28-07-2008 10:00

Bir propaganda aleti olarak sinema

Sinemanın propagandaya elverişli bir alete indirgenebileceğini ilk keşfedenler Sovyet Devrimi’nin mimarlarıdır. Bu keşiflerine öylesine dört elle sarılırlar ki dünyanın ilk sinema okulu SSCB’de kurulur ve propaganda amaçlı filmler Rusça’da ajitasyon ve sinema sözcüklerinin karışımı olan agitki kelimesiyle adlandırılır. Her ne kadar sinema eliyle rejim propagandası yapmaya SSCB devleti öncü olsa da bu işin zirvesini neredeyse cezaevlerinin bile özel sektör elinde olduğu ABD Holywood’daki fabrika stüdyoları aracılığıyla yakalar.

Bir propaganda aleti olarak sinema

Siyasal sinema. Yani siyasal mesajların aktarılması yoluyla seyircinin maniple edilmesini sağlamak için sinemanın bir araç olarak kullanılabileceğini kabul eden sinema anlayışı. Peki, sinema hem bir araç bir alet konumundayken hem de sanat olma vasfını sürdürebilir mi? Tıpkı tarihî roman ya da reklâm müziği örneklerinde olduğu gibi sanatın her türlüsü piyasa ya da devlet zoruyla başına eklenen sıfatlarla ciddi bir biçimde sanat olma vasfını kaybeder. Çünkü sanat yapısı gereği ne kuma olmayı ne de işe yarar bir alet olmayı kabul edebilir.   

Sinemanın propagandaya elverişli bir alete indirgenebileceğini ilk keşfedenler Sovyet Devrimi’nin mimarlarıdır. Bu keşiflerine öylesine dört elle sarılırlar ki dünyanın ilk sinema okulu SSCB’de kurulur ve propaganda amaçlı filmler Rusça’da ajitasyon ve sinema sözcüklerinin karışımı olan agitki kelimesiyle adlandırılır. Her ne kadar sinema eliyle rejim propagandası yapmaya SSCB devleti öncü olsa da bu işin zirvesini neredeyse cezaevlerinin bile özel sektör elinde olduğu ABD  Holywood’daki fabrika stüdyoları aracılığıyla yakalar. Bir yandan Amerikan Hayat Tarzı’nın propagandası  yapılırken bir yandan da ABD’nin kıtalararası saldırıları beyazperde üstünde aklanır ve Amerikan ordusunun ihtiyaç duyduğu askerî kadrolar, Amerikalılar’ın gönüllü olmaları için sinema aracılığıyla ikna edilmesiyle doldurulur. İkinci Dünya Savaşı’nda Sam Amca halkına sinema aracılığıyla "Sana ihtiyacım var" der ve daha sonraki yıllarda başrolünü Tom Cruise’un oynadığı "Top Gun" ya da Stallone’yle özdeşleşen Rambo seriyali büyük ölçüde benzer amaçlar taşıyan bir imaj çalışmasının ürünüdür. Sahi bir dönem çok popüler olan  "Anneme Reklamcı Olduğumu Söylemeyin O Beni Genelevde Piyanist Sanıyor" isimli kitabın yazarı Seguela’nın bir başka kitabının adı da : " Holywood Daha Beyaz Yıkar"dı değil mi?

Cepheden cepheye  Holywood

Amerikan ordusu,  Holywood’un en büyük konu kaynaklarından biri olmayı hep korudu. İkinci Dünya Savaşı’nda en az silah fabrikaları kadar seri üretime geçen Holywood, Vietnam Savaşı için 1968’de çekilen John Wayne’nin yönetmenliğini ve başrolünü üstlendiği Yeşil Bereliler adlı film sayılmazsa 5 yıl kadar beklemeyi ve orduya ters düşmeden konuyu işleyebileceği zamanı beklemeyi tercih eder. Tam anlamıyla bir hamaset filmi olan "Yeşil Bereliler"den 5-6 yıl sonra eve dönen askerlerin hayatını anlatan ilk filmler çekilmeye başlanır.

