Nihat GÜÇ
BİR "MÜSLÜMAN" NİÇİN NAMAZ KILMAZ
Nerede ve ne zaman hangi işe başlarsak başlayalım: "Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla." deriz. Bu bizim olmazsa olmazımız, farkımız ve ayrıcalığımızdır.
Bize acıyan merhamet eden ve yol gösteren O. Kuşkusuz her türlü hamd, sena, övgü, methiye ve kıvanç alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. Bizi kafirlerden, müşriklerden ve münafıklardan ayıran bir başka özelliğimiz de bu. O halde inançsızlardan farkımızı fark ettirebilmek, Rabbimize karşı hamd ve senaları arttırmakla, ibadetleri çoğaltmakla mümkündür. Her konuda olduğu gibi bu konuda da Yüce Allah bize yol göstermek babından:
"Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et." (Hicr/99) Süresi belirlenmiş ve itiraz istenmeyen bir görev.
"Biz, seni ancak bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik." (Furkan/56) denilerek işaret edilen son elçi Hz. Muhammed (s.a.v.)'e salat ve selam olsun.
O "Kutlu Elçi" cennetin varlığından haberdar etmekle kalmadı, “Benimle ümmetimin durumu, ateş yakıp da ateşine cırcır böcekleri ve kelebekler düşmeye başlayınca, onlara engel olmaya çalışan adamın durumuna benzer. Ben sizi ateşten korumak için kuşaklarınızdan tutuyorum, siz ise benim elimden kurtulmaya, ateşe girmeye çalışıyorsunuz.” (Buhari, Rikak 26; Müslim, Fezail 17; Tirmizi, Edeb 82) sözleriyle bizi bekleyen bir cehennem ile korkuttu. Dünyanın bir piknikten ibaret olmadığını vurguladı.
O'nun ümmeti olmakla övünen bizler cenneti mucip kılan ibadetlere sarılmamız, cehenneme sevk ve idare eden söz, fiil ve düşüncelerden de uzaklaşmamız gerekiyordu.
Ancak bir sorun vardı ortada. Ya biz farkında değildik işin vahametinin ve ağırlığının ya da çok basit, cılız ve sıradan görüyorduk meseleyi.
"Babanız İbrahim’in dinine uyun. Allah, sizi hem daha önce, hem de bu Kur'an'da Müslüman diye isimlendirdi ki, Peygamber size şahit (ve örnek) olsun, siz de insanlara şahit (ve örnek) olasınız." (Hac/78) diyerek bizi Müslümanlardan kıldı.
Evet! Adımız Müslümandı. Müslüman bir beldede ve Müslüman bir ailenin, Müslüman bir ebeveynin bilmem kaçıncı evladı olarak gözlerimizi açmıştık hayata. Önümüzdeki süreçte iki yoldan biri bekliyordu bizi. Çünkü bizler: "O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır." (Mülk/2) denilerek sınanacaktık.
Bu durumun varlığından haberdardık lakin odaklanamıyorduk bir türlü.
"Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir." (A'raf/179) ayetin tilavet ediyorduk dil ucuyla. Bu ayeti her okuduğumuzda başkalarına hamlederek kendimizi sıyırıyorduk ilahi emirlerden. Garantiydi yerimiz, Cenneti garantileyince gururumuz ve kibrimiz tavan yaptı.
Bu ayetler: "Adı Müslüman olan, Müslüman bir beldede ve Müslüman bir ebeveynin evladı olarak dünyaya teşrif buyurmuş bir insan ile ilgili ve alakalı değildir." diyerek avutuyorduk kendimizi, okşuyorduk benliğimizi.
Sorunla yüzleşmek zor geliyordu nefsimize, kişiliğimize. Bu yolculuğun sonunda ya cennet olacaktı ya da cehennem.
Büyük bir sorundu bu.
Hepimiz bilaistisna cenneti talep ediyorduk. Değil cenneti talep etmek, cennetin en yüksek mevkilerinde zevk-u sefanın dibini sıyırıyorduk. Kafesten azade edilmiş kuşlar misali emirlere isyan, yasaklara tevessül ederek ayağımızı yere değdirmeden uçuyorduk havalarda. Ancak kanatlarımızın budanmış olduğundan habersizdik. Ancak Müslüman ismini taşımakla cennet biletini cebimizde taşıdığımıza inanıyorduk.
Aldatılıyor muyduk yoksa?
