16-02-2017 13:19

Bir sufi sapkınlık örneği: Muhyiddin İbnu’l Arabi`nin Fusus’ul Hikem`i

İbnü’l Arabi, kitabın önsözünde, Hicri 627 senesi Muharrem ayının son on günü bir gece rüyasında Hz. Peygamberin kendisine bir kitap verdiğini, adının Fusus’ul Hikem olduğunu, onu insanlara ulaştırmasını istediğini, hiçbir yorum katmadan eksiksiz olarak alıp insanlara ulaştırdığını ifade eder.

Bir sufi sapkınlık örneği: Muhyiddin İbnu’l Arabi`nin Fusus’ul Hikem`i

BİR PEYGAMBER KİTABI(!): FUSUS’UL HİKEM

Abdi Keçeli / Venhar Haber

Bir önceki yazımız da sufilerin rüya ile ilim elde edilebileceğini savunduklarını yazmıştık. Muhiddin İbnü’l Arabi’nin Fusus’ul Hikem adlı eseri bu görüşe misal olarak verilebilir.

Bu kitap aslında rüyaya dayanan bir kitaptır.

İbnü’l Arabi, kitabın önsözünde Hicri 627 senesi Muharrem ayının son on günü bir gece rüyasında Hz. Peygamberin kendisine bir kitap verdiğini, adının Fusus’ul Hikem olduğunu, onu insanlara ulaştırmasını istediğini, hiçbir yorum katmadan eksiksiz olarak alıp insanlara ulaştırdığını ifade eder. Önsözün tamamını buraya almadım, dileyen herhangi bir Fusus kitabına bakabilir.

Burada dikkat çeken şeyin Kitabın isminin de peygamber tarafından belirtildiğidir. Fusus, fas’ın çoğuludur. Fas, bir yüzüğün veya mührün kime ait olduğunu gösteren belirti ve kaş demektir.[1] Bir başka dikkatlerden kaçmayan şey, kitabı eksiksiz ve tam olarak insanlara ulaştırdığını ifade etmesidir. Ancak kitabın içerisinde hem kendi görüşüne hem bir başkasının konuyla ilgili meseleye bakışını alıntılaması çelişki arz etmektedir. Örnek verecek olursak Beyazıd-ı Bestami’nin görüşüne yer vererek: “Ebu Yezid Bestami şöyle der: ‘Arş ve içerdiği her şey yüz bin katıyla birlikte arifin kalbinin bir köşesinde bulunsaydı, arif onun farkına bile varamazdı’ İşte Ebu Yezid böyle demiş”[2] diyerek kitabı Peygamberden aldığını söylemesine rağmen Beyazıd-ı Bestami ve başkalarının görüşlerini aktarır. Demek istediğim şudur. Arabi, önsözünde Peygamberin “al bunu insanlara ulaştır” sözünü bir emir olarak görüp kitaba hiçbir yorum katmadan eksiksiz olarak insanlara ulaştırdığını ifade etmesine rağmen başka sufilerin görüşlerini kitapta ileri sürmesi okuyucuyu hemen düşündürmektedir.

Fususu’l Hikem’de yirmi yedi Peygamber’den bahseden Arabi, bahsi geçen bu Peygamberler arasında (Kur’an’da isimleri geçmemesine rağmen) Şit ve Halid isminde iki peygamberden(!) bahseder. Bunlardan Şit’i, Âdem’in ilk oğlu olduğunu iddia ederken; Halid’i berzah aleminin Peygamberi olarak ifade etmektedir.

Fususu’l Hikem’de ele alınan peygamberler, aslında onların tarihiyle alakalı bir bilgi aktarımı olarak görülmemelidir. Atıf yapmak istediği kavramları onları üzerinden inşa ederek, İslam dışı bir çok düşünceyi kutsal ambalajında insanlara sunduğunu görebiliriz. Peygamberleri genel olarak tenkit etmesini ise velilik makamının daha üstün olduğunu ifade etmesinden anlıyoruz. Şunu da ilave ettikten sonra kısa kısa peygamber Faslarından bahsedeceğim.

İbnü’l Arabi’nin kitapta, hayatın merkezini Allah’ın oluşturduğu bir dünyadan; hayatın merkezini insanın oluşturduğu bir dünyaya hicret edilmesine zemin hazırladığını görmekteyiz. Ayrıca kendisiyle Allah’ı ayrı varlık olarak görmeyi şirk; kendisiyle Allah’ı aynı varlık olmayı tevhid olarak belirtmektedir.

Bir rüya kitabı olan Fususu’l Hikem’den, peygamber anlatılarına geçmek istiyorum.

“Allah, kendi isimlerinin mahiyetini görmek istediğinden Ademi yarattı. Adem bir nevi hakkın aynasıdır. İnsan bir aynaya baktığında kendisinden başka kimseyi görmez. Dolayısıyla Adem hakkın aynasıdır. Böylece Adem hakkın kendisini temsil etmektedir.”

“Hakkı kendimiz vasıtasıyla ve kendimizden bildiğimize göre, kendimizle ilişkilendirdiğimiz her şeyi onunla ilişkilendirdik. Tercümanların diliyle ilahi haberler bunu bize bildirmiştir. Böyle olunca hak kendisini bize göre nitelemiştir. Bu nedenle biz onu görürken kendimizi görürüz; Hak da bizi görürken kendini görür.”

“Adem hem haktır, hem halktır. Batın yüzü hak; zahir yüzü halktır.”

Allah Adem’i kendisine yerleştirdiği şeylerden haberdar kılmış, bir eline alemi, diğer eline Adem ve çocuklarını alarak Adem’i haberdar etmiştir. Allah en büyük babaya bağışladığı bu sırrı bana da bildirdi ve bende size bildiriyorum”[3]

“O halde hak kendini görmen için senin aynandır. Sende hakkın aynasısın. (…) Bu bilgi yalnızca peygamberlerin sonuncusu ve velilerin sonuncusuna ait olabilir. Nebi ve resuller bu bilgiyi son peygamber’den alırken; veliler ise son velinin kandilinden alırlar. Hatta peygamberler bile bu bilgiyi son velinin nurundan alırlar. (…)

Peygamberimiz, Peygamberliği bir kerpicin eksik olduğu duvara benzetti. O eksik kerpiç peygamberimizdi. Şu var ki Peygamberimiz, onu söylediği gibi tek kerpiç olarak görmemişti. Velilerin sonuncusu da bu rüyayı görmesi gerekir. Velilerin sonuncusu (hatemül veli), rüyada peygambere gösterilmiş şeyi ve duvarda ki iki eksik kerpicin yerini görür. Kerpiçlerin biri altın, diğeri gümüştendir.[4] Son Peygamber velilik bakımından peygamberlerin son peygamber karşısında ki durumu gibidir. Velilerin sonuncusu asıldan bilgi alan kimsedir.(…)
Şit bütün bu ilimden söz eden ruhlara yardım edendir. Son veli hariç. Son veli’ye yardım herhangi bir ruhtan değil direk Allah’tan gelir. Tam tersi bütün ruhlara son velinin yardımı ulaşır.

Allah Adem’e ilk olarak Şit’i verdi. Allah onu Adem’e ancak Adem’in kendisinden verdi. Bu yüzden Şit demek Allah vergisi demektir.[5]”

“ Büyük bir tuzak kurdular (71/22) Allah’a davet etmek davet edilene karşı bir tuzaktır. İşte bu tuzağın ta kendisidir. Nuh Peygamber kavmini hile yaparak davet ettiği gibi kavmi de hile yaparak karşılık verdiler. (…) Nuh’un kavmi kendi tuzakları hakkında şöyle dediler. ‘"İlâhlarınızı terk etmeyiniz ve Vedd'i, ve Süvâ'yı ve Yeğûs'u ve Yaûk'u ve Nesr'i de terk etmeyiniz" (Nûh, 71/23) dediler.’ Taptıkları ilahları terk etselerdi terk ettikleri ölçüde haktan bilgisiz kalacaklardı; çünkü hakkın ibadet edilen her şeyde bir yüzü vardır. “