Üç milyona yakın gencin Vietnam’a gittiği ve bunun 60 bininin öldüğü, geriye dönenlerin yaşadığı ekonomik, sosyal ve psikolojik sorunlar karşısında geleneksel Amerikan değerleri tam bir bozgun havası yaşar.  Holywood başlangıçta yenilgiyi kabullenmez ve görmezden gelir. Barışa adapte olamayan eski askerlere odaklar kendini. Yenilgiyi anlatan ilk filmlerden Ted Post’un "Git Spartalılar’a Anlat" (1978) tam anlamıyla görmezden gelinir. 1979’da Kıyamet adlı filmde ise ABD’yi aklamak için yönetmen Coppola seferber olur.

İkinci Dünya Savaşı üstünden 50-60 yıl geçmesine rağmen yeni filmlere konu olmayı sürdürürken Vietnam da ondan aşağı kalmaz. Sonuçta Amerikan ordusunun gittiği her yere  Holywood’da uğramadan edemez ve Somali, Irak gibi savaşlar henüz sıcaklığını yitirmeden beyazperdeye aktarılır.  Holywood ABD konjonktüründen en çok etkilenen sektördür. Rambo serisinin Reagan sağcılığından etkilenmesi gibi "Kara Şahin Düştü", "Vur Emri" ya da "Bir Zamanlar Askerdik" Bush dönemi siyasi havasının yansımalarıyla doludur.  Sonuçta bütün filmler bir örnek olmaz ama avın tarihini aslanlar değil aslan avcıları yazmaktadır. 

“Geceyarısı Ekspresi” ve “Ararat”

Atom Egoyan’ın, Cannes Film Festivali’nde prömiyeri yapılan "Ararat" adlı filmi daha çekim aşamasından itibaren gündemimize girdi. Türkiye’ye ikinci bir "Geceyarısı Ekspresi" kâbusu yaşatacağı ifade edilen bu tartışmalı filme geçmeden önce Alan Parker’ın yönettiği yıllar sonra yaptığına pişman olduğunu açıkladığı "Geceyarısı Ekspresi" filmine bakmakta fayda var. Bir uyuşturucu kaçakçısının Türkiye’de yakalanmasından sonra Türk hapishanelerinde maruz kaldığı insanlık dışı uygulamaları anlatan filmi yıllar sonra biz de seyretme imkânı bulabildik ve gördük ki mesele "Geceyarısı Ekspresi"nin önyargılı bir çalışma olması değil. Sorun devletimizin imajını korumak için başlattığı bir kampanyadan ibaret ve maalesef  "Geceyarısı Ekspresi"nde anlatılanlar Türkiye’de yaşanan gerçeklerle kıyaslandığında hafif kaldığı yönler bile söz konusu. Her ne kadar filmin bütün Türk karakterlerinin tek şablondan çıkmış kötü adamlar olarak aktarılmış olması gibi bir garabet söz konusu olsa da bu gerçek filmde anlatılanların Türkiye’de yaşanmadığı anlamına gelmiyor.

Gelelim "Ararat"a. Atom Egoyan, Kahire doğumlu, Kanada vatandaşı Ermeni bir sinemacı. Türkiye'de de filmleriyle çok yakından tanınıyor. "Ararat", Ağrı Dağı'nın Ermeni dilindeki ismi. Filmin adı Ararat ama film Ağrı'da geçmiyor, Kanada'nın Toronto kentinde geçiyor. Film, bir film çekiminin öyküsü. Filmin içindeki film de Ağrı'da geçmiyor. Orada da 1915'te Van'da Ermenilerin başına gelenler anlatılıyor. Ararat'ın ana karakterlerinden biri, ünlü Fransız şarkıcı

Charles Aznavour tarafından canlandırılan film yönetmeni Edward Saroyan. 1915'te Van'da yaşanan olayların tanığı Amerikalı bir misyonerin kitabından hareketle bir film çekiyor. Yaptığı filmde Ağrı Dağı'nın Van'dan görülebilir olmasında bir sakınca görmüyor. Bunun coğrafi gerçekleri çarpıtmak anlamına geldiği hatırlatılınca, 'sanatçı ehliyeti'ne sığınıyor. O an orada olmayan insanları filmine karakter olarak eklemekten çekinmiyor. Filmindeki Türk askerini bir Türk oyuncunun canlandırmasında ısrar ediyor, o oyuncu soykırım iddiasıyla ilgili bir şeyler söyleyince cevap bile vermiyor. 

