Şükrü HÜSEYİNOĞLU

05 Mart 2011

BÖLGEDEKİ GELİŞMELER: "İSLAM'SIZ LÂ" NE GETİRİR?

Milyonlarca insanın ölümüyle ve imparatorlukların yıkılmasıyla neticelenen Birinci Dünya Savaşı niçin patlak vermişti? Bu sorunun en kestirme cevabı, “Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahtı Ferdinand’ın, Sırbistan ziyareti sırasında bir Sırp genci tarafından öldürülmesi sebebiyle”dir. Gerçekte ise söz konusu suikastın bu savaşın çıkmasındaki rolü, bir kıvılcımla patlamaya hazır olan bombanın yanında çakılan kıvılcım olmasından ibarettir.

 

İşte miladi yılın ilk ayı içerisinde Tunus’ta başlayan ve kısa süre içerisinde Tunus'ta 23, Mısır’da ise 30 yıllık diktatörleri koltuğundan edip, Libya’da Kaddafi’nin “tartışılmaz” saltanatını paramparça kılan hadiseler de, bu tür bir süreci işaret etmektedir.

 

Tunus’ta Ocak ayı başında, Sidi Bouzid kentinde seyyar satıcılıkla geçimini sürdüren Muhammed Bouazizi adlı üniversite mezunu bir gencin, zabıtalar tarafından tezgâhına el konması ve bu yapılırken bir kadın zabıta görevlisi tarafından aşağılanması neticesinde hadiseyi protesto etmek amacıyla kendisini ateşe vermesi, kısa süreden tüm ülkeye yayılan bir isyanın ateşleyicisi olmuştu. Bouazizi’nin tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetmesi, isyanı önü alınamaz bir kıvama taşıdı ve neticede 23 yıllık diktatör Bin Ali ülkeden kaçmak zorunda kaldı.

 

Tunus’ta yaşanan bu gelişmelerin benzer durumdaki bölge ülkelerini etkilemesi zaten beklenen bir gelişmeydi. Fakat bu etki beklenenden daha hızlı ve belirleyici oldu. Cezayir’de, Mısır’da, Yemen’de, Fas’ta, Libya’da ve Basra körfezindeki krallıklarda hareketlenmeler oldu ve bazı ülkelerde bu hareketlenmeler kısa sürede ayaklanmaya dönüştü. İlk olarak Mısır’da ısrarlı bir halk ayaklanması yaşandı ve bu ayaklanma, birkaç hafta içinde “Mısır’ın son Firavunu” olarak anılan Hüsnü Mübarek’in devrilmesiyle neticelendi. Bölgedeki hareketlenmeler hız kesmeden sürerken, son olarak Libya’da rejimi ciddi şekilde sarsan bir ayaklanmaya dönüşmüş bulunuyor. Libya’yı, 42 yıldır “tek adam” olarak yöneten Kaddafi’nin otoritesi büyük oranda başkent Trablus’la sınırlı kalmış görünüyor. Bu gelişmelerin yanında bölgedeki pek çok rejim de, halka siyasi ve ekonomik reformlar vaat ederek ömrünü uzatmaya çalışıyor.

 

Tüm bölgeyi ve tabii ki tüm dünyayı etkileyen ve bu kadar büyük sonuçları doğuran hadiselerin birçok toplumsal ve siyasal sebeplere dayandığında kuşku yoktur. Bouazizi’nin kendini ateşe vermesi, yukarıda da belirttiğimiz gibi bardağı taşıran son damla etkisi yapmıştır. Tunuslu gencin ölümü, bölgedeki rejimleri ayakta tutan tek etken olan korku atmosferine karşı bir direnç noktasına dönüşmüş ve kitlelerin can havliyle korku duvarlarının üzerine yürümesine yol açmıştır.

 

Müslümanlar sürecin neresinde?

 

Esasında bölgede yaşanan bu gelişmelerde asıl üzerinde durulması gereken konu, mevcut durumda bölgede toplumsal bir güç olarak varlığını sürdüren ve dolayısıyla muhalefet potansiyelini ellerinde bulunduran İslami güçlerin yaşanan sürecin neresinde olduğu meselesidir. İslami muhalefet güçleri, yaşanan bu hadiselerin neresinde yer almaktadırlar, süreç içerisinde ortaya koydukları söylemler, talepleri ve hedefleri nelerdir?

 

Bu soruların cevaplarına geçmeden önce, bölgede yaşanan gelişmelerin planlı-programlı bir toplumsal kalkışmadan farklı olarak, yıkılanın yerine neyin ikame edileceği konusunda bir hedef ve bu hedefe uygun bir hazırlıktan mahrum olduğunu belirtmekte fayda vardır. Hadiselerin beklenmedik bir dönemde patlak vermesi ve çok hızlı gelişmiş olması bu konuda bir mazeret oluştursa da, bölgedeki İslami güçlerin, gerek hadiselerin yorumlanması ve gerekse yıkılanın yerine neyin ikame edileceği konusunda verdikleri mesajlar çok ümit verici değildir.

 

Halk ayaklanmaları neticesinde, dikta rejimlerinin değilse de şimdilik diktatörlerin devrildiği Tunus ve Mısır’ın vizyondaki İslami muhalefet güçlerinden sürece ve geleceğe ilişkin gelen açıklamalar, “Türkiye modeli”ni aşamayan ve özgün bir İslami muhalefet ve siyasal inşa diline yaklaşmaktan bile uzak bir bîçareliği ifade ediyor.

 

Yıllarca Tunus’taki laik dikta rejiminin İslami alternatifi olarak görülen En Nahda hareketi ve lideri Raşid Gannuşi’nin gerek hadiselerin başında sürgünde bulunduğu Londra’dan verdiği mesajalr, gerekse Tunus’a döndükten sonra vermeyi sürdürdüğü mesajlar, temel kodları ılımlı laiklik-ılımlı İslam sentezinden ibaret olan ve bu sentezle Batının model ülkesi niteliğini taşıyan Türkiye’ye öykünmenin ötesine geçememektedir. Son olarak Zaman gazetesine konuşan Gannuşi,  “Biz de aynı şekilde Tunus halkı olarak Türkiye'nin tecrübesini bir model ve örnek olarak görüyoruz" diyor ve ekliyor: "Özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde demokrasi ve İslam arasında bir barışma dönemi oldu. Biz bunu model olarak görüyoruz." Gannuşi, partisinin AKP gibi “muhafazakâr demokrat” olduğunu da sözlerine eklemekte bir beis görmüyor.[1]

 

Mısır’ın köklü İslami muhalefet örgütü İhvân’dan gelen mesajlar Gannuşi’den gelenler kadar pervasız olmasa da, aynı hedefte buluşmaktadır: "Türkiye'deki demokratik rejim Mısır'a da uyabilir. Özgür seçimler, eşitlik, halkın değerlerinin korunması özlem duyduğumuz konular. Türkiye'deki model bizler için uyumlu ve çok sıcak bakıyoruz."[2]

 

Anlaşılıyor ki, bölgedeki ana gövde İslami muhalefet güçleri, kaynağını İslam’dan alan köklü bir toplumsal ve siyasal dönüşüm yerine, mevcut sistemler bünyesinde gerçekleştirilecek demokratik iyileştirmeleri yeterli gören ve demokratik-laik bir sistem içinde bir aktör olarak var olmayı hedefleyen bir çizgiyi temsil etmektedirler.

 

Bölge için, “Türkiye modeli”nde olduğu gibi, “İslamcılar”ın İslami iktidar iddiasından vazgeçtiği, buna mukabil rejimlerin de insanların doğrudan siyasal alana müdahil olmayan İslami taleplerine kulak verdiği, İslam’ın toplumsal yaşantıda temel belirleyici değil de, bir çeşni, bir renk olarak var olabildiği bir yönetim şekli öngörülmektedir. Ve ne yazık ki bölgedeki İslami güçler, bu modele itiraz etmek şöyle dursun, özlemlerini ifade etmektedirler. Bu yönüyle, bölgedeki İslami güçlerin bir belirleyiciliği, yönlendiriciliği olduğunu söylemek pek mümkün görünmüyor. Zira dillendirilen model bölge için bir devrimi değil, emperyalizmin diktatörlükten sonra bölge için arayıp da bulamayacağı bir yeni “gönüllü sömürge” biçimini ifade etmektedir.

 

Mevcut tabloda İslami muhalefet güçleri, özgün bir İslami çözüm modeli gündeme getirmek yerine, Batının diktatörlük sonrası bölge için öngördüğü “Türkiye modeli”ni dillendirerek, hem kendilerini, hem de İslami muhalefet potansiyelini açığa düşürmektedirler.

 

“Lâ’sız İslam” mı alırsınız, “İslam’sız lâ” mı?

 

Bölgede hızla gelişen ve büyük sarsıntılara yol açan hadiselerin ortaya çıkardığı ilk sonuçlar şüphesiz ki bizim açımızdan sevindirici olmuştur. İslam dünyasının bu merkezi coğrafyasında on yıllardır halkları tiranlıkla yöneten İslam düşmanı ve emperyalizm / siyonizm işbirlikçisi diktatörler, beklemedikleri bir anda tepetaklak olmuş, haklar güçlerinin farkına varmıştır. Dolayısıyla bölgede hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Artık denklemde bölge halkları da bulunmaktadır.

 

Bununla birlikte gerek meydanlara çıkan kitlelerin söylem ve talepleri, gerekse bölgenin köklü İslami muhalefet güçlerinden gelen açıklamalar, yıkılanların yerine ikame edilecek olanların İslami nitelikte olmayacağını haber vermektedir. Bölge meydanlarından yükselen “Diktatörlere, İslam düşmanlığına, ABD emperyalizmine, siyonist işgale, işbirlikçiliğe, sömürüye, yolsuzluğa ve yoksullaştırmaya hayır” sloganlarının arkasından çözüm olarak “İslamiyye, İslamiyye” sloganları yükselmemektedir. Meydanların yanı sıra kanaat önderlerinin söylemlerinde de “İslami çözüm”ün izine rastlanmamaktadır.

 

Bu durum bize, yaşananların “İslam’ı önermeyen bir lâ” çıkışı olduğunu haber vermektedir. Baskıya, sömürüye, yolsuzluğa, yoksullaştırma politikalarına, emperyalizme, siyonizme, işbirlikçiliğine hayır diyen ve fakat İslami çözüm perspektifinden uzak bir altüst oluş yaşanıyor şu an bölgede.

 

Bölge halkları meydanları doldurup tüm dünyanın kulaklarını çatlatırcasına “Lâ ilahe” diye haykırıyorlar, fakat bu nida şimdilik “İllallah” perspektifiyle buluşmuyor. Maalesef “Diktatörler gitsin de ne gelirse gelsin” gibi bir çaresizlik ortaya konuluyor ve bu çaresizlik en çok da emperyalizmi iştahlandırıyor.

 

Yaşadığımız coğrafyada oluşturulmakta olan “Türkiye modeli” için kullanageldiğimiz “Lâ’sız İslam” tanımının bir başka versiyonu olarak bölgede kendini gösteren “İslam’sız lâ” süreci konusunda bizlere düşen, bu sürecin İslami çözüm perspektifiyle buluşması için çaba göstermektir. Yaşanan sürecin doğru okunması ve İslami çözüm perspektifinin canlandırılması adına bölge Müslümanlarıyla irtibatlar kurulmalı ve bu konuda mesajlar iletilmelidir. Sürecin “Lâ’sız İslam” yönünde işlemesine karşı tavır geliştirilebilmesi için, yaşadığımız coğrafyanın gerçekleri bölge Müslümanlarıyla paylaşılmalıdır.  



[1] Zaman, 23 Şubat 2011, “Tunuslu lider Gannuşi Zaman'a konuştu” başlıklı haber

[2] Dünya Bülteni, 8 Şubat 2011, “İhvan lideri: Türkiye bizim için model ülke” başlıklı haber

 

(Not: Bu yazı, Basiret Dergisi'nin Mart sayısında yayınlanmıştır.)