Halbuki Yüce Allah: "Ey insanlar! Şüphesiz Allah’ın vaadi gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. Sakın çok aldatıcı (şeytan), Allah hakkında sizi aldatmasın." (Fatır/5) ayetinden bihaber bir şekilde tuzağa çekilmek istenen, kuşun serpilmiş buğday habbeleriyle oyalanırken adım adım tuzağın ipinin çekilmek üzere hazırlandığından gafil bir vaziyette eğlencemize ve zevk-u sefamıza devam ediyorduk.
Şeytan'a ve kurulan tuzaklara inat Müslüman olduğumuzu düşünmek ve yapmamız gereken görevlerimizin olduğuna inanmak gerekiyordu.
Bu inançla yola çıktık.
Hayat rehberimiz olan kitaba odaklandığımız vakit, imandan sonra istenen yegane ibadetin "Namaz" olduğuna şahit olduk. Yüzlerce ayette bu emir tekrarlanmıştı hiç bir emrin tekrar edilmediği kadar.
Gözlerimize inanamadık.
"Bir emrin bu kadar tekrar edilmesi boşuna değildir." dedik yürekten. İmanımızı tazeledik, ibadetlerimize sarıldık dört elle.
Namaz ibadetinin bu kadar tekrar edilişinin sebeb-i hikmetini araştırmaya başladık. Ve:
"Bir Müslüman "NİÇİN NAMAZ" kılmaz?" sorusuyla başladık işe. Çünkü hem cenneti isteyen insanlardık hem de ilahi bir emir olan namazı kılmayarak isyan ediyorduk. Çelişkiler yumağına saplanmıştık.
Karşımıza:
"Ailene namazı emret ve kendin de ona devam et. Senden rızık istemiyoruz. Sana da biz rızık veriyoruz. Güzel sonuç, Allah’a karşı gelmekten sakınanındır." (Ta'ha/132) ayeti çıkıyordu. Afalladık kısa bir süre, sendeledik ve sarsıldık yerimizde. Ailemizle yüzleşme vaktinin geldiğine şahit olduk. Ancak aynı odada toplanamamanın ıstırabını yaşadık yüreğimizde. Dağılmıştı aile. Ama ailemizle yüzleşmeden ve şahitlik yapmadan önce bizzat namaz kılmamız gerektiğine şahit olduk.
Kendimize baktık. Durumumuzu değerlendirdik. Teraziyle tarttık, metreyle ölçtük, mihenk taşına vurduk fiillerimizi, düşüncelerimizi, bakış açımızı. Yaptıklarımıza odaklandık uzun süre.
Davranışlarımızı "İlahi Kelam" ışığında değerlendirelim derken bu sefer karşımıza:
"Sonra bunların ardından öyle bir nesil geldi ki, namazı terk ettiler, heva ve heveslerine uydular; onlar bu taşkınlıklarının karşılığını mutlaka göreceklerdir. (Cehennemdeki "Gayya" vadisini boylayacaklardır.)" (Meryem/59) ayetiyle sarsıldık, silkelendik, ipe serilen elbiseye döndük.
Bu ilahi emirlere rağmen "Ben Müslüman'ım" dediği halde namaz kılmayan insanlar duruyordu karşımızda.
Bu türden bir ibadetsizliğin ve isyanın heva ve hevesimize uyup uymadığımızı dini bir bakış açısıyla değerlendirmek gerekiyordu. İşte o zaman Yüce Allah: "Heva ve heveslerine uydular." ilahi fermanını boşuna serdetmediğine şahit olduk.
Bu durumun sebebi-i hikmetini öğrenmek isterken karşıma:
"Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilah edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın?" (Furkan/43) fermanıyla bulunduğumuz yere çakıldık adeta. Tepeden tırnağa kaynar sular boşandı üstümüze. Şok üstüne şok yaşadık, depremlerle sarsıldık.
Yoksa, evet yoksa ilahlık mı taslıyorduk İlahi emirlere karşı diklenmekle?
Bizler ifa edilmesi gereken bir ibadeti, ilahi bir emri "Sıradan bir kusur, bir hata" olarak görürken meğer ilahlaşma pozisyonuyla karşı karşıya kaldığımızın farkına varıyorduk her şeyi tüm kusurlarıyla beraber gösteren aynanın karşısına geçmekle.
Yanlış mı düşünüyorum?
Yoksa yanlış mı okuyorum?