Film, içinde geçen filmde geçiyor 1915 olayları ve mesajını hemen ele vermiyor. Anlaşılan o ki Egoyan karmaşık kurgusuyla kendini hemen ele vermeyen, seyirciden çaba isteyen bir film daha yapmış. Ermeni lobisinin 15 yıldır yapması için Egoyan’a baskı yaptığı ve sahip olduğu her türlü fonu emrine tahsis edilen film, şimdiden Egoyan’ın en kötü filmi ilan edildi bile. Egoyan gibi sanatsal rüştünü ilan eden bir yönetmenin böylesine bir siparişi kabul etmesi pek de hoş değil. Atom Egoyan, halen nefsi müdafaya geçerek yanlış anlaşıldığını iddia etse bile ilerde Alan Parker gibi nedametini açıklaması şaşırtıcı olmaz.

"Ararat"ı bir yana bırakıp esasın esasına gelirsek 1915’te savaş şartları içinde yaşanan ve kışkırtmalarla "millet-i sadıka" olmayı terk edip çeteleşen Ermeniler’e karşı uyguladığı sert uygulamaları gerek nefsi müdafaa için gerekse de ve bu sertlikten yararlanarak servet hırsına kapılan haydutların karşılıklı kırım uyguladığı vahşet dolu günleri hiçbir zaman kendi cephemizden anlatamadık. Anlatamazdık da çünkü devletimizi reddi miras iddiası üstüne kurduk. Ancak bu reddi miras ne Osmanlı Devleti’nin zamanında alınan borçları son kuruşuna kadar ödememize engel oldu ne de Osmanlı Devleti’yle ilgili ithamları sırtımızdan aldı. Geçmişimizi reddederek bir yere varamayacağımızı anlayamadıkça da kendimizi dünyaya anlatma konusunda özürlü bir devlet olmayı sürdüreceğiz.

Kaldı ki mesele "Ararat"tan ibaret değil. Egoyan, "Ararat"ı değil de hemen her cumhuriyet bayramında ekranlarda gördüğümüz "Vurun Kahpeye" filmini çekseydi nasıl bir tepki verecektik? Sonuçta o filmde Müslüman Türkleri kaba saba, ilkel şablonlarla filme aktaran Türkiye’ye düşman bir lobi değil, Yeşilçam’ın ta kendisi. Reddi miras politikasının bir parçası olarak Halide Edip Adıvar’a yazdırılan romandan yine aynı sebeplerle sinemaya aktarılan bu sembol film gibi pek çok çalışmaya cevaz veren nasıl bir siyasettir ki çevresinde mesken tutan sinema içinde yer aldığı ülkenin insanlarını böylesine tek yönlü anlatmakta sakınca görmemektedir? Daha önemlisi "Vurun Kahpeye" filmini kendi halkına her milli bayramda dayatan bir devletin sonra yabancı filmlerde kendi imajı zedelendiği için feveran koparması akıl kârı mıdır? Bu temcit pilavı daha çok su kaldırır. İyisi mi sinemanın anlattığı / anlatabileceği  gerçekliğin tarihsel gerçekliği bire bir aktarmasının mümkün olmadığını kabullenmek. Kaldı ki tarihsel gerçekliği bire bir aktarmak tarih biliminin bile altından kalkabileceği bir hedef değildir. Tıpkı harita çizerken kâğıda aktaracağımız coğrafya parçasını bire bir ölçekle çizmeyi beklemenin anlamsız olması gibi. Film seyrederken sadece bir film seyrettiğimizin farkında olmak ve sinemayı kendi ölçütleri içinde değerlendirmek en doğrusu olacaktır.

(Suavi Kemal Yazgıç / Milli Gazete)

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !