Bir sufi sapkınlık örneği: Muhyiddin İbnu’l Arabi`nin Fusus’ul Hikem`i -2-
Tasavvuf kültüründe insanları belli kıvama getirme metotlarından biride, rüya yolunu kullanmaktır. Yanlışlığı tartışılıp sorgulanmayan bu düşüncenin altında yatan sebepler elbette çoktur. Birilerinin, İslam’a ait olmayan ne kadar kadim kültür varsa ya da günün şartlarına göre vermek istediği herhangi bir mesajı varsa, bir kitapta toplayıp rüyasında peygambere onaylattırdıklarını rahatlıkla görebilmekteyiz.
BİR PEYGAMBER KİTABI(!): FUSUS’UL HİKEM
Abdi Keçeli / Venhar Haber
Tasavvuf kültüründe insanları belli kıvama getirme metotlarından biride, rüya yolunu kullanmaktır. Yanlışlığı tartışılıp sorgulanmayan bu düşüncenin altında yatan sebepler elbette çoktur. Birilerinin, İslam’a ait olmayan ne kadar kadim kültür varsa ya da günün şartlarına göre vermek istediği herhangi bir mesajı varsa, bir kitapta toplayıp rüyasında peygambere onaylattırdıklarını rahatlıkla görebilmekteyiz. İbnü’l Arabi, Şıhabuddin Suhreverdi, Said Nursi gibi mutasavvıflar, düşüncelerini rüya yolu ile Allah’a ya da Peygambere onaylattırmışlardır.
Hemen hemen her evde bulunan ve adından sıkça söz edilen Gazali’nin İhya’sını da buna örnek olarak verebiliriz.
Hatırlayacağınız üzere bir önce ki yazımız da yine bir rüya kitabı(!) olan Muhyiddin İbnü’l Arabi’nin Fususu’l Hikem’inde geçen Peygamber Faslarından bahsediyorduk, şimdi Üzeyr Fassıyla kaldığımız yerden devam etmek istiyorum.
“Üzeyir (as)’ın, ‘rabbim ölüleri nasıl dirilteceksin?’ merakının cevabını vahiy yoluyla istediğinden dolayı O’na Allah tarafından bir uyarı gelmiştir. . Allah şayet bu dileğinden vazgeçmezsen adını Peygamberlik defterinden silerim. Demiştir.
Üzeyir, şayet bizim söz ettiğimiz keşif yolunu dileseydi bu dileğinden dolayı uyarı gelmezdi. Üzeyir manevi zevk yönünden imkânsızı dilemiştir.” […]
“Mahşerde bir kısım insanlara ‘ben peygamberim, haydi kendinizi bu ateşe atın diyerek bir elçi gelir cehennemi gösterir. O’na itaat edenler hiç tereddüt etmeden cehenneme atlarlar, orada ateşi bir gül bahçesi olarak görürler, karşı gelenler ise azaba uğrar, cehenneme girer.”[1]
“Meryem, Cebrail’i insan sandı, kendisiyle birleşmek istediğini zannetti. Bu durum karşısında korktu ve Allah’a yalvardı. Cebrail şayet Meryem’in bu korku hali üzereyken o anda ve o hal üzere üflemiş olsaydı doğacak olan İsa, annesinin bu ruhsal durumundan dolayı kimsenin dayanamayacağı bir çirkinlikte doğardı.” […]
“Ölüyü diriltme gücünü önemseyenler, O’nu ruhani bir varlık olarak Allah’a nisbet ettiler. Ruhullah dediler. Üflediği ölçüde can bu ruhla açığa çıktı. O Allah’ın kelimesi ve Ruhullahtır. Herkes görünümü itibariyle babasına izafe olunur.” […]
“Beyazid-i Bistami, bir gün öldürdüğü karıncayı eline alarak ona üfledi ve diriltti. O kimin nefesiyle üflediğini biliyordu. O bir bakıma İsa’nın varisi olarak O’nun manevi yoluna girmişti. […]
Allah İsa’ya “Beni ve annemi Allah’tan ayrı olarak iki ilah edinin diye sen mi söyledin?” (5/116) diye sorduğunda İsa, seni tenzih ederim diye söze başladı. Bana yakışmaz benliğim için hakkım olmayan şeyi söyleyeyim dedi. Şayet ben onu söyledimse kuşkusuz sen bilirsin. Çünkü söyleyen kimse gerçekte sensin, sen konuştuğum dilsin. Ben aralarında olduğum sürece onlara gözcülük ediyorum. Bu gözcülük İsa’nın maddi varlığında Allah’ın şahitliğidir. Allah’ın burada İsa’nın dili, kulağı ve gözü olduğu kesinleşti.[2]
“Süleyman peygambere verilen güç Hz. Peygambere de verildi. Fakat Peygamber o güçle ortaya çıkmamıştır. Geceleyin O’nu öldürmeye gelen İfrit’i yakalayıp onu mescidin direklerinden birine bağlayarak sabah olunca Medine’nin çocuklarına oynasınlar diye teslim etmeyi düşündü. Fakat Süleyman’ın duasını hatırlayınca bundan vazgeçti. Cenab-ı Hak, ifriti alçaltarak kovdu. Yani Hz. Peygamber kendisine verilen gücü kullanmadı.” […]
“Şurası var ki Allah bu dünya da bazı kimselerden gizlenmiştir. Ahrette ise herkese açık olacaktır. Taht meselesine gelince, Belkıs, tahtını gördüğünde aradaki uzaklığı bu denli kısa sürede onun yerinden kalkıp gelişinin imkansız olduğunu bildiğinden “sanki odur” dedi. Varlığın her an yeni bir benzerinin meydana gelişine ilişkin söylediğimiz gerçeğe uygun olarak doğru söyledi. Yani Tahtın yer değiştirmesi diye bir şey söz konusu değildir. Yok etme, var etme meselesidir. “Sanki bu odur” ifadesi tahtın aynısı değil benzerinin olduğu yönündedir. Bu haliyle Belkıs, “teslim oldum Alemlerin rabbine” diyerek teslim olmuştur. Süleyman’ın rabbine demedi. Firavun ise “Musa ve Harun’un rabbine teslim oldum” diyerek ilim yönünden Belkıs’tan geri olduğunun göstergesi oldu.[3]
“Allah’ın Davud’a bağışladığı ilk nimet O’na içinde bitişik harflerden hiç biri bulunmayan bir ad vermesidir. Bununla O’nu D,A,V harfleriyle alemden ayırdığını bildirdi. Hz. Muhammed (as)’ı da bitişik harflerle adlandırdı. O’nu da kendi zatı ile birleştirerek alemden ayırdı. Ey Davud, seni yeryüzünde halife kıldık. Öyleyse doğruluk ve adaletle hükmet, nefsine tabi olma ki bu seni doğru yoldan ayırır. (38/26).
Sonra Allah, Davud’a karşı edeple davrandı. Allah yolundan saptıranlar için hesap gününü unutmaları nedeniyle şiddetli bir azap vardır (38/26). Ona şayet benim yolumdan saparsan şiddetli bir azap var demedi. […]
Halife, Allah tarafından seçilen peygamberler olarak gönderildi. Şimdi aramızda peygamber olmadığına göre hilafet resullerden gelmektedir, Allah’tan değil. Bunlar resulün kendilerine bıraktığı dini ilkelere göre davranırlar. Halife seçilen kişi ilkeleri Hz. Muhammed (as)’den alır. Ancak bizim aramızda bunu doğrudan Allah’tan alanlarda vardır. Bunu nerden anlıyoruz? Allah’ın elçisi Halifelik konumunu doğrudan Allah’tan alacak kişilerin bulunacağını bildiğinden bu görevi kimseye bırakmaksızın bu dünyadan göçtü. Bu Halifeler, Allah’tan aldığı hikmeti ve ilkeleri peygamberlerin aldığı tek öz ve kaynaktan alırlar. […]
“Gerçek ancak bizim söz ettiğimizdir. Buna inan ve bu konuda bizim gibi ol. Size okuduklarımız bize haktan gelir. Size armağan ettiğimiz bizden sizedir.”[4]
“Bilmelisin ki insan denilen varlığı, ruhu, bedeni ve gönlü bakımından kendi suretinde yarattı. Bu yüzden onda ki düzenin çözülmesi de yaratıcının eliyle gerçekleşir. Bunu da Allah ya eliyle ya da emriyle gerçekleştirir. […]