“İbadet edilenlerin en düşüğü kendisinde ilahlık bulunduğu tahayyül edilen bir şeydir. İbadet edilen şeylere böyle bir tahayyül olmasaydı taşa ve başka bir şeye tapılmazdı. Söz konusu kimseler taptıkları şeyleri isimlendirmiş olsalardı “taş”, “ağaç” , ve “yıldız” diyeceklerdi. Onlara kime ibadet ettiniz diye sorulsa, hiç kuşkusuz “ilaha” derler.”

Nuh kavminin helakından sonra Arabi şöyle diyor.

“Allahtan başka yardımcı bulamazlar.” (2: 107) Allah onların yardımcılarının ta kendisiydi. Bu nedenle sonsuza dek onda yok olmuşlardır. Onları sahile çıkartmış olsaydı onları bu yüksek dereceden aşağı indirmiş olurdu. Bununla beraber (doğa ve bulundukları yüksek menziller) hepsi Allah’a ait, ona bağlı hatta Allah’tır. Yinede yüksek mertebeden düşmüş olurlardı.”[6]

“Harrâz dedi; oysa o, Hakk’ın vecihlerinden bir vecihdir ve lisanlardan bir lisandır. Kendi nefsinden konuşur ki: "Muhakkak Allah Teâlâ ancak onu zıtlar arasında toplamakla, onun üzerine onunla hükmetmekte bilinir." Böyle olunca Hak, Evvel'dir, Âhir'dir, Zâhir'dir ve Bâtın'dır. Bundan dolayı O, zâhir olan şeyin "ayn"ıdır. Ve O, zâhir oluşu hâlinde bâtını olan şeyin "ayn"ıdır. Ve vücûtta O'nu gören O'nun dışında bir şey yoktur. Ve vücûtta, O'ndan bâtın olduğu kimse yoktur. Şimdi O nefsine zâhirdir ve ondan bâtındır. Ve Ebâ Said el-Harrâz ile ve muhdesât yâni sonradan olan isimlerden diğerleri ile isimlendirilen O'dur.

Şimdi Zâhir "ben" dediği zaman, Bâtın hayır, der. Ve Bâtın "ben" dediği zaman, Zâhir hayır, der. Ve bu, her bir zıdda vardır. Oysa söyleyen tektir. Ve o işitenin aynıdır” (…)

“Böyle bir yetkinlik özel anlamda Allah denilen zatındır. Allah denilen zatın dışındakiler ise ya O’nun bir tecelligahı ve ya O’nda ki bir suretidir.”[7]

İbrahim’in Halil diye isimlendirilmesinin sebebi, İbrahim İlahi zatın nitelendiği bütün sıfatlara haiz olması ve kendinde barındırmasıdır.
İbrahim’in ‘Halil’ diye isimlendirilmesinin başka bir nedeni ise hakkın İbrahim’in suretinin varlığına yayılmasıdır. (…)

“Hak ayanı sabitenin hakikatlerine göre suretten surete girer.”(…)

“Hak över beni bende onu; hak tapar bana bende ona

Nasıl olurda duymaz bana ihtiyaç; izin veren mutlu eden ben bana muhtaç;
İşte bundandır hak benim mucidim, bileyim ki bende onu icad eydim.”

“İbn Meserre el Cebeli, onu rızık dağıtma işinde büyük melek Mikail’e ortak saymıştır.”[8]

“Rüyam da seni boğazlarken gördüm (37/102). Uyku hayal mertebesi olduğu halde Hz. İbrahim rüyasını tabir etmedi. Koç rüya da İbrahim’in oğlunun şeklinde görünmüş İbrahim rüyasını tabir etmesi gerekirken olduğu hal üzere doğruladı. Bu nedenle Allah İbrahim’in yanılgısından oğlunu büyük bir kurban vasıtasıyla kurtardı. Büyük kurban Hz. İbrahim’in rüyasının Allah katındaki tabiriydi ve İbrahim bunun farkında değildi. (…)

“İbrahim hayalinde( rüyasında) koçu görmüş olsaydı onu oğlu veya başka bir şey diye yorumlayacaktı.” (…)

“ İbrahim gafil davranmış ve mertebeye hakkını vermemiş, bu nedenle rüyasını olduğu gibi kabul etmiştir.”[9]

“Mutlu (said) rabbinin katında razı olunan kimselerdir. Özel rabbinin katında razı olunmayan kimse ise yoktur; çünkü her rab, rabliğini rabbi olduğu kimsenin üzerinde sürdürür.” (…)

“Bir varlık kendi rabbinin nezdinde beğenildi diye başka bir kulun rabbinin katında da beğenilmesi gerekmez. Çünkü her isin kendi rabliğini ‘bir’ den değil bütünden alır.” (…)

“Gir cennetime(89/30) söz konusu cennet, kendisiyle örtündüğüm şeydir. Benim hak cennetim senden (insandan) başka bir şey değildir. Çünkü sen kendinle beni örtüyorsun. Nasıl ki sen benim sayemde var oluyorsun; bende senin vasıtanla bilinirim. O halde seni bilen beni bilmiştir. Ben bilinmezsem sende bilinmezsin.”

“Hakka bakma Onu alemden ayırarak; Aleme bakma Onu Haktan gayrı sanarak.[10]

“Din iki kısımdır. Birincisi Allahın bildirdiğinin ve bildirdiğinin bildirdiği nezdinde ki din; ikincisi ise yaratıkların nezdindeki dindir. Allah ikinci dinide geçerli saymıştır.” (…)

Allah, Hırıstiyanlar bir ruhbanlık ortaya çıkardılar. (57/27) buyurdu. Bunlar insanların nezdinde tanınan bir peygamberin örfte bilinen bir yöntemle getirmediği hikmet kanunlarıdır.

Allah, o hükümleri (ruhbanlığı)onlara farz kılmamıştır (57/28). Allah farkında olmadıkları bir yönden, o insanların kalpleriyle kendisi arasında inayet ve rahmet kapısını açınca yasa saydıkları şeye (ruhbanlığa) saygı duymayı onların kalplerine yerleştirdi. Onlar bu yasayla ilahi bildirimle bilinen Peygamberlik yolunun dışındaki bir yolla Allah’ı razı etmek isterler. Allah şöyle buyurdu: Onlara gerektiği gibi riayet etmediler (57/28) Başka bir ifadeyle bu hükümleri yasa yapan ve artık benimde onları farz kıldığım insanlar bu yasalara gerektiği gibi riayet etmediler. Onlar Allah’ı razı etmek istediler. Onlar böyle inanmıştı. İçlerinde yasalara iman edenlere ödüllerini verdik. Başka bir ifadeyle o hükümlere uymaktan ve onların hakkını yerine getirmekten uzak kimseler fasıktırlar. (…) Alem, hakikatlerinde bulundukları hallerin suretiyle zuhur eden hakkın varlığıdır.”[11]

“Hz. Aişe şöyle der: ‘Allahın Peygamberine gelen ilk vahiy doğru rüya idi. Gördüğü her rüya tıpkı sabah aydınlığı gibi çıkardı.’[12] Bu rüya dönemi altı aydır. Ardından kendisine vahiy getiren melek geldi.” (…)

Alem, Allah’ın gölgesidir, ve gölge hakkın alemle ilişkilendirilmesinin ta kendisidir. Sonra güneşi gölgeye delil yaptık (25/45). Bu daha evvel belirttiğimiz gibi Allah’ın en Nur ismidir. Sonra gölgeyi kolaylıkla kendimize çekeriz (25/46). Allah gölgeyi kendi gölgesi olduğu için kendisine çekmiştir. Dolayısıyla her şey ondan ortaya çıkmış ve ona dönecektir. Bundan dolayı çıkan O’dur ve O’ndan başkası değildir.
Algıladığımız her şey mümkünlerin zatlarında varlığıdır. Her şey hakkın hüviyeti bakımından O’nun varlığıdır. Suretlerin değişmesi ise mümkünlerin zatlarıdır. Farklı suretler kazanması nedeniyle “gölge” gölge ismini yitirmediği gibi alemde farklı suretler kazanması bakımından alem veya ‘haktan başkası’ ismini yitirmez. (…)

İçimizde hak ile özdeşleşen kimsede de hakkın sureti başkasından daha fazla görünür. Hak, bazı kimselerin görmesi işitmesi ve bütün organları olur. Bunun delili ise şeriatın Hak’tan bildirerek verdiği haberdir.[13]
İlahi isimler alemin kendisi gibi bir varlıkta veya doğrudan Hak’kın kendisinde muhtaç olduğu her isimdir.[14]

“Ad kavmi, ‘bu bize yağmur getirecek bir buluttur’ (46/24) demişlerdi. Böylece Allah hakkında iyi zanda bulundular. Allah ise kulunun kendisi hakkında beslediği zannına göre davranır. Allah onlara şöyle dedi: O hemen istediğiniz rüzgardır, onda acı bir azap vardır(46/24). Böylece rüzgarı içerdiği rahatlığın işareti yaptı. Bu rüzgar ile Allah onları karanlık bedenlerden rahata çıkardı.

Allah kendini kıskançlık ile nitelemiştir ve bundan dolayı aşırılıkları yasaklamıştır.

586 yılında Kurtuba’daydım. Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberlerin beşeri varlıkları bana gösterilmiş ve tanıtılmıştı. Bunlar arasında benimle sadece Hud konuştu. Bana toplanma sebebini söyledi. Hud yakışıklı, tatlı dilli, işleri bilen ve kavrayan birisiydi. İşleri keşfettiği hakkında ki delilim: ‘Hiçbir canlı yoktur ki Allah onun perçeminden tutmuş olmasın, rabbim dosdoğru yol üzerindedir. Yaratıklar için bundan daha büyük bir müjde olabilir mi?

Hak yarattıklarını yaratmazdan önce ‘ama’da (ince bulut) idi. Sonra Arş üstüne karar kıldığını bildirmiştir. Bu da bir sınırlamadır. Sonra yakın semaya indiğini zikretmiş, buda bir sınırlamadır. Sonra gökte bulunduğunu ve yeryüzünde olduğunu veya her nere de bulunursak bulunalım bizimle beraber olduğunu bildirmiştir. Biz sınırlanmış varlıklarız; hak’ta kendisini sınır ile nitelemiştir.
Öyleyse ey insan! Belirli bir inançla sınırlı kalıp diğerlerini inkar etmekten sakın! Böyle bir şey yaparsan pek çok iyiliği yitirirsin. (…) Ahiret hayatında mutsuz olsa bile Allah’ın bazı kulları ahiret hayatında cehennem diye isimlendirilen yerde bu acılara maruz kalabilir. İşin gerçeğini bilen bilginler, Cehennem diyarında kendilerine mahsus bir nimet olmadığını düşünemez. Bu nimet ya çektikleri acının ortadan kalkmasıyla gerçekleşir; veya cennet ehlinin cennetteki nimetleri gibi müstakil bir nimetleri olur.”[15]

Semud kavmine üç gün bir çığlık gönderilmişti.

“üç günün ilkinde toplumun yüzleri sararmış, ikinci gün kızarmış ve üçüncü gün kararmıştır. Yüzlerin sararması mutluların yüzlerinin aydınlanmasının karşılığındandır. Yüzler vardır o gün aydınlıktır (80/38). Bu Salih Peygamberin kavminin ilk günüdür. Sonra yüzlerin kızarmasının karşılığı ayette güler diye geçmiştir. Gülme yüzlerin kızarmasına yol açar. Derilerin kararak başkalaşmasının karşılığın da ‘müstebşire’ ifadesini kullanmıştır. Müstebşire, sevinçli müjdelenmiş demektir.[16]

Ben kulun kendisiyle yürüdüğü ayağı, tuttuğu eli, konuştuğu dili olurum. Sözüyle varlık bütünüyle haktır veya halktır. Kalp sınırsız şubelerden oluşur. Bundan dolayı inançlar bütünüyle şubelerden oluşur. Perde açıldığında ise hak herkese inancına göre görünür. Bazen Hak, insanın inandığından başka bir hükme sahip olarak ortaya çıkar. Bu durum Allah’tan ummadıkları şeyler olarak kendilerine göründü (39/47) ayetinde dile getirilmiştir.

