olmaktır.

İşte İslami mücadelenin ana ekseni budur ve bu eksenden asla geri adım atılmaması gerekir. Diğer tüm sosyal ve siyasal mücadele alanları, bu eksen çerçevesinde anlamlı ve İslami olabilir.

Despotizmle mücadele (Ki bugün çeşitli çevrelerin İslami mücadelenin ana ekseni haline getirdiği bir alan olmuştur despotizmle mücadele alanı. Öyle ki tağut kavramı bile Kur’ani bağlamından koparılarak “despot” karşılığına indirgenmek istenmektedir bu çevreler tarafından) veya sendikal mücadele yahut bir başka alan… Bütün bunlar ancak bu tevhidi eksen içeririnde anlamlı olabilir. Aksi halde bu alanlardaki çabalar İslami duruştan giderek bağımsızlaşır, hatta az önce de ifade etmeye çalıştığım gibi mevcut işleyişlerin bir parçası haline gelmeye başlar. İşte bugün bu tür kırılmalar ve sapmalara tanık olmaktayız.  

Mesela bugün küresel sistem de despotizme çok sıcak bakmıyor, daha yumuşak geçişler, daha demokratik süreçlerle kendi ekonomik ve ideolojik hegemonyasını sürdürebileceğini öngörüyor. Dolayısıyla sizin despotizme karşı mücadeleniz tevhidi mücadele ekseninden bağımsızlaştıkça, siz küresel sistemin ekseni içerisinde hareket etmeye başlıyorsunuz. Dolayısıyla bizim tüm alanlardaki mücadelemiz, tevhidi perspektif temel ekseni çerçevesinde, onun bir parçası olmak durumundadır. İşte 28 Şubat süreci ve onun devamı olarak bugün yaşanan kırılma ve savrulmalar, bu eksen kaymasının sonucudur.

Bunun yanı sıra diğer önemli bir konu da, Müslümanların hiçbir zaman ve hiçbir gerekçeyle farklı ideolojik formlara yönelmemeleri gereğidir. Çünkü ideolojik formlar nötr değildir. Renk vericidir, dönüştürücüdür. Hangi beklentiyle onlara yönelinirse yönelinsin, onları araçsallaştırmak gibi bir gaye bile güdülmüş olsa, bu ideolojik formların dönüştürücü etkisini ortadan kaldırmayacaktır. Müslümanlar her şart ve durumda ancak Allah’ın boyasıyla boyanmayı hedeflemelidirler. Bizler liberalizm, kapitalizm, sosyalizm ya da bir başka ideolojinin kavramlarını kullanmaya başladığımızda, bu kavramlar dilimize ve giderek zihnimize yön vermeye başlayacaktır. Zaten 28 Şubat sonrası yaşanan büyük kırılma ve savrulmaların önemli sebeplerinden biri de, despotizme karşı liberalizm ve demokrasinin, kapitalist sömürü politikalarına karşı da sosyalizmin ideolojik formlarına sığınılmasıydı.

Bizler her şart altında temel İslami iddialarımızda ve İslam’ın dilinde ısrarlı olmak durumundayız. Ancak bu durumda despotizmle mücadelemiz, ekonomik sömürü politikalarına karşı mücadelemiz, toplumun ve aile gibi temel toplum birimlerinin ifsadına karşı mücadelemiz de anlamlı ve işlevsel olacaktır. 

Bir başka husus olarak şunu ifade edebilirim ki, 28 Şubat sonrası genel olarak Müslümanlar daha defansif bir konuma çekildiler. Mevcut sistem içinde inançlarını yaşayabilecekleri alanlar talep eden, inançlarına hayat hakkı istemekle yetinen bir edilgenliğe yöneldiler. Oysa İslam, bâtıl bir dünya görüşü ve işleyiş bünyesinde kendisine hayat hakkı talep eden sığınmacı bir dünya görüşü asla değildir. İslam bâtılla hesaplaşmak ve onun beynini paramparça etmek üzere, hakkın yegane temsilcisi olmak üzere insanlığa bildirilmiş kurucu bir akide, kuşatıcı bir hayat nizamıdır.

Dolayısıyla bâtılla, münkerle barışık olarak bir arada yaşamayı asla kabullenmez, defansif bir edilgenliği asla temsil etmez. O yüzden Peygamberleri biz defansif bir konumda değil, her şart ve ortamda bâtılla ve münkerle hesaplaşan ve hakkı hakim kılma mücadelesi veren ofansif bir konumda görmekteyiz. İşte 28 Şubat’la birlikte Türkiyeli Müslümanlar bu perspektifi büyük ölçüde kaybetmiş, defansif bir yaklaşımla bâtılın bünyesinde kendilerine alanlar talep etme edilgenliğine savrulmuşlardır. Tabii ki bu “bâtılı zail, hakkı ikame etmek” temel perspektiifnden geri çekilip, çelik çomak oynamakla meşgul olmaktan başka bir şey değildi.

İslam bu tür bir edilgenliği kesinlikle reddeder. Çünkü İslam hakkın yegane temsilcisidir ve yeryüzünde fitneyi ortadan kaldırma gibi bir iddiaya sahiptir. İslam kurucu bir akide, kurucu bir paradigmadır. Biz bâtılı, münkeri yok etmekle mükellefiz. Bâtılla ve münkerle barış içinde yan yana yaşamak asla İslam’ın akidesine uygun düşmez. İslami mücadele kesinlikle ofansif bir mücadeledir. Bâtılın üzerine yürür, bâtıl kendisine uzlaşma, birbirini meşru kabul ederek bir arada bulunma teklif etse de İslam buna yanaşmaz ve yegane hakikat olma iddiasından asla vazgeçmez. “Yeryüzü Âlemlerin Rabbi’nindir ve burada O’nun dediği olacaktır. Yaratmak da emretmek de O’na aittir” der ve buradan milim geri adım atmaz.

28 Şubat süreci sonrası ihmal edildiğini düşündüğüm bir başka boyut da, topluma yönelik yaygın ve sistematik davet çalışmalarıdır. Bunun sebebinin de, iktidarı elde etmeye odaklı, bir anlamda ihtilalci diyebileceğimiz mücadele anlayışları olduğunu düşünüyorum. Oysa İslami mücadelede siyasal boyutla toplumsal boyut arasında paralellik olmalıdır. Bâtıl siyasal otoritelere karşı siyasal mücadele ile toplumların Kur’an mesajıyla buluşturulması mücadelesi eşzamanlı ve eşgüdümlü olmalıdır. Toplumsal davet hiçbir zaman ve hiçbir şekilde ihmal edilmemelidir. İslami mücadelenin esasının davet olduğu unutulmamalıdır. İktidara odaklanan bakış açılarının, davet sorumluluğunu ihmal ettiğini düşünüyorum.

Netice olarak bizlerin yeniden tevhidi iddialarımıza sahip çıkmamız gerektiğini, bâtılı ortadan kaldırma, münkerle asla uzlaşmama perspektifimizi görünür kılmamız gerektiğini düşünüyorum. İslami mücadelemizde omuzlarımızda hissettiğimiz sosyal ve siyasal pratiklerimizin de, farklı ideolojik formlarda değil, İslam’ın kendi özgün formu içersinde biçimlendirilip dile getirilmesi gerektiğini düşünüyorum. İslam’ı bugünün toplumlarına, farklı ideolojik formlarla kirletilmemiş, kendi özgünlüğüyle duyurmakla mükellef olduğumuzu ifade etmek istiyorum. Bu davetimizi de salt düşünsel ve teorik bir çerçevenin ötesinde, gerçek anlamda bir toplumsal/siyasal mücadele pratiği içerisinde omuzlamamız gerektiğini düşünüyorum.

Tevhidi bilinç, tevhidi mücadele denilip sosyal ve siyasal alanların ihmal edilmesinin de, buna karşılık sosyal ve siyasal alanda çözümler üretmek adına tevhidi eksenden uzaklaşılıp farklı ideolojik formlara yönelmenin de yanlış olduğunu düşünüyorum.

(Not: Bu yazı, yazarın ÖYB’nin “28 Şubat” panelinde yaptığı konuşmanın metnidir.)