Davud (as), Beyti Mukaddes’i onarmak istemiş her onardığında yeniden yıkılmış ve sonunda bu durumu Allah’a şikayet etmiş. Allah bunun üzerine kendisine şöyle seslendi: ‘Ey Davud! Benim evim kanlar döken bir insanın eliyle yapılamaz.’ dedi. Davud: ‘Rabbim’ dedi ‘benim onları öldürüşüm senin emrinle olmadı mı?’ Allah Teala: ‘evet ama onlarda benim kullarım’ Bunun üzerine Davud: ‘Ey Rabbim, öyleyse oranın onarımını bana bağlı birine nasip et’ Bunun üzerine Allah Teala ‘oranın imaratını oğlun Süleyman yapar’ buyurdu. […]
Cehennem ehline gelince, onlar her ne kadar ateşte de olsalar kendilerini nimet ve cennette sanırlar. Çünkü ceza süresi bittikten sonra ateşin şiddeti, içinde bulundukları oranda gül bahçesi olur. Buda onlar için bir tür cennettir.”[5]
“Hayatın sırrı suda yayılmıştır. Bu nedenle Allah her canlıyı sudan yarattı. Evrende bulunan her varlık canlıdır ve Allah’ı tesbih eder. Fakat onların tesbihleri anlaşılmaz. Ancak bu tesbih ve övgü, keşif olmaksızın anlaşılamaz.” […]
“Cenab-ı Hak, Eyyüb’e ‘ayağınla yere vur. İşte bu şifa kaynağıdır, yani sudur dedi’ (38/42) Çünkü Eyyüb, aşırı bir şekilde ateşleniyordu; Allah ondaki ateşi soğuk suyla dindirdi. Temkin/ itidal, gazap ile rızanın eşit oranda olmasıdır. Oysa gazap eden kişi kendinden razı olduğu kişiye gazap etmez. Böyle olunca bu iki yargıdan biri gerekir. Buda eğilimle olur. Bu yorumumuz Allah’ın gazabının cehennemliklere sonsuz olduğunu iddia edenlere karşıdır. […]
Hz. Eyyüb, sonunda başına gelen musibetlerin giderilmesi konusunda, Allah’a şikayette kendini korumasında, onun kahrına karşı bir direnç olduğunu anladı. Böyle bir sabır anlayışı şahsın bilgisizliğidir. Oysa O’na yakışan dua etmek ve başına gelen sıkıntının kaldırılmasını Allah’tan dilemektir. Keşif ve irfan sahibinin indinde bu acının gitmesi demek Hakkın elemden kurtulması demektir. Çünkü Cenab-ı Hak, kendisini acı duyma özelliği ile nitelemiş ve ‘Allah’a ve peygambere acı verenler…’ (33/57) demiştir. Allah’ın öyle kulları var ki onları Allah bilir. Birde onlar bir birlerini bilirler”[6]
“Celal hikmeti, isimlerde ki başlangıç hikmetidir. Allah Zekeriya’nın ismini ve anısını yaşatmak için oğluna Yahya adını verdi. Zekeriya’nın peygamberlik ve diğer niteliklerini Yahya’da birleştirmiş oldu. Bu durumda Yahya ismi, manevi ilimlerden bir ilim gibi oldu. Zira Âdem’in anısı da Hz. Şit ile yaşadı; Nuh’un hatıraları Sam ile yaşadı. Diğer peygamberler de böyledir.”[7]
“Allah’ın rahmeti alemlere yayılmıştır. Varlıklarda olup biten odur. Yüce rahmetin düzeyi Şuhut ile bilindiği zaman bu düşüncelerden daha üstün bir görüş keyfi başlar. Rahmetin korumasına aldığı herkesin, kuşkusuz sonu hayırlı olur. Oysa varlık alemin de rahmetin kuşatmadığı kimse yoktur.” […]
“İki çeşit rahmet vardır. Birincisi bizzat Allah’ın yarattığı eserlerdir. Yani varlık alemidir. Allah yaratılan şeyin fıtratına yani mulayim olup olmamasına bakmaz, zira O, varoluşu kabul eden her varlığın aynına bakar.
Bir diğer rahmet ise, Gafillerin inançlarında yaşattığı haktan rahmet dilemeleridir. Bunlar rahmeti Allah adıyla isterler ve ‘ey Allah’ım bize merhamet et’ derler. Allah’ta bu isteklerine karşı rahmeti onlara yoldaş kılar.[8]
“İlyas, Hz. Nuh’dan önce peygamber olan İdris’tir. Cenab-ı Hak onu yüce bir mekana çıkardı. O, göklerin merkezine yerleşmişti. Bu merkez güneştir. Sonra Balebek ülkesine peygamber olarak gönderildi. Bal bir putun adıydı, Bek ise o ülkenin hükümdarı. Bal adında ki put, hükümdara aitti. Asıl adı İdris olan İlyas’a, istek anlamına gelen “Lübnan” diye bilinen dağın parçalanıp açılmasıyla, ateşten bir at simge olarak gösterildi. Tüm delil ve mucizeleri ateştendi. İlyas bu ateşten atı görünce üzerine bindi ve doğasından şehvet duygusu giderildi. Nefse ilişkin arzuların ilgilendiği şeylere karşı hiçbir tutkusu kalmadı. Böylece Cenab-ı Hak, İlyas’a göre münezzeh oldu. Böyle olunca da İlyas, ilahi hikmetin yarısını almış bulundu.” […]
“Allah akla tecelli ederek bilgi verdiğinde o bilgi yetkinleşir.”[…]
“Bir yerde tenzih eder, bir yerde teşbih eder. Böylece Hakkın, doğal ve unsurlardan oluşmuş suretlere nüfuz edişini görür. Gördüğü her suretin hakkın aynı olduğunu görür.”[9]
“Cenab-ı Allah, Efendimize, ‘Kullarım beni sorarlarsa ben onlara yakınım dua edene karşılık veririm’ buyurdu. Her ne kadar dua edenle kabul eden aynı ise de biçimlerin farklı oluşu açık bir gerçektir. Bu iki türlü izah edilir. Birincisi Zeyd, kişiliği bakımından tek bir gerçektir. Organlarının biçimlerinin toplamı, yani eli, ayağı, kaşı gözü değildir. Bu yönü ile Zeyd, suretleri itibarı ile çok, hakikat itibarı ile tektir. İşte Cenab-ı Hak’ta kendisinde çokluk olan bir vahittir. Bir diğer örnek ise ayna misalidir. Aynaya bakan kendisinden başka daha nice şeyler görür. Oysa aynaya bakan bir kişidir ve görülen şeyler çoktur. İşte Allah, ilahi isimleri bakımından farklı aynalar gibidir.” […]
“Kişi keşfe kavuşunca kabirde kimlere azap olduğunu, kimlerin bağış ve ihsanla kuşatıldığını görür. Ölüyü diri; diriyi ölü, suskunu konuşuyor görür; oturanın yürüdüğünü sezer. O görenle görüneni bir birinin aynısı bilir.”[10]
“Lokman Oğluna ‘evladım yaptığın eylem bir hardal tanesi kadar bile olsa, o davranışı diler bir kaya içinde, dilerse gökte ve ya yerde olsun, Allah onu ortaya çıkarır’ ayetinde ki öğüt dile gelebilen hikmettir. Allah Lokman’ın bu sözünü kitabına kaydetti. Lokman burada hardal tanesini örnek verirken o yaptığın iyiliği ve ya kötülüğü sana getirir dememiştir. Burayı genel tutmuştur. Göklerde ve yerde olan Allah’tır, ayetini kavrayan insan o hardal tanesinin göklerde ve yerde olduğuna işaret etti. […] Konuştuğu ve hakkında sustuğu şeyle şuna dikkat çekmiştir: Hak bilinen her şeyin aynıdır. İşte bu her şey, göktür, yerdir, kayadır, ağaçtır, hayvandır, melektir ya da rızıktır. Halbuki her şeyde görülen tek bir varlıktır.” […]
“Allah, kendi nefsinden haber verirken, kulunun duyuları olduğunu bildirdi. Nasıl ki bir kutsi hadiste ‘kulumun işiten kulağı, gören gözü, konuşan dili, yürüyen ayağı, eli-kolu olurum’ buyurdu.”[11]
“Harun peygamber, yaşça Musa’dan büyüktür. Musa’nın, Harun’a öfkelenmesinin sebebi, ellerinde tuttuğu levhalara dikkatlice bakmamasıydı. Çünkü levhalarda rahmet ve Hüda yazıyordu.
Harun, Musa’ya İsrail oğullarını bu aykırılıklarının sebebini bana yüklemenden korktum. Yani insanların buzağıya tapmalarının sebebini, kendisine bağlayacak diye korkuyordu Harun. Oysa Musa, durumu Harun’dan daha iyi biliyordu. Çünkü O, Cenab-ı Hakk’ın kendisinden başkalarına kulluk edilmemesini buyurduğunu, buzağıya tapanların neye taptıklarını ve onlar, her şeyin Allah’ın belirlemesiyle oluştuğunu bildiği için Harun’u azarlaması ve Harun’un bu gerçeği inkar etmesinden ve buzağıya tapınmayı anlayamamasından ileri gelmişti.” […]
Allah, “Hevasını ilah edineni gördün mü?" buyurmuştur. O halde heva ibadet edilenin en büyüğüdür. Kuşkusuz heva sevginin nedenidir. Kalpte sevgi olmasaydı hevaya ibadet edilmezdi. Allah hevasına kulluk edenler de ilmi olgunlaştırdı. ‘Allah onları sapkınlığa düşürdü.’ (45/23) derken sapkınlık hayret verici demektir. İlmin olgunluk düzeyi de burasıdır.”[12]
“Musa yüzünden çocukların öldürülmesinin hikmeti, çocukların hayatının her biri Musa’ya yardım olarak geri dönmesi içindir. İlahi emirler düzeyinde bu konuyla ilgili olanları anlatacağım. Bu hikmet onunla mana âleminde konuştuğum hususların ilkidir. Musa, etkin güçleri benliğinde toplamış olmakla birçok çeşitli ruhların toplamı olarak doğdu.” […] Allah Âdem’i kendi suretinde yaratmıştır. Çünkü Adem’in sureti ilahi varlığın suretinden başka bir şey değildir.”
“Kıpti dilinde mu, su demektir. Sa ise ağaç anlamına gelir. Böylece ona Musa adı verildi. Firavun O’nu nehirde bulunca öldürmek istedi. Ancak eşi Asiye Firavun’a ‘kuşkusuz O,senin ve benim için göz aydınlığı olur.(28/9) dedi. Asiye’nin gözleri olgunlukla Musa’yı gördü ve aydınlandı. Öte yandan Firavun’da boğulurken Allah’ın kendisine verdiği inanç sayesinde Musa onun için göz aydınlığı oldu. Şu halde Allah, bu hikmetle Firavun’u temiz öldürdü. Çirkin ve kötü eylemlerden onda bir şey kalmadı. Çünkü Allah, onun canını inandım dedikten sonra yeni bir kötülük yapmadan aldı. Çünkü İslam, inandıktan sonra geçmiş günahları siler.”[…]
Firavun’un Musa’ya, Allah’ın özünü sormasında ki sırra gelince: Bu, kuşkusuz Firavun’un bilgisizliğinden değil, Musa’yı sınamak için sorulan soruydu. Musa gerçekten peygamber miydi? Çünkü Firavun ilimde indirilmiş olan peygamberlerin düzeyini bilen biriydi. Bu yüzden Musa’ya sorduğu sorunun cevabını almasına rağmen tam olarak alamadı. Soru, Allah’ın tanımlanmasıyla ilgiliydi.. Böylece Musa’nın işin gerçeğini bilmeyen bilginlerin cevabıyla cevap verdiğini göstermiş oldu…”
“Allah dış görünüşte Firavun’un rütbesindedir.”
“Ben sizin yüce rabbinizim, sözü bu dünya için geçerli bir sözdür. Çünkü hükümran Firavun’dur. Böylece Firavun’un rablik sözü kesinleşti. Çünkü o her ne kadar hakk’ın aynı olsa da suret Firavun’a aitti.”[…]
“ Firavun, inandığı esnada can çekişen birinin aksine olarak yok olacağını bilmedi. Bu yüzden onu can çekişenler arasında saymak uygun olmaz. Firavun, ölümü değil kurtuluşu beklediği, buna inandığı halde İsrail oğullarının inandığı Allah’a inanmış oldu. Cenab-ı Hakk onu ahiret azabından kurtardı.
Allah bir insanın canını mümin olmadan almaz. Yani can çekişirken insan Allah’ı hatırlar ve iman ederek ölür.”[13]
“Halid b. Sinan, berzah aleminde peygamberlik yaptığını söyledi. O, kuşkusuz ancak ölümden sonra berzahta gördüğünden haber verdiğini iddia etti. Bu yüzden kabrinin açılmasını ve gördüklerinin kendisinden sorulmasını istedi. O’nun peygamberliği, Cenab-ı Hakk’ın alemlere rahmet olarak gönderdiği efendimizin peygamberliğine yakın bir zamana tesadüf etmekle onurlandı.”[14]
“O, insan türü içerisinde, varlığın en kusursuz örneğidir. Her şey onunla başladı ve bitti. Adem henüz su ile toprak arasındayken O peygamberdi. O’na tüm varlıkların gerçeği ve özü verildi. Bu ise Adem’in bildiği alem isimleriyle anılan varlıkların adıdır.
Peygamber (as) ‘dünya da bana üç şey sevdirildi’ buyurdu. ‘Kadın, koku ve gözümün nuru namaz’ dedi.
Yüce Allah, insanın aslı ve ilk kaynağıdır. Bundan dolayı insanın kendini bilmesi rabbini bilmesine bir başlangıçtır. Hz. Muhammed’e kadın sevdirildi. O’da kadına aşık oldu. Bu iştiyak bütünün kendi parçasına olan tutkusudur. Cenab-ı Hakk insana, kendi ruhundan üflediğini beyan ederek sonuçta kendi nefsine iştiyak göstermiş oldu. Allah kuluna engelsiz olarak kavuşmak ister. Kadının erkeğe vurgunluğu bir şeyin kendi yurduna düşkünlüğüdür. Çünkü kadın erkekten yaratılmıştır. Buna göre erkeğe kadın sevdirildi
Erkek kadını sevdiği için kavuşmak istedi. Bu kavuşmanın en büyüğü cinsel kavuşmadır. Allah kendisinden başkasıyla haz aldığına inandığında kulunu kıskanır. Bu yüzden Allah erkeği yıkanmayla temizledi. Bunun gayesi erkeğin kimde kendisinden geçtiğini hatırlamasını sağlamaktır. O halde insan, zevk ve şehvetle kendinden geçtiği diğer bedende Hakk’ı görür ve ona dönmek için vücudunu gusülle temizler. Erkek, kadında Hakk’ı görürse onun bu görüşü eylem yerinde olur. Ama kadının kendisinden doğmuş olması bakımından Hakk’ı kendi benliğinde görürse onu öznede görmüş olur. […]
“Hz. Muhammed, Hakk’ın kadında ki bu kusursuz görümünden ötürü kadını sevdi. Hakk’ın kadında bu kusursuz görünümü manevi görüşün en büyük ve kusursuz görünüşüdür. Kavuşmanın en büyüğü ise cinsel birleşmedir.”[15]
DİPNOTLAR:
[1] İbnü’l Arabi, Fususu’l Hikem, Çev. Abdulhalim Şener, Sufi yay. İst. 2010, s.113
[2] Age. İsa Fassı
[3] Age. Süleyman Fassı
[4] Age. Davud Fassı
[5] Age. Yunus Fassı
[6] Age. Eyyüb Fassı
[7] Age. Yahya Fassı
[8] Age. Zekeriya Fassı
[9] İbnü’l Arabi, Fususu’l Hikem, Çev. Ekrem Demirli, Kabalcı yay. İst. 2013, s.200
[10] İbnü’l Arabi, Fususu’l Hikem, İlyas Fassı.
[11] Age. Lokman Fassı
[12] Age.Harun Fassı
[13] Age.Musa Fassı
[14] Age. Halid Fassı
[15] Muhammed Fassı
Yazının ilk bölümü: Bir sufi sapkınlık örneği: Muhyiddin İbnu’l Arabi'nin Fusus’ul Hikem'i