Nefsini bilen kimse kuşkusuz rabbini bilmiş demektir. Çünkü insan, kendisini yaratanın suretindedir. Bu nedenle Peygamber ve sufilerden ilahi olanların dışında hiç kimse nefsin ve hakikatin bilgisine ulaşamamıştır.
Mutezile inancına göre tevbe etmeden ölen kimseye Allah’ın tehdidi kendisini bulur. Oysa böyle kimse ölürse rahmete erer ve Allah’ı günahları örten olarak bulur. Çünkü Allah katında cezalandırılmayacağı hakkında bir hüküm takdir edilmiştir.[17]

“Lut’un güçlü dayanak (11/80) derken kastettiği şey kabile; keşke size karşı gücüm olsaydı (11/80) derken kastettiği karşı koyabilme gücüdür. Hz. Peygamber bu vakitten sonra Lut’un güçlü dayanağım olsaydı dediği andan itibaren her peygamberin kavmine karşı korunduğunu belirtmiştir.
Arif, alemde himmet gücüyle tasarruf ederse, bu durum Allah’ın emretmiş olmasındandır. Peygamberler böyle değildir. Onlar vahyin hükmüyle sabittirler, bundan başka bir bilgiye sahip değildirler. O’na tasarruf etmesi vahyedilirse tasarruf eder, yasaklanırsa tasarrufu bırakır.[18] 

Dipnotlar:
[1] İbnü’l Arabi, Fususu’l Hikem, Çev. Ekrem Demirli, Kabalcı yay. İst. 2013, s.252
[2] Demirli Ekram, age. S. 88
[3] Adem Fassı
[4] Davud Kayseri’ye göre gümüş kerpiç peygamberliği temsil eder. Gümüş hem siyahlığı hem beyazlığı içerir. Beyaz tarafı hakka, siyah tarafı halka/ yaratılmışlara yöneliktir. Peygamberliğin yaratılmışlara özel bir durumdur. Altın ise herhangi bir karışım içermediğinden ve gümüşten daha kıymetli olduğundan veliliği temsil eder. Kayseri’ye göre velilik nebilikten üstündür.
[5] Şit Fassı 
[6] Nuh Fassı
[7] İdris Fassı
[8] İbrahim Fassı
[9] İshak fassı
[10] İsmail Fassı
[11] Yakup Fassı: Burada verilmek istenilen mesaj, Allah’ın yasa yaptığı bir şeye karşı çıkmakla insan gerçek anlamda boyun eğmenin dışına çıkmaz, Vahdet-i vucudun nihai yorumu budur. Bütün fiillerde asıl fail Allah’tır.
[12] Bizler biliyoruz ki Allah resulünün elçilikle şereflendiği ilk dönem de kendisi Hatice (ra) ile evliydi ve Aişe (ra) henüz ortada yoktu. İbnü’l Arabi’nin burada bu bilgiyi nerden aldığını sormak gerekiyor ki sorulduğunda “bana resulullah rüyada söyledi” diyeceğinden şüphemiz olmasın. Kendisi bir çok hadisi rüyada Peygamberden aldığını ifade etmektedir.
[13] Burada Arabi, bir kutsi(!) hadise atıf yaparak, ‘kulum bana kendisine farz farz kıldığım ibadetlerle yaklaşırsa ben onun yürüyen ayağı, konuşan dili, tutan eli olurum’ düşüncesini meşru hale getirmektedir.
[14] Yusuf Fassı
[15] Hud Fassı
[16] Salih Fassı
[17] Şuayb Fassı
[18] Lut Fassı

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !